Toplumsal önemi olmayan bir adam bu, sadece bir birey. (L.F. Céline)
İnsan’ın değerinin toplumun kabulü doğrultusunda şekillendirildiği ve dahi derecelendirildiği bir çağ bu. Oylar, reytingler, kurlar ve istatistikler söylüyor ona kim olduğunu, ve nerede durması gerektiğini. Talep edildiği ölçüde var olabiliyor kalabalığın arasında. Sayılar konumlandırıyor ve yerleştiriyor onu olduğu yere, daha doğru bir deyişle olduğunu zannettiği yere. Bazen mensubu olduğu topluluklar, yanında durmaya alıştırıldığı taraflar ve sözde kaçınılmaz menfaat temelli birliktelikler. Ahlak da sonuna kadar desteklemektedir bu oyunu şüphesiz, belli kişilerin tekelinde, yeri geldiğinde ustaca yamultulabilir bir ahlaktır bu. Simbiyotik ilişkiler yumağı, dolayısıyla her koşulda gerekçelendirilebilir, savunulabilir, hali hazırda zararsızdır, bir o kadar da zaruri. Conatus’un yüzyıllar boyunca keyifle beslediği, insanlığın varlık-yokluk gelgitleri arasında bile isteye ince ince dokuduğu. Aileden başlayıp genişleyen bir ağ, ona kim olduğunu öğreten, kendini ve kendiliğini yavaş yavaş sindirmesini, ezmesini sağlayan. Ve derken susturan farkettirmeksizin, usulca.
Toplum, kendi çizdiği sınırlar ve benimsediği kurallar çerçevesinde oluşturduğu düzenli bir biçimde işleyen bu metabolizmanın yanında yöresinde bireyselliği savunan kişileri görmekten hoşlanmaz, vasatın ötesindeki iniş ve çıkışlar rahatsız eder onu. Bir şeye sahip olmanın sahte hazzını ve aldatıcılığını hatırlattıkları için belki de; oysa yaşamın bazen sadece bir düşten ibaret olabileceğinin idrakına varabilenler içindir bu ayrıcalık. Bir hastalık gibidir adeta: toplumun, kendi kurduğu sistem içerisinde olumladığı, kanıksadığı ve empoze etmeye çalıştığı dogmaların karşısında giderek büyüyen bir yabancılık hissinin ve direncin sonucudur bulantı. Bir tür ötekilik hissi.
Başıma bir şey geldi, artık kuşkum yok. Herhangi bir kesinlik ya da apaçıklık gibi değil, bir hastalık gibi belirdi bu. Sinsi sinsi, yavaş yavaş yerleşti; biraz tuhaf, biraz tedirgin hissettim kendimi, o kadar. Bir şeyim olmadığına, evhamlandığıma inandırdım kendimi. Oysa şimdi dal budak salmaya başladı.
Bütün bu insanlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Tanrı aşkına, hep birlikte aynı şeyleri düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar. Bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşamadığı adamlardan biri aralarına karışmaya görsün…
Roquentin varoluş karşısındaki güçsüzlüğünü ve savunmasızlığını anlatırken onu çepeçevre saran ağı bir tür lenfatik dolaşıma benzetir; “kırmızı kanımın bu lenfatik yaratığa yem olmasını istemiyorum” der çaresizlik içinde. Anlamlandıramamak birçok şeyi: diğer insanların şaşılacak düzeyde bir beceriyle ve kolaylıkla anlamlandırabildiklerini. Tüm bunlar sadece birer sanrıdan mı ibarettir, hakikatten pay almış mıdır, bunu kesin olarak kim bilebilirdi? Bilinebilir miydi?
Derken insan, kendi dünyasını inşa etmeye başlar hali hazırda var olduğu zannedilenin üzerine. Yeniden yorumlar onu, nesneleri izleyen gölgeler değişmeye başlar, kelimeler bilinen anlamlarını yitirir yavaş yavaş. Tereddüdü bu yüzdendir, bir sözcüğün anlamını toplumun ya da bizatihi kendisinin ona eklemlediği önyargılardan kurtarabilir mi, özgürleştirebilir mi onu, yeniden yaratabilir mi? Yaratmalı mı?
