Araştırmacılar, insanda toplama ve biriktirme duygusunun tarih öncesi dönemlerde başladığını öne sürerler. 125.000 ila 70.000 yıl önce, insanların pratik bir sebep olmadan küçük nesneler topladıkları, ve çeşitli nesneleri biriktirdikleri bilinmektedir. On altıncı yüzyılda ortaya çıkan Wunderkammer (merak dolabı), günümüz müzelerinin öncüsü olan önemli öğelerin iyi bilinen koleksiyonlarıydı. Bu dolaplar, hükümdarların ve aristokratların özel çıkarlarını yansıtmak ve toplumda statü oluşturmak için emanetler, etnografya, jeoloji, arkeoloji koleksiyonlarıydı. Eserlerin toplanması, korunması ve halka sunulması koleksiyonculuk anlayışından müze anlayışına giden yolu açmıştır. Sonuçta, müzelerde yer alan hazineler de, aslında koleksiyonların ilk örnekleridir.
Koleksiyon oluşturma eylemi, genellikle eski, anısı olan, antika veya değerli eşyaları elden çıkaramadığımızda oraya çıkar. Her objenin anısı vardır, gördüğümüzde farklı hatıraları anımsamaya yardımcı olur. Herhangi bir değer ifade eden, mutlu eden, ulaşılması zor ve arayış gerektiren objeleri biriktirme eğilimi daha fazladır. Ulaşılması ve biriktirilmesi zor, pahalı objelerin daha değerli görülmesi, peşine düşmenin sebebi ve psikolojik bir açıklaması olabilir. Birçok koleksiyoner de bu duyguyla biriktirmeye başlamaktadır. Yani, biriktirme eylemi genel olarak bir dürtünün uyarılması sonucunda karşımıza çıkmaktadır denilebilir.
Bazı insanlar haz aldıkları için biriktirirlerken, kimileri keşfetmek ve daha fazlasını öğrenmek için biriktirmektedirler. Belirli bir konuya statü, sadakat veya ilgi göstermek için toplanan ve bunun karşılığında bir alışkanlık oluşturan insanlar da vardır. Bununla birlikte, nesneler değer verdiğimiz bir şeyi temsil ettiği veya başkalarıyla bağlantı kurmamız için bir araç görevi gördüğü için çoğumuz bir çok nesneyi toplamaktadır.Ancak, konunun biraz daha karanlık bir tarafı bulunmakta: psikologlar koleksiyonculuğun varoluşsal kaygılardan kaynaklanabileceğini, çünkü koleksiyonlarımızın biz yaşamasak bile yaşayabilecek kimliklerimizin bir uzantısı olduğunu savunuyorlar. Birçok yönden koleksiyonculuk, asla tamamlanmayabilecek uzun bir yolculuk olabilir.
Tarih, tanınmış koleksiyonerlerle doludur: Bilindiği üzere, Sigmund Freud, tahminen, 1933’te yaklaşık 3000 nesneye sahip olduğu Mısır, Roma ve Yunan antik eserlerini tutkuyla toplamıştı.
Hollandalı ressam Rembrandt, deniz kabuklarından müzik aletlerine ve silahlara kadar her şeyi toplayan ünlü bir koleksiyoncuydu. Çocuk kitabı yazarı Dr. Seuss ise yaşamı boyunca abartılı bir şapka koleksiyonu biriktirdi. Frank Sinatra, Rod Stewart gibi model trenler toplarken, Tom Hanks daktiloları toplamıştı. Toplama ve biriktirme konusu görsel sanatlara da çeşitli bağlamlarda konu oluşturmuştur. Sanatçılar kimi zaman koleksiyonerler gibi malzeme toplamışlar, kimi zaman da bunları doğrudan sanatın konusu olarak ele almışlardır. Sanatçılar dönemlerinin sanat anlayışına ve tekniklerine göre konuyu farklı biçimlerde işlemişlerdir. Klasik anlayış içerisinde nesne birikimlerini özellikle natürmort resim türünde betimlemişlerdir. On yedinci yüzyıl Hollanda natürmortlarında üst üste yığılmış gündelik nesneleri yiyecekleri, av hayvanlarını, değerli porselenleri, cam eşyaları görürüz. Bu tür nesneler toplumsal değer yargılarından uzak görünseler bile, aslında dönemin zenginliğine dayanır ve ahlaki bir içeriğe sahiptir.
Görsel sanatlar alanında, yirminci yüzyılın ikinci yarısında kuramsal ve uygulamalı olarak büyük bir değişim ve dönüşüm gerçekleşmiş, resim, heykel ve baskı sanatları gibi geleneksel sanat alanlarının yanına yeni alanlar ve teknikler eklenmiş, aynı zamanda sanatın sergilendiği mekanlar da çeşitlilik göstermeye başlamıştır. Makineleşme ile birlikte seri üretimin artması ve çok çeşitli ürünün sergilenmesi ve satışa sunulmasıyla birlikte tüketme arzusunu tetiklemiş ve nesne kavramı da dönüşerek beraberinde atık/ çöp olgusunu da getirmiştir. İşlevini yitirmiş atık durumundaki nesneler de çağdaş sanat pratiklerinde yerini almıştır. Ayrıca sanatçılar, bu nesneleri biriktirerek, üst üste yığarak sanat yapıtına dönüştürmüşlerdir.
Nesneleri hem bir koleksiyoner olarak toplayan, biriktiren ve aynı zamanda onları yapıtlarında kullanan sanatçılara örnek Rus asıllı Amerikalı sanatçı Louise Nevelson bir keresinde “sanatçılar koleksiyoner olarak doğarlar” demişti. Sanatçının kendisi yaşamı boyunca bir koleksiyoncuydu. Black Wall (Siyah Duvar, 1959) adlı yapıtı Nevelson’ın erken dönem duvarlarının çoğu gibi, toplama, biriktirme ve depolama temalarını canlandırdığı söylenebilir; öyle ki, taksonomik bir sergilemeden çok, bu parçalar adeta geçmişten günümüze çok çeşitli şeyleri saklamak veya güvende tutmak için bir araya toplanmıştır.
