Yaşadığımız çağdaş dünyada 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu oylamasında kabul görmüş olan ve ülkemizin de olumlu oy kullanarak taraf olduğu “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”nin ABD ve Batı Avrupa’nın tarihiyle olan ilişkisi ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra söz konusu olan küresel etkileri genellikle göz ardı edilmektedir. Çünkü dünya genelinde özellikle 2000’li yıllarla birlikte daha ciddi seviyede ve toplumları dönüştürecek ölçüde etkili olan “bireyselleşme”, temelde söz konusu Bildirgede işlenen hak ve özgürlükler çerçevesinin olağan veya anlaşılabilir bir sonucudur. İnsan ve insanlık adına günümüzde dünyanın herhangi bir yerinde ve ülkemizde kabul gören hemen hemen ne varsa bu Bildirgenin etkileriyle ilgilidir. Birçok toplumun kendi tarihi, kültürü ve aidiyetine dönmek üzere tartıştığı birçok kavram ve sorun başlığı -sözgelimi Japonya, Çin ve Hindistan’dakiler- bu Bildirgenin yansımaları gözetilerek anlaşılabilir.[1] Bu çerçevede daha yazının başında belirtmek gerekirse; sözgelimi kadın ve erkeklerin eşit oluşu da bir dine inanan ve dinsel kimliğiyle kamusal alanda var olan kadın ve erkeklerin özgürlükleri de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve dolaylı olarak Amerikan rüyası (bireyselleşme) ile ilişki halindedir.[2] Sözgelimi “kendini gerçekleştirme” kavramının kendisi, “yaşam ve özgürlük”ten sonra Amerikan rüyasının üçüncü esasıdır.[3] “Din ve sanat, onun (Amerikan medeniyetinin) mevcudiyetinin temel kaynaklarından iki tanesi olmuştur.”[4]
Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Başkanlığını yapmış olan Rona Aybay’ın belirttiği üzere; İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, “teknik hukuk anlamında “tavsiye” niteliğindedir; dolayısıyla da “bağlayıcı” bir etkisi yoktur. Ama 360 kadar dile çevrilmiş olmasının da gösterdiği gibi, Evrensel Bildiri’nin dünya çapında büyük ilgi uyandırdığı bir geçektir.” Aybay, sonraki bazı uluslararası hukuk gelişmelerinin söz konusu bildiriye hukukun bir çeşit “genel ilkeleri” özelliğini kazandırmaya ve onu bağlayıcı kılmaya çalıştığını belirtmektedir.[5] 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda gerçekleşen oylama sırasında Türkiye’de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Hasan Saka idi.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (veya Bildirisi’nin) içeriğine bakıldığında; özellikle maddelerin birçoğunda geçen “herkes” ve “özgürlük” sözcükleri ve sözcüklerin bağlandığı yeni insan-insan ilişkileri zemini dikkat çekmektedir. Bu metindeki “herkes” sözcüğü tıpkı Amerikan rüyasında 1931 yılında geçtiği gibi “sıradan insan” merkeze alınarak bütün insanları kapsamakta; “özgürlük” sözcüğü bütün insanların kayıtsız ve şartsız sahip oldukları bir hak olmakta ve bu hakkın çerçevesi yeni insan-insan ilişkileri zemini tarafından belirlenmektedir. Yeni insan-insan ilişkileri zeminine göre temelde kadınlar ve erkekler eşittirler ve herkesin “düşünce, din ve vicdan özgürlüğüne hakkı vardır.” Aslında Bildirinin 18. maddesi tam olarak şöyledir: “Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır; bu hak din veya inanç değiştirme özgürlüğünü, dinini ya da inancını tek başına veya topluca, açık veya özel olarak öğretme, uygulama, ibadet ve törenlerle açığa vurma özgürlüğünü içerir.”[6] Bu 18. maddenin daha önce 1688-1948 yılları arasında İngiltere’de (ve İngiliz sömürgelerinde), 1789-1948 yılları arasında Fransa’da (ve Fransa’nın sömürgelerinde), 18.-19. yüzyıllardan itibaren Batı Avrupa’nın ve Orta Avrupa’nın genelinde uygulanan din ve vicdan durumunu veya hukukunu değiştirdiği belirgindir. Çünkü ABD’deki Yahudiler ve onlardan önce Püriten Hristiyanlar, Orta Avrupa, Batı Avrupa ve İngiltere’de bazı dinsel güçlükler yaşamışlardır. Bu kapsamda sözgelimi Karl R. Popper’ın bir anlatıma göre ailesi o doğmadan önce, bir görüşe göre de kendisi İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Yahudilik dinini terk ederek Protestanlığa geçmiştir. Amerikan rüyasının 1628-1630 yıllarında başlatıcısı kabul edilen John Winthrop’un İngiltere’den ABD’ye göç etmesinin temel nedenlerinden birisi onun bir Püriten olarak İngiltere’de yaşadığı dinsel problemlerdir. Dolayısıyla tıpkı köleliğin kaldırılması ve yasaklanması (madde 4) gibi kadın hakları ve din hakları çerçevesi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile beraber tüm dünyada kabul görmüştür. İnsanların her şeyden önce insan olmak bakımından hür ve eşit olmaları Fransız İhtilali ile değil, ama İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile kayıt altına alınmıştır.
