Bir çağda yaşıyoruz ki uzmanlıklar artmış, disiplinler kendi içlerinde dallanıp budaklanmışken, bazıları çıkıp her konuda ahkâm kesmeyi kendilerine vazife bellemiş durumda. Bilhassa felsefe ve sosyoloji gibi alanlarda, adını duyduğumuz ama aslında ne söylediğini pek de anlayamadığımız bir kitle var ortada. Her konunun üzerine atlayan her meseleyi kendi “derinlikli”(!) görüşleriyle süsleyip sunan her fırsatta “asıl mesele şu” diye başlayan cümlelerle etrafına düşünce değil sis yayan kişiler bunlar.
Ancak asıl trajedi burada başlamaktadır. Bu kişilerin büyük bir kısmı felsefeci olduklarını iddia ediyor ama felsefe tarihine dair en temel bilgileri dahi taşımıyorlar. Ne Antik Yunan’ı bilirler ne Orta Çağ’ın epistemolojik kırılmalarını ne modern felsefenin Kartezyen devrimini ne de çağdaş düşüncenin analitik ve kıta ayrımındaki derin çatışmaları… Ama bir bakmışsınız ki sahneye çıkmış elinde mikrofon, gözlerinde kendinden menkul bir bilgelik parıltısıyla cümleler kuruyorlar. “Felsefeye göre…” Hangi felsefeye göre kimden ne devraldın nereye dayanıyorsun? Bunların cevabı ok. Çünkü mesele düşüncenin izini sürmek değil mesele düşünür gibi görünmektir.
Bu “vaazcı felsefeciler” felsefeyi bir tür etkileyici konuşma sanatına biraz da büyülü sözlerle çevresini saran bir gösteriye dönüştürmüş durumdalar. Sözleri süslü ama içeriği koftur. Anlattıkları şeyler kulağa hoş geliyor ama düşünce temelleri yoktur. Özellikle mistik, aforizmatik ifadelerle örülmüş bu sahte derinlik ne yazık ki çoğu insanı kolayca etkiliyor. Çünkü felsefenin ne olduğunu gerçekten bilen az bilenin de çoğu susmayı tercih ediyor.
İşte tam da bu noktada sorulması gereken soru şudur; Felsefe tarihini bilmeden felsefe yapmak mümkün müdür? Cevabı nettir. Hayır. Felsefe evrensel bir diyalog zinciridir. Sokrates’ten Aquinas’a, Descartes’tan Kant’a, Nietzsche’den Arendt’e uzanan bir düşünsel silsilenin mirasını taşır. Bu miras olmadan felsefe yapmaya çalışmak zeminsiz bir bina inşa etmeye benzemektedir. En fazla birkaç kat çıkar sonra da kendi üzerine yıkılır. Ama bu çöküş çoğu zaman entelektüel bir yıkım değil toplumun gözünde “derin adam” olma haliyle taçlandırılır.
Vaaz vermek kolaydır çünkü sorgulama gerektirmez. Söylersiniz ve beklersiniz ki karşıdaki sizi kutsal bir metni aktarır gibi dinlesin. Oysa felsefe böyle işlemez. Felsefe önce kendini sorgular ki buna refleksiyon denir. Daha sonra kavramları didikler sonra da anlam inşa etmeye koyulur. Yani felsefe yapmak bir düşünce disiplini içinde tarihsel birikimi ve mantıksal tutarlılığı gözeterek ilerlemeyi gerektirir. Konuşmakla düşünmek arasındaki uçurum bu sahte felsefecilerin en çok gözden kaçırdığı (ya da bilerek görmezden geldiği) noktadır.
Bugün felsefe adına konuşan pek çok kişinin cümlelerinde tek bir mantıksal çıkarım tek bir tutarlı izlek bulmak mümkün değil. Ama öyle güzel söylüyorlar ki “bir bildiği vardır herhalde” deniyor. Oysa safsatanın edebi ambalajla paketlenmiş hali sadece bir düşünce yanılsamasıdır. Anlamsız cümlelerin sıralanışı felsefi derinlik değil retorik gösteridir. Retorik ise düşüncenin değil çoğu zaman manipülasyonun hizmetindedir. Daha da kötüsü bu gösteri sahipleri “herkes için felsefe” ifadesini bir tür kalkan haline getirerek her itirazı susturmayı başarıyor. “Siz kimsiniz de halkın anlamasına karşı çıkıyorsunuz?” diyorlar. Hayır kimse halkın anlamasına karşı değil. Ama halkın kandırılmasına karşıyız. Herkes için felsefe olabilir ama bu herkesin istediğini felsefe sanabileceği anlamına gelmez.
Felsefe herkesin içine girebileceği bir alan olabilir ama orada kalıcı olmak, orada üretmek, orada konuşabilmek için tarihsel birikime, mantıksal disipline ve düşünsel dürüstlüğe ihtiyaç vardır. Aksi halde ortaya çıkan şey felsefe değil, felsefe sanılan düşünsel gürültüdür. Felsefe ne dinin bir yardımcısıdır ne de onun yerini almaya çalışan bir dogma üreticisidir. Felsefe düşüncenin derin ve tutarlı halidir. Bu yüzden ona saygı duymak onu sadece süslü sözlere indirgememekle başlar. Vaazla değil düşünerek bunu yapabiliriz ve yine bunu ancak gösteriyle değil birikimle yapabiliriz.
Artık sormak lazım gerçekten felsefe yapanlar mı sessiz kalıyor yoksa sahte bilgelik öylesine gürültü yapıyor ki onların sesi mi duyulmuyor?
2 yorum
Sayın Yazarımıza.
Gelin, bir “refleksiyon denemesi yapalım.
Ülkemin felsefecileri,18. ve 19. yüzyılda şekillenen felsefe disiplinin tarihsel ve kültürel hegomanyası altındandır.
Çünkü, Hegel; “Doğu felsefesi gerçek felsefe değildir” demiştir.
Batı Felsefesi; mantıksal argümanlar üzerine kurulu iken, Hint, Çin, Japon ve İslam felsefesi sezgisel ve sözlü geleneği benimser.
Ortaçağ Avrupası’nın 12. yüzyılda İbn Rüşd’ün Aristotales yorumlarının Thomas Aquinas’ı derinden etkilediğini bilmezden gelir.
Yazarımız; “Felsefe ne dinin bir yardımcısıdır ne de onun yerini almaya çalışan bir dogma üreticisidir. ” der ancak Thomas Aguinas kilise üst yönetiminde din adamı bir hristiyandır.
Daha söylenecek çok şey var da yazarımız hazmedip yayınlamaz.
Ülkemde işte tam bu nedenle, felsefecilerle bile felsefe yapılmaz. Komparatif felsefe de var. Biraz da onları inceleyelim denemez.
Dr. Bülent Demirbek
sayın hocam felsefenin dine dönüşmüş halinin felsefeden ne kadar uzaklaştığını anlatmama gerek yoktur ortaçağ felsefesi tarihi sadece bunu anlatır zaten. <Daha söylenecek çok şey var da yazarımız hazmedip yayınlamaz.
Ülkemde işte tam bu nedenle, felsefecilerle bile felsefe yapılmaz.< sözünüz zaten ön yargıyla hareket ettiğinizi gösterir ki felsefe zaten bu ön yargınızı kırdıktan sonra yapılacak bir şeydir.