Doğa yasalarına boyun eğmek gerekiyor mu? Yoksa şimdiye kadar yaptığımız gibi doğayı kendi isteğimiz doğrultusunda biz mi dizginlemeye devam edelim?
İnsan aklını ve tecrübesini kullanarak doğayı değiştirip toplumsal hayatı da kendisine uyan şekilde düzenleyip geliştiriyorken doğruyu mu yapıyor?
Çağdaş filozoflara bakılırsa ideolojiler bitti.
İdeolojiler insanın toplumsal yapıyı değiştirme konusunda insanoğlunun vardığı en üst düzey. Sosyalizm der ki bütün ekonomik yaşamı devlet düzenlesin. İktisadi ilişkilerin şekil, sınır ve kurallarını devlet belirlesin. Çalışanlar devlet memuru olmasalar bile kazançları kontrol altında olsun. Kapitalizm der ki iktisadi yaşama karışma, bırakınız yapsınlar, ama doğal kaynakları kullanarak kar yap. Dinler, inanç kısmı bir yana bırakılırsa, insanın iç dünyasını bile düzenlemeye çalışır, iktisadi ve sosyal yaşama müdahalenin yanı sıra…
Oysa ideolojiler gerçekten bitti, daha doğrusu hepsi birbirine yaklaştı. Sosyalizm kendi halkına şiddet uygulayarak ve doğal eğilimleri yok sayarak kendi kendini bitirdi. Kapitalizm ise insanların refahını artırarak, üretim araçlarının mülkiyetinin çalışanların elinde olduğu şirketler ve kooperatifler eliyle eşitlik anlamında sosyalizme yaklaşarak ve refah devleti kavramını kısmen gerçekleştirerek kendi özüne aykırı bir sisteme dönüştü. Dinler giderek eski katı, taviz vermez tutumlarından vazgeçti. Kimse ayın nurdan olduğunu ve çevresinde feleklerin olduğunu iddia etmiyor artık. Din savaşları kitlesel ölçüde düşünülürse bitti. Farklı dinden olanla ticaret yapmamak akıldan bile geçmiyor.
İnsan kendisinin mükemmel olduğunu düşünmekten de vazgeçiyor artık. Farklı kültürler birbiri içine girince, uzak diyarlar gelişen telekomünikasyon ve fiziksel ulaşım vasıtaları yüzünden yakınlaştıkça farklı yaşam biçimlerinin olduğunu idrak ediyor.
Bu onu mutsuzlaştırıyor da.
Çünkü hepimiz az çok içine doğduğumuz kültürün tek geçerli yol olduğunu, yediğimiz, içtiğimiz, hissettiğimiz her şeyin bize özgü ve mükemmel olduğunu düşünüyoruz. Farklılıklar, bizden daha iyi alternatif yaşamlar olduğunu görmek şaşırtıyor. Belki de bu kısmi şok bizleri mutluluğu aramak için yeni yollara sevk ediyor.
Stoacılık bir felsefi okul.
İşte tam da yukarıda çerçevesini çizdiğimiz konuya bir cevap olarak kurulmuş. Milattan Önce 300’lü yıllara dayanıyor. Ne kadar eski olursa olsun antik dönem insanları da günümüzün sorunlarını yaşamışlardı. Tarih hep farklı boyutlarda tekerrür eder ya, belki de insanlığın yeni kurtuluşu stoacılıkta olacak…
Zenon Kıbrıslı bir filozoftur. Aslında felsefe tarihinde iki Zenon var. Diğer Zenon şu ikiye bölünme paradoksu ile ilgilenen ve Sokrates ile tanışık olan. Karışmasın diye onu da analım dedim. Bizim Zenon, aynı zamanda varlıklı bir tüccardır da. Gemisi enkaz haline gelince, canını zor kurtararak karaya çıkabildi. Bir kütüphaneye gitti ve zamanını orada geçirmeye başladı. İlk okuduğu Sokrates’in kitaplarıydı. Ondan öğrendiklerine kendi de eklemeler yaparak Stoacılığı meydana getirdi. Bu felsefe Zenon’dan sonra Aurelius, Epictetus ve Seneca gibi tanınmış kişilerce de kabul görerek günümüze değin geldi.
Çağdaş sosyologlardan Daniel Bell, sanayi sonrası toplumun giderek stoacılığa yaklaşacağı inancını taşır. Sanayileşmeyle beraber gelişen ve yayılan sekülerleşme (laiklik) ölümle ilgili bir boşluk (vakum) bırakmıştı. Din, bilinmeyen alanla ilgili olarak ispatlanamasa da insanları rahatlatan ve bir ölçüde tatmin eden açıklamalar yapabiliyorken, seküler yaşam biçimi bu alanla ilgili açıklama yap(a)mıyor, ölüm kısmını boş bırakıyordu.
