- İnanmak başarmanın yarısı mıdır?
- Plasebo neden iyi gelir?
- İnançlar mı davranışları belirler, yoksa davranışlar mı inançları?
- Şüphe varsa inanç/iman yok mu? Yoksa şüphe olmadan inanç da mı olmaz?
Bir kişinin oluşturduğu düşünce/zihin dünyası, bilişlerle (bilinçlenen sözel veya tasarımsal fikirler) ve şemalarla (bellekte tutulan ilişkiler ağı ve olasılıklarla) yapılaşmıştır. En temelde bazı temel inançlar yer alır ve çoğu bilinçdışıdır. Erken çocukluk döneminde temel iskelet oluşturulmuştur. Temel inançlar genellikle tek boyutlu, tümsel, mutlak, ahlakçı ve –neredeyse- değişmezdir. Olgun düşünce ise çok boyutlu, göreceli, yargısızdır. Olgun düşünceler duruma bağlı olarak değişir/gelişir. Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) sürecinde kişiler kendilerinin bilişlerinin, şemalarının ve –olabildiği kadarıyla da- temel inançlarının farkına varmaya başlar. İşlevsiz düşünceler değişebildikçe de klinik iyileşme olur.
Güven, emin olma konusu ruh dünyasının temeli sayılabilir. Örneğin, OKB’de emin olamama, paranoid bozuklukta giderilemeyen şüphe, psikozlarda hayallere sıkı sıkıya inanma temel sorunsaldır.
İnanan Beyin isimli kitabında Michael Shermer da benzer soruları irdelemeye çalışmış. O da kitap boyunca bir tez üzerinde durmuş ve “Önce inanç olup, doğrulatma derdi mi olur? Yoksa yaşananlar mı inançları belirler?” sorusuna odaklanmış. Ve “kaygı arttıkça, inanç artıyor” sonucunu çıkarmış. Oysa tam tersi de geçerli olabilir. Kitapta insanın hayali insanlara, diğer bir deyişle diğer insanların etkilerine kapılma olasılığının artış koşullarında söz etmiş. Monotonluk, karanlık, kıraç manzara, yalnızlık, soğuk, incinme, susuzluk, açlık, yorgunluk ve korku gibi etkenlerin, insanın hayali inançlar üretmeye daha yatkın hâle gelmesine yol açtığını belirtmiş.
Aslında otizm spektrumu olgularının bir türlü yapamadığı, zihinselleştirme becerilerini (ve zihin teorisini), yani “diğer insanların da farklı bir zihne sahip oldukları ve bizden farklı düşünebileceklerini dikkate alıp, uygun empati becerilerine sahip olabilmeyi”, “zihinselleştirip, farklı bir zihin yaratıyoruz” diyerek sanki bir yanılgı/sorun olarak ortaya koymak zorunda kalmış. Oysa insanın yapısında/fabrika ayarlarında olması gerekli olan bir beceri, hatalı çalışabildiği içim hepten dışlanmamalı. Yani, “diğerini yanlış anlama korkusu ile hiç anlamamak/anlamaya çalışmayı anlamsız bulmak” uygun bir çözüm önerisi olmamalı.
Bir de insanda “bilişsel cimrilik” denen kavramı vurgulamak önemli olacak. Beynimiz, sürekli örüntü tarayan ve karşılaştığı boşluklar, zihinsel beceriler ve bellek ile doldurup, kendine anlamlı bir bütün yaratmaya çalışan bir organ. Bu yüzden de hızlıca sonuca gitmeye meyyal. Kendine kestirme/kısa yollar ve kullandıkça pekişen patika ve ana yollar üretmeye çalışıyor. Bu yüzden de enerjiyi tasarruflu kullanmanın derdindeyken, önyargılar ve stereotipik düşünce kalıpları da oluşmasına yol açabiliyor. Bu durum, “bilişsel cimrilik” olarak adlandırılıyor. Örüntü kurabilmek ve ince ayarını doğru yapabilmek için de temelde, iyi çalışan bir dopaminerjik sisteme ihtiyacımız var. Dopamin işlevleri yetersiz olunca dikkat ve motivasyon bozuluyor, fanatizm ve önyargılar artıyor.