1950’lerde Nevelson, koleksiyon yapma dürtüsünde yalnız değildi, ancak o dönemlerde yapıtının bu ilgiyi ima ettiği yollar belki de zamanına göre daha ilericiydi. Bugün, koleksiyoner olarak sanatçı, bir dizi pratiği kapsayan, çok daha yaygın bir olgudur. Mark Dion ve Damien Hirst gibi sanatçılar, koleksiyon yapma alışkanlıklarını doğrudan estetik bir tarza dönüştürmeye başladılar ve bu da koleksiyon olarak sanat yapıtlarının üretilmesine yol açtı. Hatta bu konu, Barbican Sanat Galerisi’nde 2015 yılında düzenlenen ve koleksiyonculuk hobisi ile profesyonel estetik pratikler arasındaki ilişkinin tarihini araştıran Magnificent Obsessions: The Artist as Collector adlı serginin odak noktasını bile oluşturdu. Bu sergi, özel koleksiyonları Peter Blake, Pae White ve Andy Warhol gibi birbirinden farklı sanatçıların orijinal sanat yapıtlarıyla eşleştirerek, muhtemelen hobinin kendisi ana akım kültür içinde sıkı bir şekilde tutunmaya başladığından beri hem biçim hem de içerik açısından uzun süredir bilgilendirdiği öne sürülüyordu. Sanatçılar arasında koleksiyonerlik konusu yirminci yüzyılın ortalarında o kadar yaygınlaştı ki, Robert Rauschenberg gibi asamblaj sanatçıları, New York’ta Canal Street boyunca sık sık ihtiyaç fazlası mağazalara gitmeye başladılar ve sokakları ıvır zıvır için süpürürken, Joseph Cornell ve Nevelson da dahil olmak üzere pek çok sanatçı, 1950’lerin başında başladıkları toplama uygulamalarını genişletti.
Fransa doğumlu Amerikalı sanatçı Arman, Yığınlarının toplumun vitrin düzenlemelerini, seri üretim hattını ve çöp yığınlarını nasıl kaydettiğini ifade etmek ve kullanılmış nesneleri bir araya getirme yöntemini tanımlamak için sıklıkla arkeologların, antropologların ve sosyologların ifade biçimlerinden yararlanmıştır. Arman’ın en dikkate değer çalışması, seri üretimin sonuçlarıyla ilgiliydi: Birikimleri genellikle modern nesnelerin özdeş karakterine yansıdı; Poubelles‘i veya “çöp kutuları”, bu nesneler atıldığında ortaya çıkan atık olarak kabul edildi; ve onun Coleres‘i ya da rages, modern zamanlarda gündelik yaşama hükmetmekle tehdit eden nesnelere karşı neredeyse irrasyonel bir öfkeyi ifade ediyordu. Arman elinden gelenin en iyisini yaparak modernleşmeye ve kitlesel tüketim kültürüne karşı güçlü bir biçimde karşı çıktı. Daha sonra yıkım eylemine dayalı bir estetik geliştirdi, ortaya çıkan yapıt, parçalarında yok olan nesneleri çeşitli şekillerde anımsatıyordu.
Çağdaş sanata çok farklı bir yorum getiren tanınmış İngiliz sanatçı Damien Hirst ise, Londra’da, 1980’lerin sonlarında ve 1990’ların başlarında, bir müze veya laboratuvarda bilimsel teşhire özgü cam vitrin tipinde nesnelerin sunulduğu bir dizi ‘dolap’ parçası üretti. Farmasötik ilaçlar ve kimyasalların ambalajları, boş bardaklar, ineklerin iç organları ve balıklar gibi kalıntılar da dahil olmak üzere, on dokuzuncu yüzyıldaki beylerin numune toplama hobisini de çağrıştırıyorlar. Hirst’ün bu yerleştirmeleri, aynı anda çevreleme ve hapsetme alanları olarak işlev gören ve döngüsel doğum ve ölüm kavramlarını çağrıştıran büyük cam ve çelik odalar içinde sergilenir. 1960’larda kurulan ve 1980’lerde geliştirilen Minimalizm estetiğine atıfta bulunan Hirst’ün cam kasaları, bilimsel bilgi arayışındaki üstü örtülü çelişkileri yansıtıyor.
Hirst’ün Yaşamsız Formlar adlı serisi, başlığının açıkça ortaya koyduğu gibi, toplama, biriktirme ve sergileme ikilemini doğrudan göstermektedir. Güzel kabuklar, doğal ortamlarından uzaklaştırılarak, içlerinde yaşayan organizmanın ölümüyle ve olası bir sonraki temizlenme ve cilalanma aşamasıyla izleyicinin görsel ve estetik beğenisine sunuluyor. Kuşkusuz, bu biriktirme ve sergileme eyleminin altında tipik olarak egzotik tatil beldelerinde satılan gösterişli deniz kabukları, hem üçüncü dünya kültürlerinin hem de gezegenin doğal kaynaklarının Batı tarafından sömürülmesinin sembolleri olarak görülebilir. Doğal ortamlarından çıkarılmış, güzel ve bakılması arzu edilir. Ancak, Hirst’ün vitrini minimalist bir kutu olarak benimsemesiyle anı tezgahından yüksek sanat alanına yükselmelerine rağmen, ölü kabuklar ve camın arkasında erişilemez durumdadırlar.