Öte yandan seküler – endüstriyel yaşam bu konuda hiçbir şey yapmamış da değil. Bireysel ölüm yerine kollektif başarıların sürekliliğine vurgu yaparak aslında gelişme ve ilerlemenin, yani bireysel başarıyla ortaya çıkan kollektif gelişmenin sürekli olduğunu söyleyerek bir çeşit ölümün yerini ölümsüzlükle, süreklilikle doldurmaya çalıştı. Tabii ki bu da yeterli olmadı. Bell’e göre Stoacılık geleceğin felsefesi olacak.
Peki Nedir Stoacılık?
Evreni, iradeye sahip kutsal bir otorite yönetir dediklerine göre stoacılığın da bir nevi din olduğu söylenebilir. Kutsal otorite, iradesini akla sahip olan insana yüklediğinden insan tanrısal bir yaratık oluyor. Tıpkı Hallacı Mansur’un En el-Hal (Ben Allahım) demesi gibi, bir yönüyle de İslam tasavvufuna yakın.
Kainatı yöneten kutsal irade, tüm insanlara akıl verdiğine göre insanlar arasında eşitlik vardır ve kölelik olmamalıdır. İnsanın bağımsızlık ve özgürlüğünü kesin bir ilke olarak benimserler. Bu yönüyle de stoacılık sanayi sonrası ortaya çıkan modern toplumun kazanımlarıyla örtüşür. Çünkü insanlık tarihi kölelikten kurtulma, birey olma ve özgürlüğü kazanma mücadeleleriyle geçmiştir.
Stoacılığı bir anlamda günümüzün çevreciliğiyle de uyumlu yapan doğaya uygun yaşamak prensibidir. Dünya vatandaşlığını savunurlar. Avrupa Birliği’nin ilk kuruluş felsefesi de bunun gibiydi. Ayrıca etrafımızdaki dünyayı anlamak için aklımızı kullanmak ve tabiatı acımasızca değiştirip sömürerek tüketmeyi değil, tabiatın planında kendimize düşen görevi yapmak ve beraber çalışarak başkalarına karşı dürüst ve adil olmak da temel ilkeleri.
Mutlu olmak istiyorsan bunu başka şeylerden bekleme, hayatın sana verdiğini kabul et, sana zevk veren arzuların seni kontrol edemesin. Bunun gibi acı duymaktan korkun da kontrolünü ele almasın.
Stoacılar eğitimde en öncelikle olarak mantığa yer verirler. Herkes mantık öğrenmelidir. Çünkü mantık diğer erdemleri içine alır. Mantıklı düşünen yanlış yapmaz, doğruyu yanlıştan ayırır. Dinden çok ahlakı ön plana çıkaran stoacılar yaşamın erdemli olması gerektiğine dikkat çekiyorlar. Baş erdem (fazilet) olarak mantığı belirlerken diğer faziletleri de şöyle sıralıyorlar: bilgelik, adalet, yiğitlik, ölçülülük ve dürüstlük.
Stoacıların doğayı, doğal yaşamı öncelemeleri ve ahlaklı bir yaşamın ancak tam bir doğalıkla sağlanabileceğine inanmaları gelecekteki yaşamın ipuçları olabilir. Zira insanlar refaha ulaşmak için doğayı katlede katlede bu kez çevre kirliliği, doğal enerji kaynaklarının tükenmesi gibi sanayileşmenin getirdiği tehlikelerle karşı karşıya kaldığı gibi, bölgesel savaş ve terör tehditlerinden de kurtulamadı. Refah içinde aşırı tüketen toplumlar yanında kuru ekmeğe muhtaç milyonlar hem açlık hem de sanayileşmenin getirdiği kirliliğe en fazla maruz kalanlar oldu. Örneğin balıkçılıkla geçinen çok büyük bir nüfus, deniz ve okyanus kıyılarının atık malzemelerle, çöpler ve doğada kaybolmayan sanayi artıklarıyla kirlenmesi yüzünden avlanamaz oldu. Hem açlar hem de çevre kirliliğinin tam da merkezindeler.
Açlık ve işsizlik sosyal barışı bozuyor.
Ne dersiniz?
Doğal ve ahlaklı bir yaşam içinde ölçülü tüketim sorunlarımızın çözümü olabilir mi?