Yeni yayımlanan “İyi Düşün: Düşünce Sağlığı Yolunda” isimli kitabımdan bazı alıntılar yaparak devam etmek istiyorum…
[Felsefe, bilim ve din, ‘insan olmak zorunda bırakılmış’ biz dünyalılar için, -el mahkûm- iyi bilmek ve daha iyisi için de durmadan çaba göstermek zorunda kaldığımız üç temel alan. İşin doğası gereği, bilgi, deneyim ve inanç sürekli gelişen ve değişen bir yapıya sahip.
“İnsanları tedirgin eden, olan biten değil, olan bitenle ilgili inandıkları.” (Epiktetos, Egkheiridion)
Düşünme kavramı (önerme/düşünce ortaya koyma anlamında) sadece farkına varmayı değil, bir şeyi en az ikiye bölmeyi, bir çatışmayı da içeriyor/gerektiriyor. Çünkü her düşünce bir varsayım, bir inanç/önerme içeriyor.
Zaten, her bilgi bir tür inançtır. Bazıları verilere, kanıta dayanır. Bazıları da kafadan atmadır…
“Her şeye inanmak nasıl bir yanılgıysa, hiçbir şeye inanmamak da başka bir yanılgıdır.” (Seneca)
Biliyoruz ki, sadece düşünerek, dikkat ederek ya da bu yönde çaba sarf ederek, zihinsel işlevlerimizi kontrol edemeyiz. Tüm bunların dışında, insan olarak bizden beklenen bazı zihinsel edimlerin oluşması ancak çeşitli koşullara ve zamana bağlı olur. Örneğin, sevmek, güvenmek, inanmak, istemek gibi zihinsel edimler, sadece niyet etmekle, kısa sürede gerçekleşmez.
Bazen insan düşünceleri o kadar bastırır ki, ne düşündüğünü, neye inandığını bile unutur. Ama “inanıyorum” demeye devam eder. Aslında, bir insan eğer bir şeye gerçekten inanmak istiyorsa, o şeyin aksine ya da değillemesine de inanmaya çalışmalıdır. Yani düşünmekten ve şüphe içinde hakikati aramaktan vazgeçmemelidir. Eğer bu noktayı unutursa, körü körüne ‘inanıyorum’ demekle, gerçekte ‘inanmış olmadığını’ ona hatırlatmamız gerekir.
“Düşünce şüpheyle başlar. Düşünce, tezatlarıyla bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkûm etmek değil midir?” (Cemil Meriç)
Aslında inanç da yıllar, günler hatta saniyeler içinde iniş ve çıkışlar gösterir. Bir önermeye bir kere inanmış olmak, ona ilelebet inandığımız anlamına gelmez. Aynı bir maddenin yarılanma ömrü gibi, zamanla gücü zayıflar. Beslenmeye ihtiyaç duyar.
DOKTRİN Şüphe imanın ikiz kardeşidir. Aynı batında doğan yapışık ikizi. Biri olmadan diğeri yaşayamayan. Hep birlikte var ya da birlikte yok olan.
Yani, inancı besleyen şüphenin kendisidir. Yoksa, anlaşılmayan, akledilmeyen, hissedilmeyen, sadece zikredilen kuru bir ‘inanç’ olmaya başlar. Çoğu zaman da içi boşalmış, taklit ve alışkanlıktan başka bir şey olmayacak düzeye gerilemiştir. İşte bu yüzden de insan, inandığını söyleyen ama davranışı ile, duruşu ile, ortaya koyduğu önermeler ve kanaatlerle aslında inandığını söylediği şeyin tam da zıttını yapabilen biri hâline gelebilir. Oysa inanç her an azalmaya başlayan bir kum saati gibidir ve her an tazelenmesi gerekir. Bu tazelenme sürecini başlatan da şüphenin ta kendisidir. O nedenle de inancını kaybetme korkusu nedeniyle şüphesini fark etmeyen, şüphesini bastırabildiğini sanan, şüphesiyle yüzleşmekten korkanlar, aslında içindeki şüphesi en yüksek düzeyde olanlardır.