İnsanın kendine bakan gözlerde okuduğu aslında ve sadece kendi zihni midir, özellikle dünyayı ancak kendi algı ve farkındalık düzeyinde, kendi bilinci mesabesinde yorumlayabildiği düşünüldüğünde. Gördüğü yüzler kendi yüzünün yansıması mıdır, işittiği kendi yankısı mı? Nesnelerin ve olguların kendilerine ait varoluşları böyle pervasızca ihmal edilebilir mi? Bu yaklaşımın da bir tür dogmatizme yol açması kaçınılmaz değil midir, varoluş insanın şey’leri kendince ve keyfince anlamlandırmasından ibaret olmamalıydı.
Her şeye rağmen yaşam, tüm rastlantısallığı ile, kapının dışında beklemektedir insanı, anlamlandırılmak için bekler onu. Anlamsızlıktan yorgundur.
Bu nedenle nesnelerin varlığını apaçık duyumsayabilmeliydi insan, onların ardında gizlenen gerçekliği görebilmek için. Hakikate temas edebilmek için öznelliğinin tek yanlılığından ve sığlığından kurtulabilmeli, böylelikle nesneyi kavramına olabildiğince yaklaştırmaya çalışmalıydı. İrfan, belki de sırf bu nedenle, evreni sadece kendi zihninin sınırlarıyla algılamayı değil, olana ötekinin gözleriyle de bakabilmeyi zaruri kılar.
Burada Foucault, ve René Magritte ile olan mektuplaşmaları hatırlanmalı. “Bu bir pipo değil” serzenişi de beraberinde. Tablolarla konuşmak, kimsenin işitemediği sessiz harflerle. Göz göze gelmekten çekinmemeli, ellerine uzanmalı sonra. Usulca dokunmaya çalışmalı ruhuna sanatçının.
La Nausée, bir varoluş arayışı, varoluş çığlığıdır bir yanda; diğer yanda varoluşu insanın sıyrılamadığı bir doluluk olarak betimler. Bu anlamsız doluluğun kümülatif etkisinin ve baskısının neden olduğu bir tür psikosomatik reaksiyon gibidir bulantı. Semptomun ötesinde bir kavramdır, olduğu haliyle boşlukta asılı duran bir kavram: anlamı kendinde içkin.
Varoluşu sadece şimdiye indirger Sartre, geçmiş ve gelecek yoktur onun için. Melankoliktir, fakat sonuna kadar bilinçli, bir o kadar da acımasız bir melankolidir bu: korkusuz, hadsiz. Hakikatini göğüsler gözünü kırpmaksızın, hakkını verememekten imtina eder, veremediği takdirde kalabalığa karışmaktan. “Şimdi var olandır, şimdi olmayan hiçbir şey var değildir”. Geçmiş bir tür emeklilik halidir adeta, yaşanmış ve bitmiştir, ulaşılması mümkün olmayan, artık yaşamayan bir hayalettir onun nezdinde.
Roquentin’in kendi geçmişi ve şimdisi arasındaki savruluşu ve biteviye devam eden sorgulaması, Heidegger’in dünyaya fırlatılmışlık halini olumlayan, Descartes’ın ‘cogito ergo sum’unun yeni ve farklı bir sunumu gibidir adeta. Nitekim “düşüncem, ben’den başka bir şey değil; düşündüğüm için var oluyorum ve düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi” diyerek Descartes’ın ayak izlerini takip etmektedir. Kendi kendini olumlamaktadır aynı zamanda.
Olumsallık bir sanrı, ortadan kaldırılabilecek bir görüntü değil, bilakis mutlak olandır ve bu yüzden kusursuz bir temelsizliktir.
Öte yanda, huysuz şaşkınlığının ardında gizlenen o dipsiz ve karanlık çaresizliği Kafka’nın Gregor Samsa’sını anımsatır: metamorfozun bedene bürünmüş yürekli ve asil halini. Diğerlerine benzemeyiş toplumdışılığın hem sebebi hem sonucudur, kaçınılmaz bir yazgı. Şifası yine kendi dehlizlerinde gizlenen bir hastalık olmalı bu.
Ama yakınmamalıyım: sadece özgür olmayı istemiştim ben.
***
‘Equus’ta (Sidney Lumet, 1977) psikiyatrist Dr. Dysart’ın (Richard Burton) muhteşem monoloğuna kulak verelim, o hazin itirafına.
Passion, you see, can be destroyed by a doctor, it can not be created.
***
Jean Paul Sartre, Bulantı (La Nausée)
Can Sanat Yayınları, Ekim 2020, İstanbul.
Görsel: René Magritte, İmgelerin İhaneti (La Trahison des Images)