Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1934’de yayımladığı Ankara romanı ile Cumhuriyet’in kuruluşu ve sonrasında resmî ideolojiye paralel Türkiye’yi resmettiği kabulü Türk roman araştırıcılarının ortak hükmü olarak kayıtlara geçmiştir.
Kısaca özetlenecek olursa Ankara romanında yazar, büyük fedakârlıklar ve çaba ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni ve yeni devletin ilk yirmi yılda kalkınma gayretlerini ve ulaşması beklenen nihai hedefi resmetmektedir. Bugünün insanı Cumhuriyetin kurulduğu yıllardaki yoksulluğu ve çaresizliği hayal bile edememektedir. Dileğimiz de bir daha o şartlara düşmemektir. 1966 yılında Kütahya’da çok değerli bir hekim ve insan olan merhum Dr. Nevzat Bilge’den dinlediğim bazı gerçek hatıraları hiç unutmadım. Kendi memleketi olan Kütahya’da Cumhuriyet’in ilk yıllarında “hükümet tabibi” olarak görev yaptığı sırada Dr. Nevzat Bilge, bazı evlerde çoluk çocuk pek çok aileyi soğuktan ve açlıktan ölmüş olarak bulduklarını üzüntü ile anlatmıştı. Bu sebeple o yıllarda ve sonraki pek çok yılda öncelikli hedef karnı tok sırtı pek insan olmak olmuştur. Bu romanı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarını eleştirirken bu insanî gerçeği gözden ırak tutmamamız gerekir. Selim İleri’nin “Annem İçin” adlı kitabında sorduğu “Niçin bu insanların ufku peynir ekmekle sınırlı?” sorusunun da cevabı yukarıdaki gerçekte yatmaktadır. (İleri, 2013).
Son Osmanlıların bize bıraktığı miras maalesef budur. I. Dünya Savaşı sonrasında hem Kurtuluş Savaşı hem de Cumhuriyet’in kuruluşundaki fedakârlık ve feragatin boyutunu idrak edemeyen Atatürk ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını kendi küçük ikballeri için karalayan kişileri ve dedemin mirası diye Türkiye Cumhuriyeti’nden toprak talep ederek yargıya taşıyan hanedan torunları şehit ve gazilerle birlikte soğuktan ve açlıktan ölen insanların özellikle çocukların da haklarının mirasçısı olduklarını hatırlamalıdırlar. Kendi çıkarlarının arkasına sığınıp bu vatanı var etmek için katlanılan çileden öte yaşamadan, hiç doymadan, ısınmadan ölerek bağımsız bir vatan bırakanlara hakaret etmek ve onlardan hak talep etmeden önce minnet duymayı öğrenmeleri ve helâllik almaya çalışmaları insanlık gereğidir.
Yakup Kadri’nin Ankara romanında Neşet Sabit gazeteci-yazar, Selma Hanım ev hanımı-hemşire- okul yöneticisi ve sporcu Yıldız Hanım Cumhuriyet’in aydınlık geleceğinin temsilcileri olarak resmedilmiş ve onların gözünden ve dilinden Batı medeniyetine ulaşılabileceği tasavvuru anlatılmıştır.
Erkân-i harp Miralay Hakkı Bey asker-spekülatör; Milletvekili Murat Bey, iyi niyetli ama medeniyeti özde kavrayamamış, kendince batının yaşama şekli algısını hayata geçirdiğini zannederek şaşkın işlerle uğraşanların temsilcisi; Selma hanım’ın ilk eşi Banka şefi Ahmet Nazif Bey, sıradan insanların temsilcisi; Sugurluzade Ömer Efendi manufaturacı, Ömer Efendi’nin ev içi faaliyetlerden sorumlu iki eşi Hatça ve Halime hanımlar, annesi ve kız kardeşi; erkek kardeşleri Hüseyin ve Veysel çiftçi-derici; Tahtakale’den başlayan zenginliği Yenişehir’e taşıyan eğitimli iki oğlu- tüccar, halkın çoğunluğunun temsilcileri; Mebus Murat Beyin eşi, annesi ve kız kardeşi Cemile, iki oğlu, aile reisinin kararları dışında irade ortaya koyamayan kişilerin temsilcileri: Meclisin en koyu mutaasıpları olarak tanıtılan ve seçimlerde kazananı belirleyecek güce sahip halkta karşılığı olan sarıklı sakallı üç hoca efendi, binbaşı Hakkı beyin ifadesi ile “kara terör” diye vasıflandırılan üç karakter islamiyeti folklor olarak algılayan ve kadınları hayatın dışında tutarak müslümanlık değerlerini temsil ettiklerine inanan gerçek İslamiyeti öğrenmemiş kişilerin temsilcileri olarak Cumhuriyetin aydınlık tasavvurunun dışında tutulmuştur.
