Bazen bir video düşüyor ekranımıza, bazen bir şarkının içinden bir cümle saplanıyor kalbimize…
Farkında bile olmadan, içimizde susturduğumuz bir yanımız uyanıyor.
Rastlantı gibi görünen anlar, aslında kendi içimizde duyulmayan bir yankının sesi olabilir mi?
Geçtiğimiz günlerde kulağıma çalınan bir şarkı, zihnimdeki suskunluğu bozdu.
Modern yalnızlığı çok sade ama etkileyici bir cümleyle özetleyen o ses:
“Al cenneti, çal başına.”
Bununla birlikte gözüme ilişen bir videoda ise şöyle bir soru yankılanıyordu:
“Varken herkes verir… Ama elinde hiçbir şey kalmamışken de verebilir misin?”
Bu iki cümle yan yana geldiğinde, içimde susturulmuş bir çağrının yeniden ses bulduğunu hissettim.
Bir yandan modern dünyanın insanı sarhoş eden vaatleri; diğer yandan anlam arayışıyla savrulan kalabalıklar…
İç içe geçmiş, bir yorgunluk döngüsüne hapsolmuş gibiyiz.
Çünkü artık “cennet” denince akla öyle başka başka şeyler geliyor ki…
Parlak ekranlarda, dergilerin kapaklarında, kişisel gelişim sloganlarında, hatta terapist ofislerinde bile “kendi cennetini yarat” cümlesiyle karşılaşıyoruz.
Kendini sev.
Kendini şımart.
Kendine yatırım yap.
Kendin için yaşa.
İyi de… Bu kadar kendine dönmenin sonunda kendini gerçekten bulabiliyor musun?
Cennet, yalnızca “kazanmak”, “elde etmek”, “sahip olmak” la mı ilgilidir?
Yoksa bazen bırakmak, feragat etmek, vermek midir insanı cennete yaklaştıran?
Zor sorular…
Ama belki tam da bu yüzden gerekli değil mi?
Bugün modern dünyada “cennet” fikri, tüketimle eşdeğer hale gelmiş durumda.
Bir şey satın alıyoruz ve ardından “mutlu olmayı” bekliyoruz.
Yeni bir eşya, yeni bir ilişki, yeni bir ünvan…
İçimizdeki boşluğa “doygunluk” rolü yüklemeye çalışıyoruz.
Ama insan, doymakla huzur bulmak arasında çok büyük bir fark olduğunu unuttuğunda, doydukça da yoksullaşabiliyor.
Yoksulluk sadece ekonomik bir hâl değil.
Değer yoksunluğu, anlam yoksunluğu, vicdan yoksunluğu da var.
Bazıları çok şey elde eder ama hâlâ açtır.
Bazılarıysa elinde çok az şeyle kalabalıkları doyurur.
İşte o videodaki soru yine çınlıyor zihnimin kuytularında:
“Elinde hiçbir şey yokken de verebilir misin?”
Çünkü asıl zenginlik burada gizlidir.
Bağ kurmakta, yük almakta, kalmakta, paylaşmakta.
Kimsesiz kalmış bir çocuğun gözlerinde, yaşlı bir annenin bekleyişinde, sorumluluk alan bir insanın sessiz gayretinde…
İçinde Yaratıcı’ya yaklaşan bir şey vardır.
Çoğu zaman “iman” da, “ahlak” da süs eşyası gibi taşınıyor.
Oysa bu kavramlar, yalnızca rahatlıkla değil,
zor zamanlarla birlikte anıldığında anlam kazanır.
Bir çocuğun gözyaşına rağmen sırtını dönüyorsan;
bir eş yük altında ezilirken uzaktan konuşmayı tercih ediyorsan;
vicdanını susturup, alkışı dinliyorsan…
Senin cennet tanımında bir şeyler eksiktir.
Ne yazık ki bazı sistemler, bazı çevreler, bazı yapılar bu eksikliği derinleştiriyor.
İnsanı sorumluluktan değil, görünürlükten beslenen bir inanç biçimine davet ediyor.
Sırtı sıvazlananların çoğu, yüzüne ayna tutulduğunda ya kızıyor ya kaçıyor.
Oysa gerçek inanç, en çok kendinle yüzleştiğinde başlar.
Cennet, “kaçtığın” bir yerde kurulmaz.
Cennet, “senin için düzenlenmiş” bir alan değildir.
Cennet, senin içinde nasıl bir insan olduğuna göre şekillenir.
Hepimiz az çok aynı yorgunluktayız.
İçimizde hâlâ susmayan bir taraf var:
Adalet isteyen, hakkaniyet bekleyen, emanet taşıyan o ses…
Ve işte bu ses, bazen bir şarkıda, bazen bir videoda, bazen yazılmış bir cümlede yankılanıyor.
Diyor ki:
“Al cenneti… Çal başına.”
Ama bu bir isyan değil, bir uyarı adeta…
Sahte cennetlere, makyajlı gerçeklere, görünür ama içi boş hayatlara karşı sessiz bir ret.
Bize verilmiş her şeyin, aslında birer emanet olduğunu hatırlatmak için.
Ve her emanetin, bir gün sahibine sorulacağını unutmamak için.
Cennet, dışarıdan beklenmez.
Bir gün verilmez.
Cennet, insanın kendini bildiği yerde başlar.
Ve insan, başkalarının hakkını gözettiğinde oraya yaklaşır.
Son olarak şu soruyu bırakıyorum:
“Gerçekten bir cenneti hak edecek kadar içimizde neyi büyütüyoruz?”
Eğer cevap hâlâ yalnızca “ben” ise…
Belki de cenneti değil, önce kendimizi kaybettik.