İnancımızın kuvvetlenmesini istiyorsak (inanmış gibi yapmanın değil) inancımızı sorgulamaktan asla korkmamalıyız. Eğer inancımızı kaybetmekten korkuyorsak, zaten yeterince inanmıyoruz demektir. Eğer sağlıklı mantık teknikleriyle sorgulamakla inancımızı yitirirsek de, inandığımız şeyin inanmaya değer olmadığını görme şansı buluruz.
Demem o ki, kuru kuru ‘inandım demekle inanmış’ ya da ‘inanmadım demekle de inanmamış’ olmuyoruz. Yani, bazen de inanmadığımızı sandığımız bir şeyi, bir durumu net bir şekilde tanımladığımızda, aslında tam da öyle düşünüp, ona göre davrandığımızı da fark edebiliyoruz.
Bilim de aynı dinler gibi bazı önermeleri temel alır. Bana kalırsa, eğer mantık esasları ihlâl edilmezse, kanıta dayalı bilim de, mantığa dayalı bir din de aynı noktaya varır. Bilim de, din de hakikate inanır. Hakikatin bir düzen içinde olduğunu ve ölçülebilir, insan zihniyle uyumlu olarak incelenebilir, anlaşılabilir olduğunu varsayar.
(…)
“Seni/ötekini yok sayan” diğer bir tutum da ‘din ya da ideoloji konusunda çok inançlılar’dan gelir. Tüm zamanlarda olduğu gibi, günümüzde de ‘çok bilen’ (yani çok iyi bildiğini düşünen) insanlar vardır. Aslında bilgi bir tür inanç olduğu için, bu kişiler aynı zamanda çok inananlardır. Kendi düşünce sistemlerinin doğruluğunu ya da yanlışlığını sorgulamayı çok sevmezler. Başkalarının ‘doğru yola’ gelmesi için onlara nasihat etmeyi, onlara ahlaklı, inançlı olmaları konusunda yol göstermeyi, yorum yapmayı ise çok severler. İkna edemezlerse, adam toplamaya giderler. Sözleri yetmezse de de ellerinde baltaları, satırları, silahları ile çıkagelirler.
“Tanrı, irâdesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi irâdelerini hakim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar.” (Giordano Bruno)
Bu çok inançlılar bazen neye inandıklarını bile unutmuşlardır. Genellikle onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen bir liderleri vardır. Çok düşünme zahmetine girmezler. Zâten akıllarının yetmeyeceğini düşünürler. Sözlerine, düşüncelerine, akıllarına değil, içinde yer almaya özen gösterdikleri topluluklarının adam sayısına ve bilek gücüne güvenirler…
Ben diyorum ki, işte burada sözünü ettiğim insanlar, birebir konuştuğunuzda sizi görür, dinler ve belki de anlar. Ama içine girdikleri topluluğun kimliği ile var oldukları için, o topluluk ve o kimliğin içindeyken, ötekileri yok saymayı ya da yok etmeyi çok da garip karşılamazlar. Bir kıvılcım ortalığı tutuşturmaya görsün, ortalığı yangın yeri sardığında, kimin kimi yok ettiğinin, kimin kimi var etmeye çalıştığının anlaşılması çok zor olur. Kendine ve içinde bulunduğu düşünce sistemi topluluğuna çok inanan bu insanlar, kendi ‘ben’lerini kaybetme korkusu nedeniyle, ‘sen’i yok sayabilmekten/ yok edebilmekten sakınmayanlardır.