O dönem halkın ifadesi ile Gazi sıfatıyla anılan Atatürk’ün herkesten uzak ve yüksekte yol belirleyici bir ışık huzmesi gibi tasvir edilmesi de dikkat çekicidir. Hayatın her anının içinde olan ve sanayi devrimini yakalatmaya amaç edinen Atatürk’ün uzak ve yüksek ışık gibi kabulü romandaki hedeflerin sınırlanmasını ve küçülmesini beraberinde getirmiştir.
Tanzimat ile başlayan geri kalmışlığa çare arama Cumhuriyet’le birlikte ivme kazanarak devam etmiştir. Maalesef 98. Yılda göreceli çeşitli mesafeler alınmış olmasına rağmen lider ve zengin ülke konumu yakalanamamıştır. Bilgiyi üreten ve bilginin sahibi olan, keşif yapan ülkeler medeniyetteki gelişim ve dönüşümü sağladıkları için dünyayı yönetmek ve yönlendirmek de bu ülkelerin, devletlerinin inhisarındadır. Sanayi devrimi önce bilgiye, oradan siber devrime evrilirken bu keşiflerin ürünlerinin kullanıcısı olmaya devam etmekteyiz. Bilim tarihçileri Tanzimat döneminde Türkiye’de bilimin Batıdan 70 sene geride olduğunu söylemektedirler. O günden bugüne aradaki fark 70 sene midir bilmiyorum ama hâlâ batıdan bilgi ve teknoloji alarak ilerlemekteyiz. Onlar ilerledikten sonra fark edip öğrenmek, ilerleme değil izleme olmaktadır. Çünkü yeni diye algıladığınız bir sonraki yenilik şekillenirken zaten eskiyor ve biz gene geride kalmış oluyoruz. Mesele kendi dronumuzu yapmak değil, var olmayan dronları keşfetmek olduğunun bilinci hâlâ yok. Uçak, araba yapmak değil uçağın, arabanın daha fonksiyonel ve daha üstününü yapmak bilinci ve bilgisi ile eğitim ve öğretim vermek olmalıdır( Atay 2021).
Bu yazıda Y.K. Karaosmanoğlu’nun Ankara romanında yirmi senede ulaşıldığı farz edilen müreffeh kalkınmış lider ülke rüyasının gerçekleşememesinde roman karakterleri ve bunların yaşadıkları hayatlar örneklerinden hareketle tıkanmaların sebeplerini tespite çalışacağım.
Gazeteci Neşet Sabit ev kadını-okul yöneticisi Selma Hanım ve öğrenci-sporcu Yıldız Hanım’ın penceresinden aydınlık Cumhuriyet tasavvuru kısaca şöyle ifade edilmiştir: “…..Nasıl vazgeçmesin ki, eskiden bir insan yaşına muadil/eşit olan her yıl, şimdi bir asır genişliğinde, bir asır mikyasında/ölçüsünde ve bir asırlık vakalarla yüklü idi. Her yılbaşında mektebe gelen istatistikleri gözden geçirirken aklı duraklıyor, bir rüya gördüğüne zahip oluyor, rakamlar, grafikler onun üzerinde fantasmagoria/ulaşılamaz hayal etkisi yapıyordu. Bunların bazısı nüfus sayısının artışını, okuyup yazmazlar sayısının azalışını, bazısı ziraî ve sınayı istihsal/üretim temposunun hızını, yol ve demiryolu siyasetinin gelişmesini; bazısı millî servet seviyesinin yükselişini, kültür ve ilim sahasındaki muhtelif terakkileri/yükselişleri gösteriyordu.
Bunlara göre, Türk milletinin senede yarım milyon arttığına memleketteki okuyup yazmazlar sayısının yüzde onlara, yirmilere indiğine; istihsal/üretim kudretinin her yıl otuz misli yükseldiğine ve bütün Anadolu’nun gerçekten bir çelik ağ içine alındığına inanmak lâzım geliyordu.
İradeli bir fen eli önce yurdun iktisadi haritasını çizmişti. Bu haritaya göre, Anadolu çeşitli üretim bölgelerine ayrılmış ve her bölge halkının fonksiyonları belirli plânlara göre saptanmıştı. Mesela Orta Anadolu, bir tarım sahası olmak hülyasını tamamıyla bırakmış geniş bir hayvancılık ve zanaat merkezi olmuştu.
