Tevhid sözcüğü, Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaktır. Terim olarak tevhid, kalp ve zihin yolu ile Allah’ı tapılan tek ilah olarak kabul etmektir. İnsanın, inanç açısından kâinatı yaratan ve yöneten olarak Allah’ın varlığına ve birliğine inandığı gibi, ibadeti de sadece Allah rızası için yapması gerekir.[1] Tarih boyunca insanlar arasında tevhit inancı/tek tanrıya inanma duygusu, hep var olmuştur. Çok kere gündeme gelen “Kelime-i Tevhid”, Allah’ı, insan zihninde canlandırılabilecek her şeyden beri kılan ve Allah’tan başka tapılacak herhangi bir şeyin bulunmadığını ifade eden cümlenin adıdır.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) tebliğ etmiş olduğu evrensel olan İslâm dinin esası, tek Allah inancına yani tevhid inancına dayanmaktadır. Tevhid inancı, Allah’ı tek rab/ilah olarak tanımayı, O’nun gösterdiği yolda yürüyerek adaletten ayrılmamayı, insanlar arasında ayırım yapmamayı ve her konuda O’nun egemenliğini kabullenmeyi ön planda tutmaktadır. Namaz kılarken, her tekbir aldığımızda “Allahu Ekber” yani Allah en büyüktür diyoruz. Bu ifade, Allah’ın egemenliğinin her şeyin üstünde olduğuna inanmak, bunu itiraf etmek ve duyurmak demektir. Bu inanç ve bu istikamette başarılı olabilmek için, bilgili olmak ve samimiyetle bunun gereklerini yerine getirmek, hakka uygun hareket etmek icap eder.[2]
Kur’ân’ın çeşitli ayetlerinde ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) pek çok hadisinde tevhid inancı kapsamında bilgi verilmektedir. Kur’ân’ın 112’nci suresi olan İhlâs Suresi’ne, Allah’ın varlığı ve birliği hakkında veciz ifadelerle bilgi verilmektedir:
قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ اللَّهُ الصَّمَدُ لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُواً أَحَدٌ
“De ki: Allah birdir! Allah her şeyden müstağnidir/hiçbir şeye muhtaç değildir ve her şey O’na muhtaçtır. O doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiç kimse O’nun dengi değildir.”[3] Bu surede tevhid inancı çok kapsamlı bir şekilde özetlediğinden dolayı, ona Tevhid Sûresi adı da verilmiştir. Tevhid ilkelerini anlatan bu surede, ihlas ve samimiyetle Allah’ın varlığına, birliğine, her şeyin yaratıcısı olduğuna, O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığına, her şeyin O’na muhtaç olduğuna, Onun dengi ve benzerinin bulunmadığına inanmanın gerektiği anlatılmaktadır. [4] Bu sure tevhid inancını özetlediğinden dolayı, çeşitli hadislerde Kur’ân’ın üçte birine denk tutulmuştur.[5] Bu hadislerin birinde Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Varlığım elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu sure, Kur’ân’ın üçte birine denktir.”[6] Kur’ân’ın başka bir yerinde de tevhid konusu özet bir şekilde anlatılmaktadır:
اللّهُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
“Allah, O’ndan başka tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, her an yaratıklarını gözetip durandır. Göklerde olan ve yerde olan ancak O’nundur. O’nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir? Onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir, dilediğinden başka ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Hükümranlığı gökleri ve yeri kaplamıştır, onların gözetilmesi O’na ağır gelmez. O yücedir, büyüktür.”[7]
Bu ayette Allah’ın tahtı anlamındaki kürsî kelimesi geçtiği içi, “Ayetü’l-Kürsî” (taht ayeti) diye isimlendirilmiştir. Burada söz konusu olan taht, maddi bir cisim değildir. Burada Allah’ın ilminin, hâkimiyetinin ve egemenliğinin enginliğine işaret edilmektedir. Bu ayette de tevhid konusu özet bir şekilde dile getirilmektedir. Onun için bu ayetin faziletini anlatan birçok hadis vardır. Rivayet edildiğine göre biri Hz. Muhammed’e (s.a.v.), “Kur’ân’ın en faziletli ayeti hangisidir?” diye sormuş. Hz. Muhammed (s.a.v.) ona, “Allahu lâ İlâhe illa huve’l-Hayyu’l-Kayyûm…” diye cevap vermiştir.[8]
İnsan, Kur’ân ve sünnet bilinci dâhilinde nefsini ıslah etmenin neticesinde tevhid inancının kemal mertebesine ulaşarak Allah’ın rızasına kavuşabilir. Bu gayeye ulaşmak için, nefis terbiyesi, ihlas, samimiyet, Allah rızası ve ruhun safiyeti gerekir. O da Kur’ân ve sünnet ölçüleri dâhilinde sağlanmalıdır. Buna göre her şeyin “sadece Allah rızası için” yapılması gerekir. Kur’ân’da insanların hem dünya hem de ahiretteki mutluluklarından bahsedilmekte, ondan sonra da “Cenâb-ı Hakkın rızası bunların hepsinden üstündür. En büyük başarı, işte bu rızayı kazanmaktır.”[9] denilmektedir.
