Ordinaryüs Prof. Dr. Cahit Arf, 1959 yılında Atatürk Üniversitesi tarafından düzenlenen halka açık konferans serisinin ilkinde günümüze de ışık tutacak bazı önemli tespitler yapıyor. Arf, bu konuşmasında öncelikle Erzurum’a davet edildiğinden dolayı duyduğu mutluluğu ifade diyor ve Atatürk Üniversitesi’nin dünyaca tanınan bir üniversite olacağına dair temennisini dile getiriyor.
Arf, bu kapsamlı ve ayrıntılı konuşmasında bugün hala içinden çıkamadığımız, anlamadığımız ve tartıştığımız bazı konularda gerçekçi ve somut tespitler yaparak belirlediği sorunlara yönelik dikkate değer öneriler sunuyor.
Okumuş veya okumamış olan insanlarımızın beklenmedik bir durum veya olayla karşılaştıklarında ve durumu anlamadıklarında akıllarını kullanmak yerine başka birine giderek bir öneri alma hastalığını teşhis eden Arf, aklına başvurulan kişinin akılcı bir yaklaşıma göre değil kendine olanın güvenin sarsılmamasına yönelik cevaplar vereceğini vurguluyor. Bugün, toplumun genelinde, özelde ise akademide bilimin ve bilginin öncelenmesi yerine kendi zeminlerini güçlendirmekten başka amacı olmayan kanaat önderlerine (!) başvurulması bu hastalıktan henüz kurtulamadığının bir göstergesi…
Arf’ın münazara ve münakaşa arasındaki farka dikkat çekerek çoğunlukla başkalarını anlamak yerine kendi düşüncemizi başkalarına dayatma hastalığın olarak yaptığı tespit de günümüz hala geçerliliğini koruyor. İnsanımız, başkalarının düşüncelerini dikkate almadan düşünce empoze etmeye çalışırken mutlaka bir referans kullanıyor – ki bu referans, bu referans, çoğunlukla kaynağını bilimden alan bir olgu veya argüman olarak değil, tersine sağduyu temelli felsefi düşüncelere ve din adamlarına dayanıyor-. Sonuç olarak, insanlar ne kendi aklına ne de bilimin getirdiği doğrulara itibar ediyor. Bugün, bu hastalığının alanını daha da genişleterek varlığını sürdürdüğünü görmek, acı olduğu kadar toplumun ve bilimin gelişmesini anlamlı ölçüde engelleyen bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Cahit Arf’ın belirlediği bir diğer hastalık ise insanımızın Batıya ve Batının yaptığı işlere aşırı düzeyde güvenmesi ve teknolojide, bilimde ve sanatta sürekli olarak Batıyı referans alması olarak karşımıza çıkıyor. Arf, bu durumu aslında bir hastalıktan ziyade acizlik olarak görüyor. Günümüz Türkiye’sinde savunma sanayi alanından birkaç öncü akıl sahibinin geliştirdiği yeni teknolojilerle adeta sınıf atlayabilir olduğumuzu somut bir şekilde görmüş olmak bile birçok alanda çalışmak, üretmek ve bilime değer ve önem vererek muasır medeniyet seviyesine çıkma imkânımız varken, “gavur yapmış” diyerek tonla ekonomik kaynağımızı Batı ülkelerine akıtmak da Arf’in belirlediği acizliğin somut bir sonucu… Daha da dramatik olanı, ülke kaynaklarını kullanarak iyi düzeyde yetişmiş öğretmen, hekim, mühendis, akademisyenlerin de artık ülkelerini geride bırakarak Batıda yeni hayatlar kurmak için girişimlerde bulunduklarını da hepimiz biliyoruz. Elbette ekonomik koşulların hepimizi zorladığını biliyoruz, görüyoruz ve deneyimliyoruz. Yine de Arf’in belirlediği bu acziyetle baş etmek için insan kaynağımızı Batı ülkelerin kaptırmaktan da koşullar ne olursa olsun, İsmet Özel’in can alıcı ifadesi ile “Toparlanın, gitmiyoruz.” demek, kendimiz için olmasa bile gelecek nesiller için ülkemizi önce bilimde ardından da bilime dayalı akıllı yatırım ve ekonomi politikaları ile planlı ve programlı bir şekilde çalışmak daha doğru olmaz mıydı?