Richard Rorty, neredeyse bir yıldır Gazze’de işlenen insanlık dramına 1990’larda Bosna Hersek’te işlenen başka bir dramı değerlendirirken işarette bulunmakta ve “İnsan Hakları” kavramındaki insana “Siyahların ve Müslümanların” maalesef dâhil olmadıklarını, bu vakıanın esas itibariyle ABD’nin ve Batı’daki dünyanın bir eksikliği ve yanlışlığı olduğunu belirtmektedir.[7] Rorty’nin bu itirazı ve başka pasajlarda ABD’yi 20. yüzyılın ilk yarısındaki Charles Sanders Peirce pragmatizmine çağırması önemlidir. Çünkü Rorty, Amerikan rüyasının aslında Batı Avrupa kültürü (Avrupa-merkezcilik) tarafından yaratılmış ve bazı insan ve toplumların ayrıcalıklandırılmasını sonuç vermiş hümanizm yerine bir tür posthümanizmi içerdiğini biliyordu. Posthümanizm, insancıllığın dünya üzerindeki her sıradan insanı sahiplendiği kuşatıcı bir hak ve özgürlük çerçevesini demokrasi olarak tanımlayan çağdaş ve ikinci bir insanlık yorumuydu. Kuşkusuz bu da bireyselleşme demekti.[8]
İnançlı ve dindar insanların tüm dünyada bilgi, hukuk ve ekonomiye katıldıkları bireyselleşme deneyimlerini ele alan ve değerlendiren çağdaş sekülerlik teorileri Peter Berger ve Bryan Wilson gibi uzmanların ellerinde 1960 ve 1970’li yıllarda gelişti ve bu yazarlar ve başkaları sekülerlik kavramının geçmişini 19. yüzyılın ortalarına değin geri dayandırdılar. Son zamanlarda Steve Bruce bu teorinin en bilinen uzmanı durumundadır ve Michel Foucault, Bryan S. Turner, Charles Taylor, Talal Asad ve başkalarından çok anıldığı olabilmektedir. “Sekülerleşme, Batılı toplumun modernleşmesi olarak açıklanabilir” iken sözgelimi Hristiyanlığın toplumsal değişimdeki etkisi onun sekülerleşmenin karşıtı olarak konumlandırılması dolayısıyla göz ardı edilmektedir. Bruce’un analizine göre, bir toplum daha endüstriyel, kentli ve medeni oldukça Hristiyanlık orada gerileyecek ve daha az popüler olacaktı. Çünkü dinsel inanç ve dindarlık toplumsal değişimde olumlu bir etken ve ilerici bir gelişme olamazdı veya olmamalıydı. Bruce, “2030 yılıyla birlikte Britanya’da toplumun dinden uzaklaşacağını ve seküler olacaklarını” öngörmektedir. Yukarıdaki hümanizm (aydınlanma) ve posthümanizm (bireyselleşme) süreçlerindeki sıralılığı veya öncelik sonralığı göz ardı eden bu öngörü veya yorum hem İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin etkisini göz ardı ettiği için hatalıdır, hem de seküler ve sekülerleşme kavramlarını insanlığın önünde gerçekleşen toplumsal değişmeye dayandırmak yerine kendi zihinsel beklentilerine dayandırdığı için hatalıdır.[9] Ayrıca 2024 yılında Britanya’da 2030 yılında böyle bir gelişmenin meydana gelebileceğine ilişkin hiçbir belirtiye rastlanmamaktadır. İlginç olan bunun tam aksi yönde yani dindarlık duygusunun toplumsal görünürlüğünün artması yönünde bazı belirtilerin Britanya’da gözlemlenebiliyor olmasıdır.