DOKTRİN Oysa ‘bilmeyen’ ve ‘bilmediğini bilen’ bir insan, sorar, merak eder, öğrenmek ister. Birlikte öğrenmek, öğrendikleri ile var olmak ve var etmek derdindedir. Önce varlığa, sonra da kendine (bene) ve ötekine (sene) inanır. Çünkü varlık olmadan, öteki olmadan kendisinin de var olamayacağını bilir. Yaşatır, gözetir, ihya eder, imar eder, inşa eder. Yıkmaz, yakmaz, yok etmez…
DOKTRİN Bizim durduğumuz yerden bakınca, var olan gerçeklik -hem bilim hem de din için geçerli olan- aşılamayan, tam ve mükemmeliğe bir türlü uzanamayan belirsizliktir. Yani, hem gerçekliğe/varlığa ve bilgiye inanıp hem de bu varlık/bilgiye ulaştığımız, hemhâl olduğumuz noktasında emin olamayacağımıza inanabiliriz. Diğer bir deyişle, iyi, güzel, doğru –sağlıklı- olan ile aynı rezonansı/senkronizasyonu yakalamış olduğumuz anlar ve durumlar olabilir, ama bunu biz kesin olarak bilemeyiz.
Yeni bir yazıda buluşmak üzere.
Sıhhat ve muhabbetle…
1 yorum
İnsan gözünü açtığında veya düşünmeye başladığında etrafında gördüğü hadiseler ve buna karşı takındığı tutum ve kendini bilme serüveninde ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum ve bütün bunların arkasındaki gerçek nedir diye sorarken, felsefe, din ve bilim, mütemmim cüz’ler teşkil ederek, hikmeti karşısına çıkarır. Bu üç saç ayağı, bahsedildiği gibi, insanın bilmek zorunda olduğu alanlar, ona ışık tutarken, insanı bu üç alanda motive eden en önemli saikin şüphe olduğu ve şüphe ile fıtraten mutlak bilgiye ulaşmak isteyen insanın her alanda ilerleyebildiği kanaatine varılabilir. Evet, insan şüpheyle yol aldığı gibi esasen de bu şüpheden kurtulup mutlak gerçekliğe ulaşmak istemektedir. Şüphe ve bilgi dikotomisinden, ikili değer sitemindense, bu ikisinin iç içe geçtiği geçişli bir bilgi teorisi oluşturmak zorundayız. Bir ucunda mutlak şüphe diğer ucunda mutlak bilgi olan bu bağlamda, şüphe bilginin içine çeşitli nispetlerle girmekle, zan (sanı) dereceleri hasıl olmakta, fakat şüpheden kurtulmak isteyen insan tabiatı onu mutlak doğru bilgiye çekmek istemektedir. İki uçtan birinde, mutlak şüphede insanın takatini aşan, dayanılmaz olan, yaşanılmaz olan bu uçta bulunmak gayri kabil iken, diğer uçta anlatılmaz, tarifi imkansız, Budist metinlerde şekilsizlik alemi, bilincin sonsuzluğunun yeri, hiçliğin yeri, ne algının ne de algısızlığın yeri, belki de Hz.Musa’nın bayıldığı yer karşımıza çıkar (Budha, Hajime Nakamura). Ama zan’da, Fransız edibi Andre Gide’nin dediği gibi “gerçeğin rengi gridir” ve yine başka bir Fransız Monteigne’in dediği gibi “bütün toptancı yargılar yanlıştır ve tehlikelidir”, gri bir dünya karşımıza çıkar. Fakat belirtmek istediğim husus, insan varoluşçuların vurguladıkları gibi huzursuzdur. Zaten bu huzursuzluk, şüphe huzursuzluğu, insanı terakki ettirir ve kemalat yolunda yürütür. Kendinden emin olanlar, huzurlu olanlar, hikmet sahibi olamazlar ve bu yolda yürüyemezler. Bu nedenle filozoflar huzursuzdurlar, şüphededirler, ve ancak huzursuzlar içinden ehli hikmet çıkar. Şüphesizlik bu manada bir ayıp (edep dışı), hakikata karşı bir saygısızlık iken, her kelamın manası söylendiği makamdadır, yani bu kelam bu makamda ne manaya