Buraları geniş Devlet çiftliklerinin geniş otlaklarıdır. Orta Anadolu’nun kumaş ve şayak fabrikalarına yün yetiştiren iğci tezgâhları o sağlam, yumuşak ve sıcak yünlerini işte bu sürülerden elde eder. Anadolu’nun insan eli değmeyen bir noktası kalmamıştı. Uzaklar yakınlaşmış, çoraklar yeşillenmiş; ocaklar tütmeye başlamıştı.
Artık köylüler tezek yakmıyordu. Kömür ve odun işini en modern tekniğe göre ele almış olan devlet artık bu tarih öncesi, taş devri yakıt adetini, köylünün başından sarığı, fesi, aşarı nasıl kaldırmışsa öyle kaldırmıştı. Köy evlerinde misafirlik etmek en titiz şehirliler için bile bir cismani azap olmaktan çıkmış, Virgul’un Bokoliglerindeki kır safaları gibi bir şey olmuştu.
Hele Garbi/Batı Anadolu’nun köyleri, ovaları, bağları, bahçeleriyle herhangi bir ileri Avrupa ülkesinden hiç farkı kalmamıştı. Çeşitli, seçme ve yüksek ziraat burayı beş on yıl içinde Fransa’nın Provansa’sına ve buranın mahsulleri artık eskisi gibi yalnız dışarıdan gelecek muktedir, serseri tüccarın yolunu gözlemiyordu. Türkiye’nin iç pazarları düzene gireli, hassaten/özellikle orta Anadolu bu mahsullere geniş bir ölçüde müşteri olalı, Manisa’nın üzümü, Aydın’ın inciri artık ikide bir çuvallarda kurtlanmak tehlikesinden kurtulmuştu.
Selma Hanım, bu zengin feyizli/verimli bölgesine her uğrayışında yere kapanıp toprağı öpmek arzusunu duyardı. Ucu bucağı görünmeyen yeşil bahçelerin gölgeliklerinde, bu son on altı, on yedi yıllık hummalı ömrünün bütün yorgunluklarını dindirirdi.” (Karaosmanoğlu, 2013, s.222-226).
Cumhuriyet’in kurulduğu, Birinci Dünya Savaşı ve ardından Kurtuluş Savaş’ında bütün refahını ve değerli varlıklarını kaybetmiş bir milletin aydınlarının önceliği doğal olarak öncelikle doymak, örtünmek ve barınmak olmuştur. Burada Y.K. Karaosmanoğlu’nun bize çizdiği ufuk 1942- 43’çe kadar aç açık kimsenin kalmadığı, yaşamak için gerekli bütün ihtiyaçların karşılayacak üretim seferberliğinin başarıya ulaştığı inancıdır. Bu çizilen ve Cumhuriyet’in 20. Yıl kutlamaları içinde yüksekte bir ışık huzmesi olarak resmedilen Gazi Paşa’nın 1938’de ölümünün getirdiği kırılma hiç düşünülmemiştir.
1940’lı yıllarda doğanlar Türkiye’nin Cumhuriyet’in ilk yıllarındakine yakın yoksullukla boğuştuğunun yaşayan tanıklarıdır. Bu hayal edilen refaha 2000’li yıllarda bile Türkiye’nin ulaşamamış olması her aydının yüreğinde bir yaradır. ABD ve Batı Avrupa halkları 1950’lerden itibaren refah toplumları haline gelmişlerdir. Türkiye’de Yakup Kadri’nin uzakları yakın etmek diye ifade ettiği ulaşım alt yapısının sağlanması ancak 2000’li yıllarda büyük ölçüde gerçekleşmiştir.