Birçok sosyal bilimci arasında Graeme Smith’in 2008 yılında ortaya koyduğu yeni bir yaklaşım fark meydana getirmektedir. Smith, ‘eğer sekülerlik dinsel inanç, dindarlık duygusu ve dinsel ritüellerden uzaklaşmak’ ise Amerikan rüyasının (bireyselleşmenin) Batı Avrupa da dâhil bütün dünya tarafından bir ölçüde sahiplenildiği 1945 (1948) sonrasında hem olgusal seviyede dindarlaşmanın hem de sekülerleşme kavramını konuşmaya başlamanın neden bir arada teşekkül ettiğini sormaktadır. Eğer bir kavram bir olguyu izah etmek yerine onu reddetmeye işarette bulunmuyorsa; dindarlaşma olgusunun yaşandığı toplumsal değişimi sekülerleşme ve Batı’nın ileri gitmesi olarak anlayanlar neden sekülerleşme ile dini duyguları birbirinin karşısına yerleştiriyorlar? Sözgelimi 1945 yılından önce Fransa’da Paris’te Kardinallerin toplumsal seviyede etkin maddi bir statü ve konumları mevcut değildi. 1789 ile 1945 arasında mevcut olmayan yeni bir olgunun ortaya çıkışı nasıl oluyor da dinden uzaklaşma olarak anlaşılabiliyor? Acaba sekülerliği kendi zihnine göre tarif edenler, dinsel duygunun 19. yüzyılda bilgi, hukuk ve ekonomiye dokunamadığı bir yoksunluk durumunu mu dinin özü olarak kavrıyorlar? (Oysa Batı Avrupa’da dinsel duygulara sahip insanlar kendi dinlerine ilişkin duygularında modern öncesine yöneliyorlar ve 19. yüzyılı ve erken 20. yüzyılı olumsuz bir dönem olarak anıyorlar.) Böylece toplumsal yaşama katılmak, kendisi dinsel duyguya sahip olanlar ve sahip olmayanlar tarafından, dinin özüne aykırı mı bulunuyor? Dinin özü gerçekte yaşamamak mıdır? Veya dini modern öncesinde mi bulmalı, yoksa 19. yüzyılda mı? Bu iki referans yerine dini bugünde bulmanın nesi hatalı olabilir? Bu soruları akla getirecek şekilde Smith, sekülerliğin bir ilerleme olduğunu ve esas itibariyle “Hristiyanlığın (yeni dinin) yeniden keşfedilmesi” olarak tanımlanması gerektiğini belirtmektedir. Dolayısıyla Smith’e göre; dinin yeniden keşfedildiği, onun bilgi, hukuk ve ekonomiye bireyselleşmenin gereklerine uygun olarak ticarileşme kaydıyla dâhil olduğu ve etik bilinç seviyesinde dindar olan ve dindar olmayan bütün insanları etkilediği yeni toplumsal yaşam sürecine seküler veya sekülerleşme adı verilebilir.[10] O halde sekülerleşmek bir anlamda dindarlaşmak veya dinin kendini güncelleyerek toplumsal yaşama katılması ve toplumsal yaşamı da kendince güncellemeye zorlaması demektir.
[1] Winston P. Nagan, Aitza M. Haddad, “Individuality, Humanism, & Human Rights”, e-journal of the World Academy of Art & Science, Cilt 1, Sayı 1 – Kısım 2, July 2012, s. 58-78.
[2] James Truslow Adams, The Epic of America, New York: Blue Ribbon Books, 1941 (e-kitap), s. 5, 25, 87, 134, 165, 268, 333.
[3] Adams, The Epic of America, s. 5-6.
[4] Adams, The Epic of America, s. 268.
[5] Rona Aybay, Açıklamalı İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Ankara: Türkiye Barolar Birliği, 2006, s. 6-7.
[6] Aybay, Açıklamalı İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, s. 17.
[7] Ken Booth, Theory of World Security, Cambridge, New York: Cambridge University Press, 2007, s. 383-384.
[8] Ryan White, The Hidden God: Pragmatism and Posthumanism in American Thought, New York: Columbia University Press, 2015, s. 11, 20-21, 48, 77vd.
[9] Graeme Smith, A Short History of Secularism, London, New York: I. B. Tauris, 2008, s. 42-43.
[10] Smith, A Short History of Secularism, s. 1-3, 67-88, 183-205.