Pek çok ayet ve hadiste, samimi bir şekilde Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak, sadece O’nun rızası için ibadet etmek, O’nun emrettiği şekilde hak ve adaletle hareket ederek toplumsal uzlaşı ve barışın sağlamaya çalışmak emredilmektedir.
İnsanlar görsün diye yapılan tüm ibadetlerin ve iyiliklerin Allah’ın yanında herhangi bir değeri yoktur. İbadet, hayır ve iyiliklerde gösteriş ve riyakârlık yapmak, gizli şirktir. Her türlü ibadet ve iyilik, Allah rızası için olunca, makbul olur, değer kazanır. Riya yani gösteriş, amellerin sevabını yok eder ve sonuçta insanı şirke kadar götürür. Allah rızası, ancak ihlas ve samimiyetle hareket etmenin neticesinde kazanılır. Sosyal hayatta yapılan bütün iyiliklerin ve ibadetlerin, ihlasla, sadece Allah rızası için yapılması gerekir. Ancak insanlar Allah rızası için iyilik yaptığı ve ibadette bulunduğu zaman, Allah onların hayırlarını kabul eder ve mükâfatlarını verir. Ne olursa olsun insanlar gösteriş olsun diye herhangi bir şeyi yaparlarsa, hele hele reklam olsun diye yapmış oldukları hayır eserlerine isim yazdırıyorlarsa, o yaptıklarının Allah’ın yanında herhangi bir değeri yoktur ve onlara herhangi bir sevabı ulaşmaz. Tevhid inancının özü budur.
Tevhid/tek tanrı inancına sahip olan herkese, inancalarında ve Allah rızası için yaptıkları ibadette samimi olmalarını diliyorum. Bununla beraber her türlü ahlaki davranışlarımızın da inancımıza uygun olmasının gerektiğini de hatırlatmak istiyorum.
Herkese selam, saygı ve hürmetlerimi sunuyorum.
KAYNAKLAR
[1] Halil b. Ahmed Ebû Abdirrahman el-Ferâhîdî, “vehede”, Kitâbu’l-‘Ayn, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut tsz., s. 1037; Cemaluddin Muhammed b. Mukerrem İbn Manzûr, “vehede”, Lisânu’l-Arab, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1994, III, 450.
[2] Salih Akdemir, Cumhuriyet Dönemi Kur’ân Tercümeleri, Akaid Yayıncılık, Ankara 1989, s. 31 vd.; a. mlf. “Kur’ân Çevirilerinde Dikkate Alınmayan Önemli bir üslup Özelliği Üzerine”, İslâmiyat, Ankara 2002, cilt: V, sayı: 1, s. 152.
[3] el-İhlas 111/1-4.
[4] Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş tefsiri, Yeni Ufuklar neşriyat, İstanbul tsz. XI, 175.
[5] Bkz. Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 13; Tevhid, 1; Müslim, Müsâfîrûn, 259, 261; Ebû Dâvûd, Vitr, 18; Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 11; Nesâî, İftitâh, 69; İbn Mâce, Edeb, 52; Dârimî, Fedâilu’l-Kur’ân, 21, 22, 24.
[6] Buhârî, Tevhid, 1.
[7] el-Bakara 2/255.
[8] Müslim, Müsafirûn, 258;Ebû Dâvûd, el-Hurûf ve’l-Kiraa, 35; İbn Hanbel, V, 142.
[9] et-Tevbe 9/72.