Cahit Arf, bu konuşmasında askerlik yaptığı dönemde ilginç bir gözlemini paylaşıyor. Yedek subay okulunda, üniversite bitirmiş olanların, bir topun nasıl işlediğini anlamadıkları gibi okuma yazma bilmeyen erlerden öğrendiklerini gözlemliyor. Arf, aslında bugün hala evrensel, ulusal ve yerel gerçeklerden yola çıkarak üretilmiş, bilimin sunduğu bilgilere göre desenlenmiş bilgilere sırtını dönmüş bir Millî Eğitim’in insan kaynağımızı nasıl heba ettiğini de gerçekçi bir örnek üzerinden somutlaştırıyor. Ülkemizde ara eleman sıkıntısı had safhada iken bir “işsizlik ara durağında” bekletilen lisans programı mezunlarının alanlarında ne ölçüde yeterli, yetkin, topluma ve ekonomiye hangi düzeyde katkıda bulunduğu da belirsiz iken…
Cahit Arf, tüm bu süreçlerde başarı sağlanmasının kolay olmadığını da elbette biliyor ve ifade ediyor. Hepimiz “bir basamak” çıkabiliriz, ama “bin basamak” çıkmak için epeyce bir çaba göstermemiz gerektiğini vurguluyor. Bunun için de hem politika geliştirme hem de bireysel anlamda sabırlı, planlı ve azimli olmamız gerektiğini söylüyor. Ki anlamanın ve bilmenin hiç de kolay olmadığını, bunun için ciddi anlamda acele etmeden, akşamdan sabaha oy devşirme kaygısı gütmeden, özenle ve dikkatle çalışarak ve çabalayarak bu süreçlerin gerçekleştirileceğini biliyor olmamız gerekir. Diğer türlü atom enerjisinden, uzaya uydu gönderilmesine kadar ne kadar gelişme varsa bunların karşısında Arf’ın ifadesi ile “Vay, neler varmış?” demekten başka şansımız olmayacak.
Cahit Arf, konuşmasının bundan sonraki bölümünde düşünen makineler üzerine odaklanıyor ve zilli saat örneğinden yola çıkarak kurulu saatin kendi dilinde belirli bir saatte çaldığını, ama susturma düğmesine basıldığında sustuğunu, ancak bu mekanik düzeneğin elbette refleks geliştirici olarak olduğunu belirtiyor. Ardından bir miras konusunu çözmek için kullanılacak bir makineden bahsediyor. Arf, sorulacak soruların “evet” veya “hayır” şeklinde cevap verebileceğini söylerken aslında bugünkü bilgisayarın temel algoritmasını bize basit bir örnekle anlatmış oluyor ve çok basit makinelerin bile aslında bir muhakeme yürütebileceğini söylüyor. Bu tür makinelerin adını ile “analog makine” olarak adlandırıyor. Elbette bu makinelerin kusursuz işlem yapabilmelerine ve insan beyninden daha çabuk tepki vermelerine rağmen, beklenmedik durum veya sorunlar karşısında insan beyninin problem çözme kapasitesinin çok altında olduklarını da belirtiyor. Bu durumu dikkate alarak Arf, şu soruyu soruyor: “İntibak kabiliyeti olan, yani makine yapılırken düşünülmemiş olan problemleri de çözebilen bir makine yapılabilir mi? Ve nasıl yapılabilir?”
Arf, bu soruya cevap ararken insan beyninin nasıl veri işlediğini maddeler halinde sıralıyor ve bu işlevselliği makine tarafından yerine getirilmesini ön hafıza, kontrol cihazı, hafıza, dönüşüm cihazı ve yayım cihazı olarak görselleştiriyor. Bu etkilerin 20 harf kullanılarak dizilimi ile mantık kurallarına göre dönüşümünün aslında iki harf ile de olası olduğunu anlatıyor. Arf, bu açıklamaların sonunda bu makinelerin anlaşılmasının şeytanî bir zekâya değil akl-ı selim ile mümkün olduğunu söylüyor. Bunun için de “tükenmez sabır ve sebat ve bol bol ter dökülmesi” gerektiğini de hatırlatıyor. Arf, konuşmasını şu sözlerle bitiriyor: “Fakat bu işin uzun yıllar sonra bile belki de hiçbir zaman yapılamayacağını zannediyorum.”
Yapay zekâ, günümüzde mevcut bilgiyi yaratıcı bir dile sunabilmekte ve bu özelliği ile insan zekâsına benzer özellikler içermektedir. İlk defa 1950 yılında Turing tarafından “makine” ve “düşünme” kavramlarının tanımladıktan sonra Arf, makinelerin analitik ve mantıksal işlemler yapabileceğini örnek makine desenleri ile bu konuşmasında bize anlatıyor. The Dartmouth Summer Research Project on AI adlı proje ile 1955 yılında projelendirilen yapay zekâ, bugün geniş veri setlerine dayanarak karar verme ve tahminde bulunma gibi insana özgü özellikleri ile aslında yeni bir çağa ulaştığımızın habercisi olarak karşımızda duruyor. Sonuç olarak bugün artık medeniyet, yapay zekânın ortaya çıkması ile yeni bir dönemecin eşiğinde…
Cahit Arf, bundan 64 yıl önce Erzurum’da verdiği bir konferansta sadece yapay zekânın temellerini atmıyor, bilimde ve eğitimde gelişmemiz için neler yapmamız ve yapmamamız gerektiğini de gayet açık bir dille anlatıyor.
Kaynak:
Arf, C. (1959). Makine düşünebilir mi ve nasıl düşünebilir? Üniversite Çalışmalarını Muhite Yayma Ve Halk Eğitimi Yayınları, Konferanslar Serisi:1. Atatürk Üniversitesi, 91–103.
1 yorum
Gerçekten güzel bir yazı ve malumat. Teşekkürler Hocam. Ayrıca Sayın Prof. Arf bu kadar güzel düşünmüş ama sevgili profesörümüz ilerde bunun gerçekleşmesi ihtimalini çok zayıf bulmuş. Bu da herhalde o günün şartlarında akademik çevre ve toplum yapısından kaynaklı.. Güzel tespitler.