Üniversitelerde akademik yükseltmeler 1990’ların başında ciddi tartışma konusu olmuştu. Üniversite sayısının artmasına bağlı olarak kadro tahsisleri artmış ve Üniversiteler akademik yükseltmeleri biraz da keyfi yapmaya başlamıştı. Bununla beraber doçentlik unvanı için sadece doktora derecesinin ve yabancı dil puanının olması başvuru için yeterliydi. Jüri toplanıp hiç araştırması ve yayını olmayan bir kişiye doçentlik unvanı verebiliyordu.
1990’ların ortalarından itibaren bazı Üniversiteler doçentlik ve profesörlük kadrolarına atamak için uluslararası yayın şartı getirmeye başladı. Bu husus başlarda çok tepkilere sebep olsa da yavaş yavaş kabullenmeler ve işin gereğini yerine getirmeye başladı. Nihayet 2002 yılında Üniversitelerarası Kurul doçentlik unvan başvurusu için ana omurgası uluslararası makale olan başvuru kriterlerini yürürlüğe koydu. Bu kriterler başvuru için gerekli olup, devamında dosya incelemesi ve sözlü aşaması ile son buluyordu. Burada jüri üyesi olan profesörler eski sistemle profesör olmuştu ve bazı profesörlerin dosyaları adayların dosyalarından daha iyi değildi. Bu durum bazı adaylarda hoşnutsuzluğa neden olmuştu ve jüri üyesi olması için de kriter getirilmesini savunanlar oldu. Hatta daha ötesi Üniversitelerde doktorası olmayan bazı profesörler vardı ve doçentlik dosyası inceliyorlar ve sözlü jürilere giriyorlardı. Bu bir dönemdi artık doktorası olmayan profesör kalmadı diye biliyorum. Devamında asgari kriteri sağlayan her aday başvuru yapmaya başladı ve başvuru kriterini sağlayan aday kendini dosya incelemesinden başarılı saymaya başladı. Hatta dosya incelemesinden başarılı olamayanların bazıları yasal yollara başvurdu. Aslında bu sayılara dayalı başarı kriterinin doğal bir sonucudur. Konuya sadece sayısal açıdan bakarsak, 3 makale ile bir aday dosya incelemesinden başarılı olurken, başka bir adayın 4 makale ile başarısız sayılması akademi dışındaki çevrelerce kabul edilebilir bir durum değildir. Ancak bazıları makalenin sayısı iyi de içeriği nedir sorusunu sormuyor nedense. Bazı jüri üyeleri sadece makale sayısına bakarken, jüri üyelerinin önemli bir kısmı da dosyayı zaman ayırarak okuyor ve ciddi kritik ediyor. Daha ötesi işini ciddi yapan bir profesör kendi alanıyla ilgili yayınları zaten takip eder ve adayları en azından yayınlarından tanır. Daha açık bir ifade ile, araştırmalarını ihmal etmeden sürdüren bir profesör alanıyla ilgili araştırmalara ve yayınlara zaten hakimdir. Adayın dosyası önüne geldiğinde, o dosya içindeki uluslararası yayınları önemli oranda bilmesi beklenir. Ancak bu hep böyle olmadı ve kötü örnekler tartışma konusu oldu. Devamında, sözlü aşamasında ise yine konuya hakim olmayan bazı jüri üyelerinin adaylara karşı aşırı olumsuz veya gereğinden fazla olumlu tutumları oldu. Oysa ki, sözlü sınavlarda jüri üyelerinin her birinin tartışmasız biçimde tarafsız olması gerekirdi.
