Güzel bir yaz sabahı uyandığımda saat 05.00 sularıydı. Bilgisayarımın başından kalktığımda ise 06.15…
İşe gitmek için erken. Bir plan yapmam gerekiyor. Aracımı dün iş yerinde bırakmışım. Taksi çağırmak bir seçenek gibi görünüyor ama ekonomik değil. Toplu taşıma aracı güzel bir seçenek ama yine de bin beş yüz adım kadar yürümem gerekiyor.
Daha fazlasını yapmaya karar veriyor ve yolu uzatıyorum. İki bin adım attıktan sonra çay molası veriyor ve yürümeye devam ediyorum. Arada metroya da biniyorum.
İş yerine geldiğimde saat 07.20 ve ben dört bin adımı geçmişim. Şimdi de bilgisayarın başına oturmuş ve önemli olduğunu düşündüğüm notlar alıyorum.
Dinç hissediyorum. Oysa iki gün önce dayak yemiş gibiydim. Kahveler bile yeterli olmamıştı kendimi toparlamaya. Bunun nedenleri üzerinde düşündüm, düşündüm…
Ve hatırladım!
Bir üniversite hastanesinin acil servisinde aklınıza gelebilecek en ağır hastaları bulabilirsiniz. Saçlarınız ağaracak kadar bu işi yaptığınızda alışırsınız artık. Ama biraz derinlemesine düşününce beni yorgun düşüren hastayı hatırladım.
Otuzlu yaşlarındaydı hastam. Enine boyuna kalıplı bir adam. Ama yüzünün rengi solmuş, gözlerinin feri sönmüştü.
Vizit sırasında araştırma görevlisi arkadaşım hastayı takdim ediyor. Bel omurlarına yayılan kanser nedeniyle bacakları tutmuyor genç adamın. Bizim yapacaklarımız sınırlı. Beyin cerrahları ise “inop” demiş.
Onlarca hasta arasında beni en çok yoran bu genç adamın “İnop Hasta” sınıfına sokulmasıydı sanırım. Tıpçı olmayanlar için minik bir izah iyi olur. İnop, latince “inoperable” kelimesinin kısaltılmış hali olup cerrahi müdahalenin yapılamayacağı durumları ifade eder.
Normalde ameliyat ciddi bir iştir. Düşünsenize, narkozla sizi uyutup bedeninizin bir parçasını kesecek ve çıkaracak cerrahlar. Çünkü bunu yapmazlarsa muhtemelen ölme ihtimaline kadar uzanan ciddi riskler vardır. Bu yüzden ameliyat korkutur insanları.
Ama kanser hastaları için durum farklı. Şayet ameliyat edilebiliyorsa bu ciddi bir şanstır. Bir umut var demektir. İşte bu yüzden de bir kanser hastasına “inop” dendiğinde umutların tükendiği bir safhadan bahsediliyor muhtemelen.
“Karamsar bir gençten daha üzücü bir sahne yoktur,” demişti Mark Twain. Ama benim inop hastama tıbbi anlamda bir umut vermem zor görünüyor. Ertesi gün başımı yastığa koyana kadar beni yorgun düşüren şeylerin başında bu durum geliyordu sanırım.
On yıl önce olsaydı bu genç adama söyleyebileceğim çok şey vardı ama bugün…
Geçmişe dönme fırsatımız olsa neler söylerdim?
Nedeni kesin olarak bilinmese de kanser oluşumu için risk oluşturan durumları yüksek oranda biliyoruz. Genetik faktörlerden çevresel etkenlere, sigaradan obeziteye pek çok şey sorumlu tutuluyor kanser gelişiminde. Stres bu listenin alt kısımlarında yer alıyor, çünkü neredeyse herkesin zaten stresli olduğu kabul ediliyor. Ama bu ihtiyarın mesleki deneyimlerine güvenirseniz stres daha üst sıralarda yer bulur kendine.
İster obezite olsun, ister stres, en önemli mesele, bizi kanser edecek şeylerin hemen tamamının kontrolümüzde olmasıdır.
“Felsefeye uyan biri ömründeki her çağı sıkıntısız geçirebilir,” demiş Cicero (MÖ 106-43). Filozofların tavsiyelerinin belki yarısını uygulayabiliyorum ama beni yüksek oranda stresten uzak tuttuğunu söyleyebilirim. Stresten uzak durunca tansiyondan kalp hastalıklarına, felçten kansere pek çok hastalık için de korunmuş oluyorum.
Ama hastalarıma üzülmek bana zarar vermekle kalıyor, hastaya ise hiçbir fayda sağlamıyor. Buna da bir çözüm bulmam gerekir. Şu efsane Hitit duası da bana gelsin:
“Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır, ikisi arasındaki farkı bilmek için akıl ver.”
Şimdi kendimi genç adamın yerine koyuyorum. Kurgusal eserler de kaleme alan bir yazar olarak bu ruhsal göç zor olmuyor. Tam da şimdi yürüyebilmek için neler yapmaya gönüllü olduğunu hissetmeye çalışıyorum. Sonucu tahmin etmekte zorlanmıyorum. Çünkü bu sabah yürürken harika bir şeyin farkına vardım.
Yürüyorum. Sağ ayağımı ileri atıyorum. Önce topuğum temas ediyor yere. Sonra ayak pençesinden parmaklara doğru uzanıyor bu temas. Basıncı ayak tabanımda hissediyorum. Baldırlardan uyluğa ve oradan da bele doğru uzanıyor bu tatlı basınç hissi.
Meditasyon sırasında yapılan da buna benzer bir düşünme ve farkındalıktır. Sol ayağımı atarken benzer şeyleri dikkatle izliyor ve hissediyorum. Sonra tüm bunların ne kadar özel ve değerli olduğunu hatırlıyorum. Derin bir nefes alarak ciğerime minik bir ziyafet çektiriyorum.
Sonra farkındalığım çevreme yöneliyor. Cırcır böceklerinin sesini duyuyorum. Mütemadiyen öten bu minik canlılar sadece benim odak noktamdan uzakmış meğer. Uzaklardan köpek havlamaları duyuluyor. Tek tük otomobil homurtusu ekleniyor orkestraya. Yürümek gittikçe daha çok haz vermeye başlıyor.
Milyonlarca insan istese de yürüyemiyor. Tüm bu insanlar için yürüyebilmenin ne büyük ayrıcalık olduğunu derinden hissediyorum. Bu hastalar için üzülüyorum elbette. Ama en çok üzüldüklerim yürüyebildikleri halde bu özel etkinlikten kendilerini mahrum edenler.
Pek çok şeyin kıymetini yitirdiğimizde anlarız. Sağlığımız, zaman ve dostlar bunun başında yer alıyor.
Sokrat, Atinalılar’ın kendisini ölüme göndereceklerini bildiği halde onları uyarmaya devam eder: “Ben Tanrı’nın, devletin başına musallat ettiği bir at sineğiyim, her gün her yerde sizi dürtüyor, kandırıyor, azarlıyorum; peşinizi bırakmıyorum,” der.
Bizi dürtecek, kendimize getirecek, sadece bir kez yaşayacağımız bu hayatı bir sanat eserine dönüştürme potansiyelimizi hatırlatacak bir at sineğine her gün, her saat hatta her dakika ihtiyacımız var.
Kalın sağlıkla, huzurla, farkındalıkla…
1 yorum
Gündelik stres oluşumunun önüne geçmek için;
Hayattı sadeleştir,
Beklentiyi düşür,
An’ı ”değer” yaşa.
Aç -tok fark etmez,
Ölçek gerektirmez
Kalpten…..
Selam ve muhabbetle…