14 Ekim 2024 tarihinde hayatını kaybeden Amerikalı psikolog ve Stanford Üniversitesi profesörü Philip Zimbardo’nun The Lucifer Effect: Understanding How People Turn Evil (Şeytan Etkisi: İyi İnsanların Kötüleşmelerindeki Keyfiyetin Anlaşılması) adlı 2007 yılında İngilizcede yayınlanmış iddialı bir kitabı vardır. Bu kitabın amacı, insanların belirli toplumsal ve psikolojik koşullar içerisinde nasıl kötülüğe eğilimli olmaya başladıklarını açıklayabilmektir. Zimbardo’nun kitabının genel kabulü, içerisinde bulunulan toplumsal ortam ve koşulların kişinin iradesi, yönelimi ve yeterliliğinden daha fazla olarak hukuki ve ahlaki davranışları etkilediğidir. Bu sosyal psikolojik anafikir herkesin kendine göre yorumlayabileceği bir sonuçtur. Tarihin başlangıcından bu yana korunan “iyi toplumsal çevrelerden iyi insanlar çıkar” genel kabulü bu anafikirle uyum içindedir. Bu nedenle aslında Zimbardo yeni bir şey söylemiyor, ama şimdiki zamana uygun bir izahta bulunuyor.[1]
Zimbardo’nun toplumsal deneyimlerin kişinin durumunu belirlediğine yönelik yukarıdaki temel argümanına dayanıldığında; insanın eğitim ve öğretiminin ömür boyu devam ettiği ve bunun asgari süresi olarak ergenliğin tamamlanmasına değin toplumun her insanın eğitim ve öğretimini üstlenmesinin doğru olduğu söylenilebilir. Herkesin içinde yaşanılan büyük toplum ölçeğinde her zaman doğru ve iyi davranışlar geliştirebilmesi için muhtemelen bu eğitim ve öğretim süresinin ömrün tamamına yayılması gerekebilir ve bu gereklilikle çelişecek seviyede bütün vatandaşlar hata yaparak öğrenme hakkından eşit ölçüde yararlanamayacağı için toplumda hiyerarşik bir yapının olması söz konusu olabilir. Yeterince deneyimli insanlar bu çelişkinin kendisinin yaşamı ve insanlığı programladığını anlayabilirler. Çünkü bazıları hata yapıyorken diğer bazıları onları hoşgörmez ve hataları telafi edemezse bu süreç her aşamada bir kesintiye uğrayabilir. Dolayısıyla herkesin görece iyi yaşayabileceği ve öğrenebileceği bir toplumu varsaymak neredeyse imkânsızdır. Bu yeni toplumsal gerçeklik koşulunda ihtiyaç duyduğumuz öncelikli iyilikler ve kötülüklere, öncelikli doğru ve yanlışlıklara karar vermektir. Bu karar verme süreci bir şekilde kişisel ve toplumsal otorite gereksinimini ve kimi zaman otoritelerin aynı aile içerisinde bile çatışmasını gündeme getirebilir.[2]
Akıl sözcüğü, çoğumuzun kabul ettiğinden farklı olarak geçmişten bu yana toplumlarca oluşturulmuş ve kuşakların birbirlerine aktardığı ilkelere ve kurallara yani dogmalara karşılık gelmektedir. Bu ilke ve kurallara ancak onları daha iyi anlayabilmek ve kabul edebilmek için yöntemsel olarak itiraz edilebilir. “Akıllı ol” derken kastedilen, reddetmek değil, toplumun ortak alışkanlıklarını benimseyerek kabul etmektir. Sözgelimi Jean-Jacques Rousseau’nun bahsettiği Toplumsal Sözleşme ve ona duyulan ihtiyacın çerçevesi işin bir yönüyle bakıldığında kurgusaldır, ama diğer yönüyle bakıldığında günümüzde itiraz edilemez bir dogmadır. Modern kültür devlet kurumunun insanın iyiliği için gerekli olduğunu kabul ettirmiştir.[3] Bu nedenle ilk kez Romalı Quintus Horatius Flaccus tarafından söylenmiş “sapere aude” (“dare to know”/“bilmeye cesaret et”) cümlesi, Immanuel Kant’ın aydınlanmaya ilişkin metninde, ‘yeni bir toplumsal düzenin ilkelerini ve kurallarını kabul et’ anlamında söylenmiştir.[4] Kant’ın amacı basitçe söylendiğinde herkesin kendine göre saf özgürlük ve mutluluğun peşinden gitmesi ve nihayet kendi hakikatine ulaşması değildir. Dolayısıyla felsefede ve hatta dinde akıl denilirken kastedilen büyük ölçüde toplumsal normların kabul edilmesidir. Bunun aksinin iddia edilmesi en azından 20. yüzyılın ikinci yarısındaki dünya ve günümüz gerçeklerine aykırıdır. O halde akıl otorite olamaz.