Maalesef bazı kötü örnekler kulaktan kulağa yayılarak hoşnutsuzluğu büyüttü ve mutsuz genç bir akademik personel topluluğu üretti. Nihayetinde doçentlik unvanı almada sözlü aşaması kaldırıldı. Yıllarca doçentlik sözlülerine jüri üyesi olarak katıldım. Gerçekten bazı jüri üyelerinin önyargı ile aşırı olumlu veya aşırı olumsuz sorular sorduğuna ve zaten sahip olduğu kanaati ispata çalıştığına şahit oldum. Benzer sorunların başka jürilerde de yaşandığını duydum. Ancak bu sorunların çözümü için sözlü sınavını kaldırmanın doğruluğu tartışılır. Bununla beraber Üniversitelere eğer isterlerse doçentlik kadrosuna atamak için sözlü sınavı yapabilecekleri serbestisi de getirildi. Doçentlik unvanı almak için sözlü sınav aşamasının gerektiğine inanmakla birlikte, Senato Üyesi olduğum dönemde Üniversitemizin doçentlik kadrosu için sözlü sınavına karşı çıkmış ve olumsuz oy kullanmıştım. Çünkü doçentlik unvanı ile doçentlik kadrosu aynı şey değil.
Herkese Bilim Teknoloji Dergisi’nin 16 Eylül 2016 tarihli 25. Sayısında yazdığım “Yükseltmelerde sayısal sistemin zararları ve özgün sonuç arama” başlıklı yazımda kriterlerdeki makale sayısı ve/veya puanlamanın yarattığı bazı olumsuzlukları tartışmıştım. Aradan 6 yıl geçti ve bu sorunlar büyüyerek devam ediyor. Doçentlik unvanı almadaki sözlü sınav aşaması da kaldırıldı ve konu tamamen sayıya indirgendi. Doçentlik sözlü sınavının ana ruhu adayın dosyasının sözlü olarak tartışılması ve adayın dosyasındaki ortak çalışmalara ne kadar hakim olduğu ve geleceğe yönelik hedeflerinin anlaşılması olmalıdır. Ancak maalesef bazı jüri üyeleri dosyaları yeterince incelemedikleri için, sınav sırasında adaya lisans düzeyinde sorular sorarak temel bilgiyi ölçmeyi hedeflediler. Böyle olunca da doçentlik sözlü sınavı amacından uzaklaştı ve kaldırıldı. Günümüzde doçent adayı internet üzerinden başvurusunu yapıyor, jüri üyelerine e-posta yoluyla dosyanın bağlantısı gönderiliyor ve sanal ortamda aday doçent oluyor ya da olamıyor. Artık aday asgari kriteri sağlamışsa ve dosyasında etik bir sorun yoksa jüri üyelerinin çoğunluğu olumlu oy kullanıyor ve aday doçent oluyor. Oysa ki doçentlik unvanı akademimiz açısından hayati öneme sahip. Ayrıca aday için de akademik hayatının en önemli aşamalarından biri. Sözlü sınav varken, sınav sonucunu jüri başkanı adaya yüz yüze bildirir ve başarılı ise cüppesini çıkararak adaya giydirir, sınavın yapıldığı binada dolaşması istenirdi. Bu harika anı başarılı bir aday olarak yaşamak ve jüri üyesi olarak tanık olmak akademinin en güzel zamanlarından biriydi. Neticede, akademik yükseltmelerindeki sübjektifliği ortadan kaldırma ve adayların haklarını korumak için alınan önlemler başka yan etkileri beraberinde getiriyor. Konu yine dönüp dolaşıp akademik değerlendirmelerde tarafsızlığını ve genel ilkelerini korumaya, bunların ihlallerini ise kendi içinde engelleye geliyor. Aksi durumda, yasalar yoluyla alınan önlemlerin tamamı akademinin ruhuyla örtüşemediği için sorun gittikçe büyümeye devam ediyor.