gelmektedir, diyerek,diğer mutlak şüphesizlik ise burada aranılan, istenilen bir hedef konumundadır. Bakın bu durum kutsal kitapta nasıl ifade edilmektedir. Ululazm bir peygamber telakki edilen Hz. İbrahim “o vakit İbrahim, Ey rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster demişti. Buyurdu: yoksa inanmadın mı? Dedi: Hayır inandım, lakin kalbim (zihnim) mutmain olsun istedim” (2;260). Benzer bir şekilde 2;259 da bir adamın bir memleket veya şehir halkının ölümden sonra nasıl tekrar dirileceğini görmek istemesi, şüpheye saygı duyulduğunu gösterirken, insanın mutlak bilgiye ulaşma ihtiyacını da göstermektedir. Yine benzer şekilde, Hz.İsa’dan gökten bir sofra indirilmesini isteyen havarileri gibi, tepki gösteren Hz.İsa’ya havariler, evet inanıyoruz fakat kalplerimiz itminan olsun istedik dediler (5;112-113). Bunun daha da ilerisi Hz.Musa’nın tanrıyı görmek istemesi ve nihayetinde bayılması olayını (7;142) sayabiliriz. Bilim de, felsefe de ve din de itminan arayan insanın üç önemli feneri oldular. Belki de bilimle aydınlatmaya çalıştığımız hakikat, Kant’ın “kendinde şeyi” gibi ulaşılamaz olacak. Bilim felsefesindeki araçsalcılığın hiçbir zaman hakikata ulaşılamayacağını ve şüpheden kurtulamayacağımızı veya S.Hawking’in ceviz kabuğundaki evrende “ pozitivist açıdan bakarsak, bir kişi neyin gerçek olduğunu belirleyemez, yapabileceği tek şey, içinde yaşadığımız evrenin matematiksel (riyazi) bir izahını yapabilmektir” diyecek, kendinde şeye ulaşamayacağımızı ifade edecektir. Kritikçi realistler ise kısmen gerçeğe bilimle ulaşabiliriz ve bu kahredici şüpheden kurtulabiliriz, “gerçeğin üstü örtülüdür, fakat tamamen değildir” diyeceklerdir. Gazali de şüphe ile ilerlemek gerektiğini, önce inanılan kanaatin, sonra akli deliller ile temellendirilmesini, son aşamada ise zevk edilmesini, olunmasını, yani kesin bilgi “yakin” kemaline ilerlememizi salık vermektedir. Ragıp El-Isfahani lügatinde yakin “ilmin sıfatı olup, anlayışın sebatıyla, her türlü şüpheden kurtularak, sükuna ermesidir” diye tarif edilir. Belki de bu islam bilginlerinin “ilmelyakin, aynelyakin ve hakkalyakin” diye tasnif ettikleri bitmeyen yolculuğun adıdır. Esasen kendisinde şüphe bulunmayan kitabın (2;2), daha sonra farzı muhal kabilinden eğer Allahtan başka ilah olsaydı (tabiat vs.) yer gök fesada girerdi (21;22), kaos olur, nizam düzen ortaya çıkmazdı diyerek, şüpheyle düşünmeye izin vermesi, en imkansızı bile düşünebilirsin demesi cay-ı dikkattir. Şüpheden kurtulma yolları, mantık burhan ı ile mi, işrakiyyun gibi mi, sezgi mi, belki insanı ayırmadan, bölmeden, akıl, his, kalp, zihin bütün fonksiyonları ile çalıştırarak olacak. Auguste Comte sadece deneyim ve bilimle hakikate gidebiliriz derken, insanı bölüyordu, nakıs bırakıyordu. Hasıl-ı kelam şüphe ile yola çıkan Decartes gibi, şüphe ilerlemenin (terakkiyatın) itici dinamosu olacaktır. Aristoteles insan özü gereği bilmek ister derken, şüpheden başlar. Fakat postmodernistler gibi sen de doğrusun, olabilir, demenin şüphe olacağını sanmıyorum. Yakin vardır, sadece şüphe ile şüphesizliğe ulaşmaya çalışıyoruz, belki de ancak ölürsek bu şüpheden kurtuluruz.