Bir bahar mevsimiydi, güneş yamaçlardan Atlıkuş’un alnına doğru süzülüp, akıp giden yoldan yukarı doğru rüzgarla esiyordu. Yollar hem gelişe hem gidişe omuz verirken, yeşil meşeliklerden bir derya deniz dolusu oksijen fışkırıyordu, işte bu anda yamaçtan aşağı yürüyüşe geçen Atlıkuş birden gözüne İstanbul’dan hatırladığı şairle omuz hizasında göz göze geldi ama bu birkaç saniye sürdü, şair yanında bir arkadaşıyla yukarı doğru yürürken ormanın güzelliğinden geçen zaman ve bu rastlantı hızla gözden kayboldu.
Ayakları altında toz duman, taş toprak akıp giderken, dere, tepe bir nehir sesiyle süslenmiş bu yamaçların doğal mecrası gereği anılara imza atıyordu. Atlıkuş’un ayakları birden tekledi ve yol kenarında duran bir çiçeğe çarptı. Atlıkuş o esnada nelerle karşılaşmadı ki, çiçeğin sarı tomurcukları ve yeşil yaprakları bir Kıbrıs adasının Anadolu’ya uzanışı misali göze öyle bir güzellik öyle bir eda bıraktı ki eğilip çiçeği eline almak isterken, bir ses işitti yanı başında:
-Bu defter ve bu kalem o giden şairin insanlara bıraktığı bir eserdi, dedi.
Halbuki o yamaç aşağı yürürken görünürde yeşil yapraklı sarı bir çiçekten başka göze görünen bir eser yoktu. Atlıkuş, şaire rastladığı anı hayal etti, şair bir koşu adımlarıyla hızla yukarı ilerlerken orman yeşillikleri o anı perdelemişti.
Atlıkuş ve işitilen ses ve seda şaire ait birkaç esere daha ulaşmasını sağladı. Yamaçtan aşağı yuvarlanarak aşağı inen Atlıkuş, ne anlamlı hediyelere şahit oldu. Şairin el çantası ve içinde dünyayı tamir etmeye yarayan birkaç tesbih, kitap ve kaleme daha rastladı. Sonra bir defterde, “madem ki hamallık ediyorsun, bari yüce bir yük yüklen” sözünü okudu Mevlana’dan. Uzun uzun düşünceye dalan Atlıkuş eline aldığı yeşil yapraklı sarı tomurcuklu çiçeği şaire tekrar ulaştırmayı düşündü.
Bir düşünce aleminde zaman hızla mekâna yol olurken, şairin yürüyüşü Atlıkuş’un elindeki çiçeğin buluşmasının resmini çizdi, o anı öyle arzulamıştı ki ama şair çoktan arkasında bıraktığı birkaç defter ve kalemle yamaçlardan aşıp gitmişti.
Tekrar yamaçtan yukarı çıkmayı deneyen Atlıkuş, elindeki çiçekle kendisini bir kapıdan içeri girerken buldu. Devasa görkemli, işlemeli, usta ellerin nakış nakış dokuduğu bu kapıdan gelen, işitilmemiş yanık sesler bir alemi tanımlayan aşkın sonsuzluk aleminde varoluşun güzelliğini betimliyordu. Kapıdan içeri girerken gözlerine görünen bu üstün güzellikler ve sesin sedanın gönle verdiği neşe devam ederken meraklı bakışlarla diğer çevreye göz atıyordu.
Birden başka bir kapıya yöneldi ve içeri girdi, derin bir nefes aldı, aldığı nefesle sessizliğin içinden geçti, bu ikinci kapının bir huşu bir sessizliğin insan gönlüne işlediği buğday başaklarının dahi yanmaktan öte veremeyeceği ruhun arzuladığı eda ikliminde derin bir nefes aldı ve gönlüne kadar hissetti. Atlıkuş o an elindeki çiçeğin şaire ait olduğunu bildi ve yüksek sesle;
-Bunlar emanet çiçekleri, emanet çiçekleri, diyerek şaire ulaşmaya çalıştı.
Atlıkuş, elindeki yeşil yaprakların birer kalem, sarı tomurcukların ise birer yaprak olduğunu ve şairle omuz seviyesinde geldiği göz ucu bakışında halen girmiş olduğu sonsuzluk diyarının muştusunda,
-Emanet çiçekleri bunlar, emanet çiçekleri,
diye sesleniyordu. Şair, giderken arkasında bıraktığı kalem ve yaprağın bir emanet çiçeği olduğunu biliyordu.
2 yorum
Her sözcük bir emanettir, iş onu taşıyacak dilin sonsuza kadar yaşatılmasıdır.
Yorumunuza katılıyorum Mehmet bey, emanete sahip çıkmak ümidiyle!