“Hayatta en hakiki mürşit/yol gösterici ilimdir”; “Benim söylediklerim ilimle çelişirse ilimi tercih ediniz.”; “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesi olmalıdır.” gibi önemli ve hayati vasiyetler bırakan Büyük Atatürk’ün ardından Anadolu çocukları nasıl PKK, İŞİT, Fetullah Gülen, Adnan Oktar örgütü ve benzer diğer tarikatlar tarafından ele geçirilmiş ve akılsız, kendi milletine ve devletine düşman robotlar haline getirilmiştir? İki üç nesil cehaletin, vicdansızlığın batağında paşa, asker, polis, profesör, öğretmen, iş adamı, yönetici, müdür, kurum başkanları, politikacı, hâkim, savcı, avukat, doktor, eczacı, bilgisayarcı, tüccar gibi sıfatlar kazanabilmiş milletine ve devletine ihanet edebilmiştir? Sağ duyu ortadan kalkarak bu şarlatanlara en değerli kurumlar nasıl teslim edilmiştir? Toplumsal hayatımızdaki insan örnekleri doğru tahlillerle değerlendirilmez, eğitim sistemi doğru akslara oturtulmazsa, İslâmiyet folklorik kabullerden ayıklanarak gerçek temellerinde öğretilmezse Türk insanı kendisini çaresiz hissetmeye devam ederse, terör örgütleri ve tarikatlar insanlarımızı çalmaya devam edecek, benzer problemler başka adlarla ve benzer yapılarla istismarlarını sürdüreceklerdir.
Ankara romanında İstiklâl Savaşı’nın kahraman kumandanı, idealist, Kurmay Albay Hakkı Bey, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra neden ve nasıl gösterişi ilerleme zanneden, görgüsüzlüğü medeniyet diye sunan, etik değerleri olmayan aracı, çıkarcı bir spekülatöre dönüşmüştür? 12 Eylül sonrasında işkencelerden geçen sağcı ve solcu idealistlerden de bu türlü eksen kaymaları yaşayanlar olmuştur. Olumlu ve olumsuz ortamların insan yaradılışına yaptığı katkı ve tahribat sosyal ve psikolojik değerlendirmelere muhtaç bir konu olarak durmaktadır. Ayrıca benzer şartların olumlu veya olumsuz bazı insanları iyi bazı insanları kötü etkilemesinin de araştırılmasında yarar vardır. Sağlıklı ortamlarda insan zaaflarını kontrol altında tutarak bu problemlere çözüm geliştirmek gerekir. Toplumun sağlıklı ilerleyebilmesi bu türlü yetenekli kişilerin dejenere olmasını engellemekle mümkün olur. Sağlıklı ortamlarda bu zekalar yararlı yaratıcılık üretebilir. İnsanı kötülüğe ve yozlaşmaya sapmaktan engelleyen en önemli etken zeki insanların yeteneklerine uygun ortamlarda yaratıcı üretkenlikle kendilerini anlamlı hissetmeleridir.
Sıra dışı bazı insanlar faal hayattan sade hayata geçtiklerinde veya bulundukları konum ve çevre öngördükleri hizmetleri engellediğinde boşluğa düşmek ve sapma yaşamak yerine kendilerine fonksiyonu olan etkinlikler yaratarak kendi makamlarını kendileri şekillendiren insanlardandır. Bunun en önemli örneği Büyük Atatürk’tür. Onun hayatı olumsuzlukları ve yokluğu zafere taşımanın örnek hikâyesi olarak değerlendirilmelidir.
Banka şefi Ahmet Nazif Bey, yaradılış itibariyle sakin ve uygun ortamlarda verimli; atılım ve büyük değişimlerde risk alamayan vasat insan çoğunluğunu temsil eden yönetilebilir insan örneklerindendir. Çalkantılarda ayakta kalamamış ve hayatın ve romanın içinde kaybolmuştur. Gelişmiş ülkelerde sistem bu kalabalık çoğunluğa göre bir düzen ve altyapı kurarak ahengi sağlamıştır. Ortalama insanlar kurulu düzen içinde kendilerine verilen görevi yerine getirerek hayatlarını idame ettirebilirler. Belirsiz ortamlarda bu tür insanlar dağılırlar.
“Sungurlu Zadeler Ankara’nın muteber bir ailesidir. Gerçi Sungurlu Zade adı işiteli olsa olsa on beş yirmi yıl olmuştu. Hele iş âleminde ün almalarının tarihçesi bundan daha yenidir.
Büyük Kavga’nın/Kurtuluş Savaşı başlarında üç kardeşten biri Veysel Efendi bir tüccarın yanında çalışıyor; öbürü Ömer Efendi köyler arasında gezginci manufaturacılık yapıyor; üçüncüsü Hüseyin de Dereboyunda tabaklık/dericilik ediyordu. Ankaralılar arasında hiç kimse bunların adını sanını bilmediği için Büyük Kavga’nın ikinci yılı birdenbire ne gibi işlerle zengin oluverdiklerini hatırlamaz. Hatırlasa bile bunda şaşılacak bir şey bulamayacaktı. Zira Büyük Kavga’da cephe gerisini tutanlardan birçoklarının, yalnız Ankara’da değil, memleketin her bucağında böyle servet ve samana konuverişleri en tabii hadiselerden biri halini almıştır. Onun içindir ki Sungur Zadeler günün birinde Tahtakale’de (….) hanındaki mağazalarını açıp işe başladıkları vakit Ankara iş ve ticaret âlemi bu yeni müessesenin/kurumun varlığını alışkın bir tavırla kabul etti.” (Karaosmanoğlu, 2013, s.28-31).