3 yorum
Kesinlikle gereklidir diye düşünüyorum. Bu konuda kendi doçentlik serüvenimi dahi yazmıştım. O makalemde geniş geniş yazdığım için burada bahsetmeyeceğim. Makalemde yazdığım gibi “Benim Yolum” isimli hatıra kitabıma da koydum.
https://www.akademikakil.com/docentlik-yollari-tasli/irfanyalcinkaya/
https://www.akademikakil.com/benim-yolum-tababet-sanatinin-icrasi-ile-gecen-33-yil/irfanyalcinkaya/
43 yaşında bir dr. öğretim üyesiyim, proje hazırlayıp ülkeme faydalı işler yapmaya çalışmaktan başka bir de lisans öğrencilerimi en iyi şekilde yetiştirmeye çalıştım. İnşaat mühendisliği ulaştırma anabilim dalında bir bayan hocayım. Doçentlik kriterlerinden sözlü sınavının kaldırılmasına çok mutlu olmuştum çünkü sürekli doçent ve prof. hocalarımız tarafından mobinge uğruyordum. sözlü sınavına girdiğimde ne olacağını düşünüp duruyordum. kaldırıldı, son beş senedir çok çalıştım ve yayınlarımı tamamladım fakat yayınlarım SCI da taranıyor ve kabul olduğu halde basılma aşaması tam bir buçuk yıl süre gerektiriyor. Bu nedenle onların basılması için beklemek zorundayım. şimdi doçentlik sözlüsünü tekrar getirirlerse ve bana mobing yapan hocalar sınavımı girerse diye çok üzüldüm doğrusu. Keşke bilimsel çalışmalarımı görebilselerdi… akademisyen olmak kolay değil çünkü iş sadece bilimsellikte bitmiyor. Allah iyi insanların yükselmesini nasip etsin. Umarım sözlü gelmez de etik dışı olaylarla karşılaşmayız. Ayrıca SCI da taranan dergiler benim alanımda genellikle Türk düşmanlarının elinde kabul ettirinceye kadar makalemden Türkiye haritasını (ki yer göstermek için bir şeklimde mevcuttu) kaldırttılar. Artık Bu SCI zorunluluğuna da bir şey demiyorum…
Sayın hocam, 1981 YÖK kanunundan önce doçentliğe girebilmek için adayın önce bir tez hazırlaması gerekiyordu. Tezden ve yabancı dil sınavından geçen aday, önce pratik sınava alınırdı. Tıp’da cerrahi branşlarda jüri önünde ameliyat yaptırılırdı. Daha sonra, aday sözlü sınava alınırdı. bu aşamayı da geçen aday öğrencilere yönelik ders anlatırdı. Öğrencilere önceden haber verilir, amfide ön sırada jüri üyelerine yer ayrılırdı. jüri üyeleri cübbeleriyle gelirler ve ders başlardı. En arkada adayın bir arkadaşı zaman tutar ve kartonla adaya kaç dakika kaldığını bildirirdi. sınavın her aşamasında aday başarısız olduğunda aday bildirilir. ileriki aşamaya geçilmezdi. Ders bitiminde, hocalar dışarı çıkarak son bir değerlendirme yaparlardı. Aday başarılıysa, tekrar gelerek jüri başkanı ilan ederek cübbesini adaya giydirirdi. başarısız olan adaylar, başarısız oldukları etaptan itibaren, bir yıl sonra yeniden sınava girerlerdi. Prof olmak için, ikinci yabancı dil sınavından geçmek gerekirdi. Bu sınavda adaya bir tercüme metni verilerek evine gönderilir. Bir yakınına metni tercüme ettiren aday, ertesi gün cevabı getirip kolayca profesör olunurdu! Dil sınavı hariç, diger etaplarda, çok ciddi sınav yapılırdı.
Sonra ne mi oldu. Önce dil sınavı başarı puanları düşürüldü, pratik ve sözlü sınavlar kadırıldı. Adaylar jüri üyelerini anında öğreniyorlar. Daha sonra da, telefon trafiği çalışmaya başlıyor. Jüri seçimleri de, bilgisayar da oluyormuş. Geçiniz efendim. Üç tanesi ekipten, iki si de dolgu maddesi kabilinden olunca, istenilen adayın doçent olmaması imkansız gibi oluyor.