Kişisel akıldan hareketle önceliklere karar veremez ve otorite gereksinimizi gerekçelendiremeyiz. Bu akıl ancak bir otorite tercih edildikten sonra işlem yapmaya ve üretmeye başlayabilir. Bu nedenle ortada kurallı toplumsal bir düzen mevcut değilse “sapere aude” demek, Charles Sanders Peirce’ün deyişiyle, hümanistlerin bir zaman yapageldiği gibi, “ifade etmenin artistik biçimi”ne döner.[5] Yine Peirce’e göre, bir kişi ancak deneyimleri yoluyla ve zaman içerisinde bilgi için uygun bir zemin bulabilir. Bu bilginin toplumsallaşması ve genel geçer akıl haline evrilebilmesi için ortak bir kalkınma ve başarılı olma hikâyesine ihtiyaç vardır. James Truslow Adams’ın akıl ve a priori (önsel bilgi/başka toplumların akılları) yerine ABD toplumunun kendi emeği ve deneyimine sahip çıkarak aklın zaman içerisinde teşekkül edebileceğini söylemesinin nedeni de budur.[6] O halde kişisel deneyimleri zaman içerisinde bir bilgi ve akıl haline getiren harç veya maya bu deneyimlerin sahiplerinin birlikte ortak bir kalkınma emek ve deneyimine sahip olmalarıdır. En azından Amerikan rüyasının 20. yüzyılda insanlara öğrettiği budur.[7] Günümüzde insanların kendi hayatlarına ilişkin talep ve programlamalarını yönlendiren “yaşamak, özgürlük ve kendini gerçekleştirmek (mutlu olmak)” kavramları Amerikan rüyası tarafından icat edilmiş olduğu için onun verilerini diğer özellikle varsayımsal verilerin önünde tutmak daha makuldür.[8]
Şimdi bu yazının başlığına geçilebilir. Tek bir insan için iyi ve kötü, doğru ve yanlıştan söz etmenin göreceli olmayan bir yolu ve içeriği bulunamaz. İyi ve kötü, doğru ve yanlışı geçerli ve anlamlı kılan toplumsal gereksinim ve deneyimdir. Zimbardo’nun analizleri bunu teyit etmektedir. Dolayısıyla öncelikli iyi ve kötüden söz edildiğinde toplumsal normlardan söz edilmiş olmaktadır. Peirce, Adams ve Horkheimer’ın analizleri bir toplumsal ‘iyi’ ve ‘kötü’nün, ‘doğru’ ve ‘yanlış’ın, ‘öncelikli’ ve ‘sonraya bırakılabilecek olan’ın deneyimler tarafından belirlendiğini; bu deneyimlerin de kalkınma ve gelişmeye yönelik ortak emekler ve etkileri olduğunu göstermektedir. Ortak emekler ve etkilerinin meydana getirdiği kazanımların her birinin kabul ettirdiği kurallar ve ilkeler de akıl başlığı altında kavramsallaştırılabilir. Yani kalkınma ve gelişmeden sonra varılan yeni akıl kazanımların içerdiği müşterek iyi ve doğrulardır. Aklın bu yeni içeriği pragmatizmin 21. yüzyılın ikinci yarısında söyleyebileceği olağan bir sonuçtur. Bu şekilde teşekkül etmiş akıl, kalkınma ve gelişme deneyimlerinin öğrettiklerini aktarmayı (eğitim) onun bir andaki sembolik kazanç karşılığından (para) kesinlikle daha öncelikli görür. Çünkü sembolik bir değer olarak para, değerin kendisinin sürekli aktarılarak artırılıp süreğen kılındığı eğitime kıyasla ikincil ve geçici bir değerdir. Tarih boyunca genel geçer olabilmiş bütün akılların kendi geçmiş hikâyeleri de bunu doğrulayabilir.
Peki, eğitim ve parayı sabote eden iki önemli unsurdan yani kıskançlık (hased) ve cehâletten (bilgisizlik veya bazen eğitimsizlik) hangisi daha öncelikli bir kötülüktür? Buna deneyimin içinde kalarak bile cevap vermek zor görünmektedir. Çünkü Zimbardo’nun kitabına başlık olarak aldığı Şeytan birçok din ve özellikle İslâmiyet tarafından kıskançlıkla tasvir edilmiş gibi görünmektedir.[9] Buna bakılırsa kıskançlığın cehâletten daha öncelikli bir kötülük olduğuna varılabilir. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’de insanın yaratılışına dair anlatıda Meleklerin kusuru bilgi eksikliğiyle tasvir edilmektedir.[10] Melek veya Cin olduğu konusunda tereddüt bulunan Şeytan’ın Melekler ile birlikte anılması, öncelikli kötülüğün cehâlet olduğuna da yorulabilir. Belki de Şeytanın kıskançlığı bilgi veya deneyim eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Bakış açısına göre yalanın kıskançlık ve deneyim eksikliğinden (cehâlet) daha kötü olduğu da söylenebilir, ama yalanı mümkün kılan deneyimsel koşullar bakımından yine kıskançlık ve bilgisizliğe dönülebileceği eklenebilir. Çünkü hangi insan gerçeği değiştirmek veya olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak ister? Siz ne dersiniz? Kıskançlık mı daha öncelikli bir kötülüktür, yoksa cehâlet mi?