Ulaştıkları zenginliği Sungurlu Zadeler kişisel hayatlarına, dış görünüşlerine ve ev ortamlarına yansıtmazlar. Onlardaki bu yoksul görünüm zenginliği şımarıklık olarak algılayan Anadolu insanı tarafından olağan olarak algılanırken İstanbullu Selma Hanım tarafından küçümsenerek karşılanır ve onlara karşı öteki bakışı pekişir.
20. yüzyılın son çeyreğinde “Anadolu Kaplanları” diye isimlendirilen Anadolu’nun girişimci insanların öncüsü olan Sungur Zadeler ve benzerleri harp zengini çıkarcı diye niteleyerek dışlamak yerine bu insanların şartlarını ve yaklaşımlarını anlamaya çalışmamak toplum dinamizmini sağlıklı yönetmeyi ve yönlendirmeyi engellemiştir.
Zenginliğin sağlıklı yaşanması kültürü maalesef geniş halk kitleleri tarafından öğrenilmemiştir. Paranın insanı bozacağı inancı yerine paranın insanı ve toplumu güçlendirip geliştirecek doğru kullanılması gereken bir araç olduğu anlayışının yerleşmiş olmaması büyük bir eksikliktir. “Para önemli değil önemli olan insanlık.” Deyişi insanlığın para ve makam gibi güçle sağlanabileceği gerçeğini örterek insanları pasifleştirmiş ve çaresizliğe mahkûm etmiştir. Sungurlu Zade benzerleri zaman içinde entelektüellerin ötekileştirmeleriyle Cumhuriyet değerlerinden uzaklaşmış giderek artan servetleriyle FETÖ ve benzeri yapılarda statü kazanarak millî bütünlük içinde ayrı adacıklar halinde yaşamaya başlamışlardır.
Selma Hanım, İstanbul’un imkanlarını bulamadığı yoksul Ankara’yı ve Ankaralıları küçümseyerek ve kendi bilgi ve görgüsünü yeterli tek doğru gibi görerek Cumhuriyet’in kuruluş yılları heyecanı ve söylemlerini kalıplaştıran sade halktan koparak devrimleri ve bayramları içi boşaltılmış gelişmeyen dönüşmeyen klişe ritüeller olarak donduran Cumhuriyet aydınlarının öncü temsilcisidir. Giderek fonksiyonsuz ve yalnızlığa doğru yol alan kendilerini Atatürkçü, devrimci ve sosyal demokrat diye adlandıran kesim Selma ve Neşet Sabit’te tasvir edilen ufuksuzluğu tahlil etmedikçe içinde bulundukları kısır döngüden çıkamayacaklardır. Ne olmaları gerektiğine karar vermek yerine ne olmadıklarını anlatarak yol almaları mümkün değildir. Selma hanım ve Neşet Sabit, kendilerince güzel ve doğru olanı vaaz ederek büyük çoğunluğu küçümseyerek hep birlikte doğru hedefleri seçme ve yol alma imkânlarına kapı kapattıklarının bilincinde değildirler. Hayatın edebiyattan matematiğe, ziraattan mühendisliğe, astronomiden tıbba, eczacılıktan hukuka, dinden ticarete, ekonomiden mimarlığa, kültürden meteorolojiye, topraktan astronomiye, fabrikaya, araştırma laboratuvar ve merkezlerine ve daha pek çok boyutu içinde barındırdığı kompleks ve geçirgen yapının çok farklı insan yaradılış, birikim, yaklaşım, anlayış, yetenek çeşitliliği ile oluşan bir iklim olduğunu kavrayamamak ve tek boyutlu düşünmek ve davranmak Cumhuriyet’in dramı olmuştur.
