“Kalpler vardır ki, kör olmuştur.” (Hac, 22/46)
Sahaflar Çarşısı’nda rastgele girdiğim o küçük, loş kitabevinin tozlu rafları arasında kaybolmuşken, sararmış bir defter çekti dikkatimi. Açtığım ilk sayfada, mürekkebi solmuş iki cümle vardı: “Buraya yazdıklarımı anlamadım, ama sormaya da korktum.” O an, insanlığın en büyük yüküyle burun buruna geldiğimi hissettim: Sorgulamaktan vazgeçmenin, neden’i susturmanın bedeli. Çünkü suskunluk, yalnızca cehaleti değil, tüm bir hayatı gölgede bırakır. Bu yazı, meslek, yaş ya da statü fark etmeksizin, hepimizin içindeki o ‘soru sorma cesaretini’ nasıl törpülediğimizin hikâyesi…
Mezopotamya’nın kavurucu güneşi altında İbrahim’in balta darbeleri, taş heykellerden çok daha derine iniyordu: İnsan zihninin kendini hapsettiği görünmez duvarları parçalıyordu. O balta, aslında tarihin her döneminde yeniden üretilen üç puta yönelikti: Atalardan miras kalan sorgulanmamış kabuller, toplumun ‘normal’ diye dayattığı normlar ve zihnimizin kendi elleriyle ördüğü ‘böyle bilinir’ hapishaneleri. Gazali’nin şüphe krizinde dökülen o çarpıcı itiraf, ‘Gerçek marifet, önce tüm bildiklerini yok sayma cesaretindedir’ derken; Descartes, ‘Şüphe etmeyi bırakırsam, var olduğumu unuturum’ diye haykırırken; Kierkegaard’ın ‘Körü körüne inanmak değil, şüpheyi göğüsleyerek inanmaktır asıl cesaret’ savunusuyla, putlar kırılmaya devam etmedi mi? İbn Arabi’nin ‘Varlık Birliği’ doktrininin neden yakıldığını anlamak için sormamız gereken tek soru vardır: ‘Tanrı’yı senin dar tanımlarına sığdırabilir misin?’
Bir düşünceyi ilk kez sorguladığınız o anı hatırlıyor musunuz? Zihninizde bir kapının aralandığını, içinize buz gibi bir özgürlük rüzgarının dolduğunu hissettiğiniz o ilk ürperti… Peki neden sorgulamak bizi bu kadar ürkütür?
İnsan zihni, rahatlık ile hakikat arasında gidip gelen hassas bir denge kurar. Festinger’in bilişsel uyumsuzluk teorisi bu ikilemi şöyle açıklar:
- Şok: “Bu olamaz!” – Çelişkili kanıt karşısında ilk tepkimiz inkar.
- Bahane: “Bu sadece bir istisna” – Gerçeği çarpıtarak rahatsızlığımızı yatıştırma çabası.
- Yüzleşme: “Evet, bu doğru” – Ancak cesaretimiz varsa ulaştığımız nihai aşama.
Çünkü hakikati kabullenmek, tüm dünya görüşümüzü yeniden inşa etmek demektir – psikolojik olarak en acı verici süreçlerden biridir bu. İnsanların çoğu, bu yüzden rahatlığı seçer. Özgürlük sorumluluk getirir ve bu ağır yük korkutucu gelir çoğunlukla. İbrahim’in putları kırması işte tam da bu psikolojik eşiği aşmanın, rahatlık alanından kopuşun simgesel anlatısı değil midir?
Psikolojinin Laboratuvarlarında İnsan Doğasının Sınırları
1959’da yapılan Bilişsel Çelişki Deneyinde, insan zihninin gerçeklerle yüzleşmektense kendini nasıl kandırabildiğini gösterildi. Katılımcılardan, saatlerce süren son derece sıkıcı bir görevin ardından, yeni gelenlere bu işin “eğlenceli olduğunu” söylemeleri istendi. İşin ilginci, karşılığında yüksek ödeme alanlar bu yalanı rahatça söylerken, çok düşük ödeme alanlar zamanla gerçekten eğlenceli olduğuna inanmaya başladı. Beyin, küçük bir çıkar uğruna büyük bir çelişki yaratmanın verdiği rahatsızlığı kaldıramayınca, gerçeği çarpıtarak – davranışlarıyla inançları çeliştiğinde inançlarını değiştirerek – kendini avutmaya yönelmişti.