Zimbardo ile bağlamak gerekirse; ona göre, sıradan yani kötülüğe hiçbir eğilimi olmayan insanların kötülüğe eğilimli yaşantılar ve deneyimler edinmemeleri için dikkatli olmak ve seçici davranmak gerekmektedir. Çünkü 21. yüzyılın ilk çeyreği, sıradan insanların da kötülüğe eğilimli olmaya başladıkları bir döneme karşılık gelebilmektedir.[11]
[1] Bkz. Philip Zimbardo, The Lucifer Effect: Understanding How People Turn Evil, New York: Random Haouse, 2007.
[2] Zimbardo, The Lucifer Effect: Understanding How People Turn Evil, s. 454.
[3] Zimbardo, The Lucifer Effect: Understanding How People Turn Evil, s. 297-298.
[4] Max Horkheimer, Eclipse of Reason, New York: Oxford University Press, 1947, s. 14, 17-18, 24, 3, 42-43. Horkheimer, aklın bu yönünü fark edebilmek için Charles Sanders Peirce felsefesi ve pragmatizmden yararlanmaktadır. Horkheimer, Eclipse of Reason, s. 42, 47.
[5] “All their energies went to writing a classical language and an artistic style of expression.” Charles Sanders Peirce, The Collected Papers of Charles Sanders Peirce; ed.: John Deely, Harvard University Press, 1994 (e-kitap), s. 19, paragraf 18.
[6] James Truslow Adams, The Epic of America, New York: Blue Ribbon Books, 1941 (e-kitap), s. 335.
[7] Adams, The Epic of America, s. 29-30.
[8] Adams, The Epic of America, s. 5-6.
[9] Kur’ân-ı Kerîm, Sâd sûresi, 38/76.
[10] Kur’ân-ı Kerîm, Bakara sûresi, 2/30.
[11] Zimbardo, The Lucifer Effect: Understanding How People Turn Evil, s. 416-417.
3 yorum
👏👏👏
Bir ilahiyatçının yazısına dayanarak söylenecek tek bir söz var: bu metin, toplumsal bilinç ve insan psikolojisi üzerine derin bir bilgi birikimiyle hazırlanmış. Tebrik ederim! Ancak biraz daha açıklık ve eleştirel bir bakış eklemek, metni daha da güçlü kılabilir.
Hased kötülüğüne yoğunca maruz kalan birisi olarak yazayım.
Hekimlik, hased, cehalet üçlemesi…
Hekimlik, yalnızca bilimsel bir uzmanlık değil, aynı zamanda toplumsal algıların ve psikolojik tepkilerin kesişiminde yer alan görkemli bir meslektir. Ancak bu görkem, beraberinde derin bir haset dalgasını da taşır. Çünkü doktorluk:
İnsan hayatının en kritik anlarında çözüm sunar.
Bu çözümü, bilgi birikimini maddiyata hızlıca dönüştürerek yapar.
Toplumda kıskanılmaya – hasedlenilmeye en açık meslekler arasında yer alır.
Bir senaryo üzerinden düşünelim:
Bacağınız kırılmış. Hayatınızın belki en kötü durumlarından birindesiniz. Ameliyat olmak zorundasınız. Ancak bu noktaya kadar hiçbir doktora ödeme yapmayı düşünmediniz. Çünkü bu, genel algıda “ihtiyaç yokken yapılan bir harcama” olarak görülüyor.
Şimdi şu tabloya bakalım:
Kırık bacak: Kötü bir durum.
Ameliyat zorunluluğu: Kötü bir durum.
Tedavi için ödeme yapma gerekliliği: Kötü bir durum.
Hastane seçme veya pazarlık yapma özgürlüğünün olmaması: Kötü bir durum.
Tüm bu kötü durumların ortasında birey, çaresiz bir şekilde ödeme yapmak zorunda kalıyor. Doktora lütfederek verme yapmak istiyor ama yapamıyor. İşte bu noktada haset başlıyor.