Klasik batı müziğinde, orkestradaki çeşitlilik ve çok seslilik batı düşüncesinin bu karmaşık ve gerçek hayat iklimini yönetmesini de sergileyen dikkat çekici bir örnektir. Stratejik ve eleştirel düşünce sahibi olan Büyük Atatürk, tek sesli müziğin tek boyutlu düşünceyi beslediğini gördüğü için yeni nesillerin çok yönlü, eleştirel ve stratejik düşünce yeteneklerini kazanmalarını sağlamak üzere klâsik batı müziğini öğrenmelerini istemiştir. Ancak bu girişim de doğu batı kavgasına kurban edilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında ilk öğretimde mandolin çalma mecburiyeti de notayı okuma, çalarak uygulama ile birkaç şeyi bir arada yaparak koordinasyon becerisi kazandırmaya yönelik bir eğitim yöntemi iken konuyu kavrayamamış öğretmen ve yöneticiler aracılığı ile işkenceye dönüşmüştür:
“İkisi karşı karşıya oturup gene “Ah bir gramofonumuz olsaydı…” teranesini tekrar ettikleri anda….” Nazif Bey, Selma Hanım’a evlerinde gramofon olan eski okul arkadaşı milletvekili Murat Bey’in onları Etlik’teki bağ evlerine davet ettiğini söyler.
“….. bir takım dolambaçlı sokaklardan, hiç insan eli değmemiş kır yollarından derelerden tepelerden geçerek Etlik’e gittiler. Mebus Murat Bey, geniş viran bir bağın ortasında bir küçük Bektaşi tekkesini, metruk/terkedilmiş bir ayazmayı andıran acayip bir binada oturuyordu….. Murat Bey misafirleri için havuz başında bir yer hazırlatmıştı. Annesi, kız kardeşi, karısı misafirleri orada bekliyordu. Murat Bey’in annesi sonradan İstanbullulaşmış, sade, düz, temiz bir Rumeli kadınıydı. …..Murat Bey’in halinde, bakışlarında, gülüşlerinde öyle bir saffet, öyle bir babayanilik vardı ki, bu şişman adam, genç kadına adeta kendisinin de kırk yıllık ahbabı imiş gibi geliyordu. …. Selma hanım içinden ne sade adamlar dedi ve ne sade yaşayışları var……” (Karaosmanoğlu, 2013, s.41-42).
Çevresindekilerden bazısını sade bazısını ilkel diye nitelendiren Selma hanım’ın bu insanlardan üstünlüğü ve farklılığı nedir? sorusunun cevabı yoktur. Selma hanım lise mezunu ev hanımı, daha sonra şartlar gereği el yordamıyla okul yöneticiliği ve hemşirelik yapmış sade bir insandır. Romanda Cumhuriyet’e ve kalkınmaya inanmış olması kendince ihtiyaç duyulan alanlarda çalışmış olması onu küçümsediği insanlardan üstün kılmamaktadır. Cumhuriyetin hedefi olan sanayi devriminin alt yapısını kavrayacak ve katkıda bulunacak donanıma ve ufka sahip değildir. Örnek tip gibi gösterilen Neşet Sabit ve Selma Hanım bence diğerleri ile birlikte Cumhuriyet’in dramını yaratan insan örneklerini temsil etmektedirler. Kendi ifadesi ulaşılmasını hayal ettiği “fantas-magoria” temel ihtiyaçları karşılamaktan ibarettir. İyi olmayı hayal eden ama iyiyi tanımlayamadığı gibi somutlaştıramadığı doğruları söyleyecek, birileri yapacak! Peki bu birileri kim, nerede? Ankara’da gramofon olunca Türkiye kalkınmış mı olacaktır? Küçümsediği birilerini kim eğitecek? Birikimler hayata nasıl katılacak? Kendi içinde üretken olan ev kadınlarının üretkenlikleri ilerlemeye nasıl dahil olacaktır? Gibi binlerce soru dün olduğu gibi bugün de cevapsız kalmıştır.
