Malum olduğu üzere, kapitalist ekonomide kaynakların ‘kıt’ olduğu varsayımından hareket edilir. Kaynakların kıt olduğu tartışmalı bir konudur ama insanlığın bu kaynakları hor ve dengesiz kullandığı da bir o kadar tartışmasızdır. Zira bu kaynakların bölüşümü hem uluslararası hem de ulusal bakımdan kapitalizmin mantığına uygun bir şekilde güçlünün elindedir. Uluslararası paylaşımın ne kadar adaletsiz olduğu genel olarak bilinir ama milli düzeyde bu paylaşımın, özellikle de gelişmiş ülkelerde sorunsuz bir şekilde işlediği düşünülür. Oysa bu ülkelerde sermaye kesimi ile çalışan kesim arasında uçurum denecek kadar gelir farklılıkları vardır. Avrupa’da sosyal devletin nisbi olarak dengelediği bu durum, özellikle de Amerika’da fevkalade belirgin bir toplumsal sorundur.
Kaynakların kıt kabul edilmesi insanlık bakımından gelecek endişesini de beraberinde getirmekte ve biriktirme/stoklama, daha fazlasına sahip olma gibi sebeplerle ekolojik dengeye zarar verilmektedir. Kaynakların kıt kabul edilmesi insanlığın gelir ve refah artışı bakımından geriye gidişine işaret etmesine rağmen, insanlık sürekli zenginleşmektedir. Kıtlık nisbi ve göreceli bir kavramdır. Zira hayatı kolaylaştıran yeni keşifler insan refahını da artırmakta olup, kapitalizmin bu vurgusunu anlamsız hale getirmektedir. Nitekim kapitalizmin doğduğu dönemlerdeki insan nüfusu 7-8 kat artmasına rağmen insan hayatını kolaylaştıran yenilikler refahı o günle kıyaslanmayacak ölçüde artırmıştır. Şüphesiz bu durum gelecek için de böyle olacaktır.
Kapitalist ekonomide sadece kaynakların ‘kıt’ olduğu değil, insan ihtiyaçları/isteklerinin sınırsız olduğu da bir ön kabuldür. İslam iktisadı konuya böyle yaklaşmaz. Ölçülü tüketim; İslam iktisadının hareket noktalarından birisidir. ‘Yiyiniz, içiniz israf etmeyiniz’ (7/31) ayeti ölçülü tüketimin gerekçesini oluşturur. Kapitalizm ihtiyaçların sınırsızlığını kabul ettiğinden tüketimi de teşvik etmektedir. Tüketimin sürekli teşvik edilmesi ve yapay bir hal alması istihdam ve zenginlik olarak görülse de, orta ve uzun vadede kişisel ve toplumsal çeşitli negatif geri bildirimleri olmaktadır. Nitekim kişisel bakımdan tatminsizlik ve yalnızlık hissi, toplumsal bakımdan şehirleşmenin getirdiği sorunlar ve ekonomik bakımdan da ürün kalitesinin düşüşü, tarım kesimindeki daralma ya da sermaye kesimi ile işçi sınıfı arasındaki farkın sürekli bir artış göstermesi veya negatif dışsallıklar bu sonuçlar arasında yer almaktadır.
Kapitalist ekonomi ekonomik ilkeleri bu toplumsal değerlerden bağımsız olarak ele alır. Bu anlamda serbest piyasa bir dayatmadır. Zira toplumdan bağımsız geliştirilen kurallar kapitalist ekonomi felsefesinin, sosyal formasyonun dışında ve ondan bağımsız olarak gelişmesine neden olmuştur. Bu durumdan güçlü olanlar yararlanmakta olup, serbest piyasa adı altında adı konmamış yeni nesil bir sömürgecilik faaliyeti yürütülmektedir. Bu konuda kendine has kurallar geliştiren Çin ise başarılı olmuş gözüküyor. Nitekim Çin dünya ekonomisinde dengeleri değiştirecek büyüklüğe ve etkinliğe yükselmiştir.
Kapitalist ekonomi içerisinde daha çok Avrupa’da geliştirilen sosyal devlet uygulamaları ise Amerika’dakinden farklı olarak insanların temel ihtiyaçlarını karşılamalarında etkili olmaktadır. Ancak yaşanan ekonomik krizlerin bir kısmının sosyal devlet harcamaları olduğuna da dikkat çekmek gerekmektedir. Bu politikadan yana olmayan Amerika’da ise sosyal güvenlikten yoksun milyonlarca insan sokaklarda yaşamaktadır. Bu da kapitalizme ilişkin bir başka doğrudur. Ancak gerek abartılan sosyal harcamalar gerekse de bu sosyal harcamaların insanları ‘tembelleştirmesi’, sistemi zaman içerisinde yönetilemez hale getirmiştir. Bir rakam vermek gerekirse Avrupa Birliğinde sadece 80 yaşın üzerinde 30 milyona yakın insan yaşamaktadır. 2024 yılında bile insanların 40’lı yaşlarda emekli olduğu ülkemizde ise sosyal güvenlik bir başka açıdan sorun yaşamaktadır.
Kapitalizmin pür, doğal ve ilk hali günümüzde sosyal devletle nisbi olarak yumuşatılmışken, sonraki süreçte insancıl kapitalizm, bencilliğin karşıtı olarak altruizm, beşerî sermaye, sosyal sermaye, insanı robotlaştıran ve sayısallaştıran matematiksel yaklaşımlar yerine insan psikolojisini merkeze alan davranışsal iktisat, nöro ekonomi gibi henüz kurumsallaşamayan düşüncelerle de geliştirilmiştir. Ekonomik ilişkileri de ilgilendiren ve esasen birey merkezli gelişen ‘empati’ de pür kapitalist anlayışa karşı gelişen müesseseler arasındadır. İnsanı bencil ve rasyonel kabul eden ‘homo economicus’un tahtına içerinden gelen bu itirazlar ancak ağır bedeller ödendikten sonra taraftar bulabilmiştir.
Kapitalist ekonomi insanı rasyonel olarak ele aldığından insana toplum çıkarına dönük herhangi bir sorumluluk yüklemez. Bu yüzden toplumsal ortak harcamalar (kamu harcamaları) vergilerle karşılanmaktadır. Kapitalist felsefe içerisinde başka çare de yoktur. Çünkü kapitalizmde insana dair içsel dürtü tamamen göz ardı edilmektedir. Zaman içerisinde yumuşama yaşansa da insanın rasyonel davranışı üzerindeki saikler değişmemiştir. Örneğin kamu tercihi teorisi insanı ya da politikacıyı sadece yeniden seçilmenin hesabını yapan bir obje olarak ele almaktadır. Bu yüzden anayasaya kurallar koyarak bunların sınırlandırılması gerektiği üzerine bina edilmiştir. Bunun anlamı merkezde olması gereken insana güvenin kapitalizmde ‘sıfır’ olduğudur.
Kapitalist iktisat anlayışında İslam’ın değer atfettiği annelik duygusu, ikili ilişkide sadaka olarak nitelendirilen gülümsemenin rolü… gibi hususların hiç birisi milli gelir hesapları içerisinde ve refahı artıran unsur içerisinde yer almaz. Çünkü geleneksel iktisat anlayışında refah sadece parasal artışa endekslenmiştir. Bu yüzden insan modeli sadece ekonomik açıdan değil bütün ilişkileri bakımından ‘tekdüze’leştirilmektedir (devam edecek)