Milgram Deneyi ise insanın otorite karşısındaki şaşırtıcı boyun eğişini ortaya koydu. Sıradan insanlar, bir otorite figürünün emriyle, başka bir insana acı veren elektrik şokları uygulamaya devam etti – hatta çoğu, ölümcül olduğunu düşündükleri seviyelere kadar çıktı. Deneklerin büyük bir kısmı, vicdani rahatsızlık duysalar bile, “Sadece görevimi yapıyorum” diyerek sorumluluğun tümünü otoriteye devretti. Bu durum, insanın sorgulamaktan kaçınma eğiliminin ne kadar derin olabileceğini gösteriyordu.
Bu iki deney, insan zihninin rahatsız edici gerçeklerle baş etmek için geliştirdiği mekanizmaları açığa çıkarıyor: Bazen gerçeği çarpıtmayı, bazen de otoriteye sığınmayı tercih ediyoruz. Peki bu mekanizmaların farkına varmak, bir sonraki sefer daha bilinçli bir seçim yapmamızı sağlayabilir mi?
Gözlerinle Gördüğüne İnanmamak: Asch’ın Deneyinden Modern Putlara
Bir an için durun ve düşünün: Gözlerinizle açıkça gördüğünüz bir çizginin uzunluğu hakkında, sırf etrafınızdaki herkes farklı söylüyor diye yanlış cevap verdiğinizi hayal edin. Solomon Asch’ın 1951’de yaptığı ünlü konformite deneyi tam olarak bu şok edici gerçeği ortaya koydu: Deneklerin %75’i, grubun yanlış kararına uyarak kendi doğru algılarını inkâr etmişti. Bu bulgu o kadar çarpıcıydı ki, sosyal psikolojinin temel taşlarından biri haline geldi.
İbn Haldun’un 14. yüzyılda Mukaddime’de ortaya koyduğu “asabiyet” teorisi, bu durumu yüzyıllar öncesinden açıklıyor gibi. Toplumsal bağların ve grup dayanışmasının bireyin muhakeme gücünü nasıl etkileyebileceğini anlatırken, Asch’ın laboratuvar bulgularıyla şaşırtıcı bir paralellik gösteriyor. Kalabalığın sesi, bazen gerçeğin sesinden daha güçlü çıkabiliyor. Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı, bu psikolojik mekanizmanın toplumsal sonuçlarını gözler önüne seriyor. Eichmann’ın “sadece emirlere uyuyordum” savunması ile Nemrut’un halkının sessizliği arasındaki ürkütücü benzerlik, düşünme yetisini devre dışı bırakan zihnin nasıl taşlaştığını gösteriyor. Tahrim Suresi 6. ayette geçen “yakıtı insanlar ve taşlar olan ateş” ifadesi, bu psikolojik durumun ilahi boyutuna işaret ediyor. Bugün “herkes böyle yapıyor” diyerek sorgulamadan kabul ettiğimiz her dogma, Hz. İbrahim’in (a.s.) kırdığı o taş putların modern versiyonları değil midir? “Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı ki, akıl edecek kalpleri, işitecek kulakları olsun?” sorusu, bize çıkış yolunu gösterirken Hz. İbrahim’in (a.s.) “Ben batıl olanlardan uzaklaşıyorum” diyebilme cesareti ise hepimize örnek olarak sunulmamış mıdır?
Modern psikoloji bize şunu öğretiyor: Sorgulama cesaretini kaybettiğimizde, sadece kendimize değil tüm topluma ihanet ediyoruz aslında. 18. yüzyıl düşünürlerinden birinin dediği gibi: “Kör taklit, erdem maskesi takmış bir korkaklıktır.”
Peki biz, Asch’ın deneklerinden ne kadar farklıyız? Günlük hayatımızda kaç kez “herkes böyle yapıyor” diyerek kendi iç sesimizi susturuyoruz?
“Hakikat çoğunluğun yolundan gitmez” diyen İmam-ı Azam’ın bu unutulmaz sözü, Asch’ın deneyindeki o sessiz kalabalığı her hatırlayışımda yeniden çınlar zihnimde. İşte bu yüzden, vicdanın sesini duymanın ehemmiyetini şu dizelerle ifade etmek istedim:
“Kalabalıkların gürültüsü vicdanını boğmasın,
Binler yanlışta birleşse de,
Hakikat yalnız da kalsa hakikattir.
Unutma: İbrahim’in putları kıran baltası değil,
O baltayı kaldıran vicdanıydı.”