Batılaşmanın nasıl olması gerektiği konusu Tanzimat’tan itibaren yaşama tarzı, kılık kıyafet ve kültür üzerinde odaklaşmıştır. Batılılaşmadan yana olanlarla karşı olanlar arasında hiçbir fark yoktur. Gerçekte bilgi ve teknolojiyi kim üretiyorsa kültürü de o üretmektedir. Sanayileşme yaşayan ülkelerde sanayide çalışanların ihtiyaç ve talepleri sonucunda kadınların eşit iş yaptıkları erkeklerle eşit hak talepleri ortaya çıkmıştır. Çalışan kadın ve erkek yaptıkları işlere uygun kıyafet ihtiyacıyla kıyafet alışkanlıklarını değiştirmişlerdir. Büyük aile çekirdek aileye dönüşmüştür. Feminist hareket sanayi devriminin sonucudur. Üretim, hayatı ve kültürü dönüştürmüştür. Bizdeki tartışmalarda bilginin sahibi olmak ve bilgi ile teknoloji üretmek gibi temel ilerlemeyi ve dönüşmeyi, keşifleri getirecek konular bugün de tartışılmamaktadır. Cumhuriyetin örnek kadın tipi gibi kabul edilen Selma Hanım, kendi adına var olabilen bir kişilik değildir. Üç erkeğin eşi olarak onların ortaya koyduğu düzen içinde kendince var olmaya çalışmıştır. İstanbul’daki imkanlar yok diye şikâyet edip etrafını küçümsemek yerine olması gerekenleri yapan bir kişilik Cumhuriyet’te beklenen dönüşümü sağlayacak örnek tip olabilirdi. Selma hanım, erkek egemen zihniyetin edilgen kadın örneğidir.
Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün eksikleri ve zaafları görmesine rağmen halkın hiçbir kesimini küçümsemeden, kimseyi yargılamadan, dışlamadan eksiler yerine artılardan hareketle bütünleşme ve paylaşarak destekleyerek gelişme ve değerlendirme üslubu maalesef çevresindekiler tarafından benimsenmemiştir. Bu romanda görüldüğü üzere birbirine yargılayarak bakmak ve ötekileştirmek ortak üretken bir üsluba ulaşmayı engellemiş ve daha sonraki yıllarda siyasette keskin suçlamalarla taraftarların da birbirlerine düşmanlaşmasına sebep olmuştur.
Türkiye’nin parlak, zeki ve yetenekli insanları birbirlerinin tercihlerine saygı duyarak birbirlerini dinleyerek eleştirilerle görüşlerini geliştirip çeşitlendirerek yararlı ortamlarda hizmet ve üretme alanları yaratmak yerine acımasızca suçlayarak birbirlerini engellemeye ve yok etmeye yönelmişlerdir. 12 Eylül çizmeleri altında yok edilen parlak nesillerin ardından Türkiye “Ne sağcıyım ne solcu, ben bilmem büyüklerim bilir.” Diye özetlenen silik, muhakeme edemeyen veya etmeyen orta yetenekte insan gücünün geçerli olduğu, giderek liyakat aranmayan itaat kültürünün hakimiyetine girmiştir.
“Türklerin Tarihi” (Günay, 2006) yayınlandıktan sonra bir tanıdık “Kim sizden bu kitabı yazmanızı istedi?” diye sorduğunda önce bu ne diyor, bu ne demek diye hayretle bakmış ve sonra “Hiç kimse, ben eksiği ihtiyacı uzun yıllar hissettim. Tarihçi meslektaşlara söyledim. Onlar kendi ihtisasları arasında böyle bir müracaat kitabına vakit ayırmayınca ben yazdım.” Cevabını vermiştim. Bana yöneltilen soru sorumluluk alamayan ve kendi adına taşımaktan korkan itaat kültürü insan örneğinin yaklaşımıydı. Bu olay beni çok düşündürmüştür. Bir profesör, öğrencilerinin, kendi çalıştığı alanın, toplumun eksik olan ve ihtiyacına cevap verecek bir küçük hizmeti bile bir makamın emri ile mi yapacak?
İnsan kalitesini yükseltmek 21. yüzyılda en büyük ihtiyacımız diye düşünüyorum. Siber çağ ve küreselleşme hem hayatın hem de anlamlar değerler kurallar bütününü değiştirmekten öte tarumar etmekte. Bu oluşumun başında olanlar bile yapay zekâları yönetip yönetemeyeceklerini bilmemekteler. Şekillerle uğraşmayı bırakarak özü kavrayıp oyunun oyuncuları arasına girmek gerekir:
“………yayalarca yol gibi kullanılan hendeğin içinden iki üç baş göründü. Bunlardan bir tanesi beyaz öbürü yeşil sarıklı idi. Üçüncü yarı köylü, yarı Ankara eşrafı kıyafetinde.
Murat Bey:
‘Aman hanımlar içeriye… Bizim Şeyh Emin’le, Nuri Hoca geliyor’ dedi. Ve kadınlardan tası tarağı toplayan içeri kaçmıştı. Selma Hanım, bu panikten bir şey anlamadığı için yerinden kımıldamamıştı.
Murat Bey, ümitsiz bir tavırla:
“Eyvah, yakalandık.” dedi. “Artık mecliste dillerinden çekmeyeceğim kalmayacaktır.”
