Hz. Muhammed’den sonra Müslümanların “İslam” tanımları eksik olmuştur. Kur’an-ı Kerim’e bakıldığında İslam’ın bir özel bir de genel tanımının olduğu görülür. Sonraki Müslümanlar özel tanıma odaklanarak çerçeveyi daraltmış ve İslam’ın evrensel boyutunu devre dışı bırakmışlardır. Bu durum toplumsal barışın dolayısıyla da dünya barışının gerçekleşmesinin önünde bir engel oluşurmuştur, oluşturmaya da devam etmektedir.
İslam özel anlamıyla Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin adı iken genel anlamıyla ilk peygamberden itibaren bütün elçilerin tebliğ ettiği dinin adıdır. (el-Hac 22/78) Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dine inananlar (özel anlamıyla Müslümanlar) bu genel çerçeveyi göz ardı ederek diğer din mensuplarını toptan kafir ilan etme yoluna gitmiş ve daireyi daraltmışlardır. Halbuki Yüce Allah tarihi süreç içerisinde inananların kalplerinde oluşan bu kıskançlığı değişik vesilelerle dile getirmiş ve mü’minleri cennet tekelciliğine karşı uyarmıştır. Cennet tekelciliğini önce Yahudilerin Hıristiyanlara karşı, daha sonra Hıristiyanların Yahudilere karşı, ardından da Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanlara karşı uygulamaya çalıştığına dikkat çekmiş, cennetin anahtarlarının kimsenin uhdesinde bulunmadığını ifade ederek (el-Bakara 2/111-113, en-Nisa 4/123-124) “Allah’a ve ahiret gününe inanıp insanlığın faydasına çalışan herkesin cennete girebileceğini” müjdelemiştir.
Günümüz Müslümanlarının -bu dar çerçeveden çık-a-madıkları müddetçe- toplumsal barışın gerçekleşmesine katkı sunmaları mümkün olamayacaktır. Bir başka ifade ile günümüz Müslümanları Yüce Allah’ın Kur’an’da çizmiş olduğu çerçeveyi doğru bir şekilde kavrayamadıkları takdirde, daire genişleyemeyecek ve toplumsal barış da gerçekleşemeyecektir. Zira Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de nüzul döneminde var olan diğer din mensuplarından Sâbiîleri, Ehl-i Kitab’ı (Yahudiler ve Hıristiyanlar) topyekûn kafir ilan etmediği gerek pozitif gerek negatif yönleriyle ayırıma tabi tuttuğu müşahede edilmektedir. “Ehl-i Kitap’tan öyleleri vardır ki…”, “Ehl-i Kitab’ın hepsi aynı değildir…”, “Ehl-i Kitap’tan bazıları …” (Âl- İmrân 3/113-115, 199)türündenifadelerle başlayan âyetler bu anlamda gözden kaçmamaktadır. Günümüzde Filistin topraklarında yaşanan vahşetin faillerinin de bu bağlamda değerlendirilmesi ve söz konusu vahşetin topyekûn bir dinin mensuplarına mal edilmemesi en doğru yaklaşım olsa gerektir. Binaenaleyh, bugün dünya üzerinde bulunan muhtelif din mensuplarının içerisinden Allah’a ve ahiret gününe inanıp faydalı işler yapanların da cennetlere girmeye hak kazanacakları Kur’an’ın beyanlarından anlaşılmaktadır.
İslam kelimesinin türemiş olduğu s-l-m kökünde barış anlamı hakimdir. Ayrıca bu kök, esenlik, huzur, anlaşma, saygı, teslimiyet gibi anlamları da içermektedir. Ancak Yüce Allah’ın mü’minleri ifade etmek için “Müslim” sözcüğünü, dini ifade etmek için de “İslam” kelimesini tercih etmesi dikkatlerden kaçmamaktadır. Her iki kelimenin de Arapça’da if’âl/إفعال olarak isimlendirilen (anlamın pekiştiği) kalıpta yer aldığı erbabınca malumdur. Kelimedeki bu detayı bilen ulema, “İslam’ın barış dini” olduğunu ifade ederek bu boyutu vurgulamaya çalışmıştır. Lakin bu tanımlamanın eksik olduğu, İslam’ı doğru yansıtamadığı fark edilmelidir. Zira if’âl kökünde kelimenin kazandığı anlam, ifade edilenin çok daha ötesindedir. İslam’ın barış dini olduğunu söyleyenler, kendilerinin barıştan yana olduklarını ifade etmekle yetinmekte ve zalimlerin cezalandırılmasını dualarıyla Allah’a havale etmektedirler. Halbuki Allah Müslümanlardan sadece barıştan yana olduklarını söylemelerini değil, barışı bizzat gerçekleştirmelerini beklemektedir. İnsanın yeryüzündeki imtihanının da en önemli amacı budur. Dolayısıyla İslam’ın ve Müslümanın, daha doğru olduğunu düşündüğümüz tanımını şu şekilde ifade edebiliriz: “İslam, yeryüzünde barışı gerçekleştiren din, Müslüman da yeryüzünde barışı gerçekleştiren insandır.”
Bu detay kavranıldığında olay çok daha farklı bir veçhe kazanmaktadır. Artık Müslüman, yeryüzünde barışı gerçekleştirmekle görevli olduğunun bilincinde olacak ve bütün gayretlerini bu hedef doğrultusunda sürdürecektir. Bu ise zalimlerin kol gezdiği bir dünyada Müslümana neredeyse uykunun bile haram olduğunu fark ettirecektir. Bu sayede Müslüman ataleti (tembelliği) terk edecek ve gece gündüz çalışması gerektiği şuurunu güçlendirecektir. Aslında Yaratıcı bunu son vahyin muhtevası içerisinde ona sade bir şekilde (الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ) tekrar tekrar sunmuştur. Müslümana sadece Yaratıcı’nın ifade ettiği bu cümleyi doğru anlamak düşmektedir. Yaratıcı, insandan iman etmesini ve güzel işler (salih amel) yapmasını beklemektedir. Kendisine lutfetmiş olduğu akıl nimeti ile kâinata tek bir Yaratıcı’nın hükmettiğini kavramasını, bunu kabullenmesini ve bu kabul doğrultusunda da insanlığın faydasına işler yapmasını istemektedir. Buradan çıkan sonuç ise şudur: İnsanın imandan sonraki en önemli vazifesi çalışmaktır (amel). Diğer ibadetler insana bu şuuru kazandırmak için emrolunmuşlardır. Müslümanlar bunu kavradıklarında önce toplumlarında sonra da dünyada barışı gerçekleştirme yolunda mesafe kat edecek ve Allah’ın kendilerinden beklediği hedefi gerçekleştirebileceklerdir. Aksi takdirde hayal aleminde yaşamaya devam edecek ve kimi düşünürlerin vurguladığı gibi farkında olmadan cennet ümidiyle cehennem hazırlıkları sürdürenler arasında yer alacaklardır.