Ve sesini daha ziyade yavaşlatarak mırıldandı:
“Hanımefendi, bunlar bizim meclisin en koyu mutaassıplarındandır. Seçim bölgelerinde öyle bir nüfuzları vardır ki, kimse sesini çıkaramıyor, adeta herkese terör yapıyorlar.”
Binbaşı Hakkı Bey, hiç istifini bozmadı:
“Kara terör, kara terör.” Diye söylendi. “Bizim düşmanımız yalnız Avrupa değil, bunlar da bir gün bunlarla da çarpışmak lâzım gelecek…” (Karaosmanoğlu, 2013, s.42-43).
Selma Hanım: “Geçen sene,” dedi.” Gene burada, böyle bir akşamdı. Büfe başında idik. Bir ihtiyar sarhoş bana yaklaştı. “Beni tanımadınız mı?” dedi. Meğer bundan altı sene evvel, bir gün Murat Beylerin Etlikteki bağında rast geldiğim bir şeyhmiş. Hatırlıyorum, kuzguni top sakallı, kelli felli bir adamdı, gözlerini bir kadına çeviremeyecek kadar mutaassıptı. (Karaosmanoğlu, 2013, s.142).
Bu roman, örneklerden de görüldüğü üzere Cumhuriyet’in resmî ideolojisini değil Cumhuriyet’in dramını anlatmaktadır. Cumhuriyetin aydınları bilim teknolojinin kendi kültürünü yarattığı gerçeğini görememişlerdir. Batıdan alınacak ödünç bilgi ile yol alınamayacağını anlamamışlardır. Bu romanda ve Peyami Safa’nın “Fatih Harbiye” (Safa,1931) adlı eserinde doğu- batı çatışması diye anlatılan bugün de devam eden kendi töremiz ve çağdaş yaşam çatışmasında her iki tarafın da yanıldığı nokta bilgiyi ve teknolojiyi sen üretmedikçe hangi yaşama tarzını seçersen seç ilerleme ve keşif olmayacaktır. İlerlemeyi yaşama tarzı üzerinden değerlendirmek ve hayallerin nasıl gerçeğe ve uygulamaya dönüşeceği alanında düşünüp çalışmak yerine tartışmaları kişiselleştirerek polemiklerle birbirini sindirerek çıkış yolu bulmak mümkün değildir.
İlk robotu keşfeden Artukoğlu Beyliği bilim adamı El Ceziri’nin (Tekeli, 2002) ardılları niye yetişmemiştir diye sorgulamak; Anadolu beyliklerinde bilimsel çalışma yapan âlimlerin uygulamaya dönüşmeyen teorilerin hayata katkısı yoktur (9) hükmü neden Osmanlılarda alıcı bulmamıştır? Tolunoğulları (Günay, 2015, s.160) Memluklar (Günay, 2015, s.221) ve Selçukluların (Günay, 2015, s.271) hastaneleri Osmanlılarda gelişerek devam etmemiştir? Gibi pek çok sorunun cevabını bulmadıkça kadınlar tesettüre girse de girmese de evin reisi erkek olsa da olmasa da Batının bilgisine, teknolojisine muhtaç, keşiflerini izlemeye devam edeceğiz.
Şeyh Eminler Adnan Oktar’a, Nuri Hocalar FETÖ’ye dönüşürken evlatlarımız çalınmaya istismar edilmeye devam edecektir.
Cumhuriyet’in aydınlık yüzü kabul edilen Neşet Sabit, Selma Hanım, Yıldız Hanım, bilgi üreten, keşif yapan, bilgi ve vizyon sahibi olmadıkça yeni yüzyılı doğru okumadıkça Cumhuriyet’in dramına su taşıyanlar olarak kalacaktır.
Kaynakça
Günay, Umay Türkeş. (2006). Türklerin Tarihi, 1. baskı, Ankara: Akçağ Yayınları.
Günay, Umay Türkeş. (2015). Türklerin Tarihi, 5. baskı, Ankara: Akçağ Yayınları.
İleri, Selim. (2013). Annem İçin, 4. Baskı, İstanbul: Everest Yayınları.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. (2013). Ankara, 20. Baskı, İstanbul:
Safa, Peyami, Fatih Harbiye, İstanbul:1931
Tekeli, Sevim. (2002). El Ceziri, EL-Câmi Beynel- ilm ve’l- Amel en- nafi’ Sınaatı’l Hiyel, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Atay Oğuz, Bir Bilim Adamının Romanı- Mustafa İnan , Istanbul 2021