Kimse, “Bu doktor yıllarca gece gündüz çalıştı, milyonlarca sayfa okudu, fedakarlık yaptı,” demiyor. Bunun yerine, “Doktor benden para istedi!” diyerek duygusal bir çıkar çatışması yaratıyor.
Peki, birey neden kötü anında bile böyle bir hased duygusu oluşturan kenz (mal biriktirme) ve tekasür (çoğaltma) hissine bu kadar sıkı tutunuyor? Ve neden haset duygusu bu kadar kolay şekilde devreye giriyor?
Acaba hased doğal bir yetenek mi?
Bu sorunun cevabı, insanın “özellikle doğum öncesi” ve sonrası maruz kaldığı koşullarda gizli. Birçok insanın, anne rahmindeki zorlu koşullar nedeniyle bilinç düzeyinde bozulmalar yaşadığı bilinir. Örneğin:
İltihaplı bir rahim: Fetusun gelişimini etkiler.
Yetersiz beslenme veya stresli bir hamilelik: Fetusun fizyolojik ve psikolojik dayanıklılığını zayıflatır.
Yorgun, yaşlı, enfekte, enflamasyonlu, suyu azalmış veya suyu bitmiş, korioamnionitli, miyomlu, polipli, eğri, yarım, bir rahime düşmüş ve yetersizlik – ıstırap çekerek yani survivor içinde (kötü muameleye maruz katlara) gelişmiş doğmuş, buna katlanmak zorunda kalmış birisi masum doğmaz. Kenz, tekasür, mücadele, rekabet, vurdumduymazlık, savaşma, empatisiz eylemler, fesatlanma, egoizim, cimrilik, hızlıca hasedlenme,… duygularını geliştirerek aslında bunlara yeteneklenerek doğarlar ve ana rahminde temeli atılan bu menfi bilinç düzeyini doğumdan sonra bu doğal yeteneklerini ilerletirler.
İnsanın ana rahminde, kendisinin de engelleyemediği, katlanmaya maruz kaldığı kötü muameleler onu kötü yapan yola taşıyan ilk müsebbibtir ve kötülüğe giden yolun taşları ana rahminde atom atom elektron elektron, saniye saniye bilinçlenmektedir. İşte menfi bir rahime maruz kalmanız daha doğmadan bireyin mücadeleci ve saldırgan, kötüye eğilimli bir yapıya bürünmesine neden olabilir.
Anne rahmindeki bu zorluklar, bireyi “masum” olmaktan uzaklaştırır. Bunun yerine, kenz, tekasür, mücadele, rekabet, cimrilik ve haset gibi menfi duygulara yatkın hale getirir.
Bu durum, doğumdan itibaren bireyin doğal bir yetenek gibi bu duyguları geliştirmesiyle devam eder. Kötülüğe giden yolun ilk taşları, ana rahminde döşenir.
Yazınızın en çarpıcı noktalarından biri, bireyin psikolojik yapısını etkileyen faktörlerin toplumsal boyutuna dikkat çekmesi. Bir annenin cehaleti, para tutkusu ve eğitimsizliği sadece kendi çocuğunu değil, toplumun bütününü etkiler.
Bu noktada, iyi insan yetiştirmek için nereye odaklanmalıyız? sorusu gündeme geliyor:
Kadın ve aile eğitimi: Toplumun temel taşıdır.
Toplumsal bilinçlenme: Eğitimsizlik, sadece bireyi değil, tüm toplumu zehirler.
Haset, kenz ve tekasür duyguları; insanın doğum öncesi ve sonrası koşullardan etkilenerek geliştirdiği menfi bilinç düzeyinin bir sonucudur.
İyi bir toplum istiyorsak, işe kadınları ve aileleri eğitmekten başlamalıyız. Birey rahime düştüğü an iyi, kötü olacağı aslında bellidir. Bunu değiştirmek, iyiye meyillendirmek çok kolaydır ama neden yapılmıyor?
Hep çıkar çatışması!
Hasta olunca doktora gitmek, gereksiz yere doktora para kaptırmamak olarak görülüyor.
Hasta olmadan, gebe kalmadan doktora gidilince, “Doktoru haybeye zenginleştirne” düşüncesi (hasedi) toplumu oluşturan fetusu bozuyor.
Sayın Mesut Bayraktar,
Özellikle anne karnındaki çocuğun yaşadığı stresin sonraki hayatına etkisi üzerine iddiaları kastederek diyorum ki; Literatür ile desteklenmiş bir yazıya, literatürsüz iddialar pek uygun olmamış gibi. Yazınızın kalan kısmına şöyle bir katkım olsun;
Sağlık hizmetinin en iyisine, en iyi kurumdan, en iyi hekimden ulaşabilmek kişinin vazgeçilmez, ikame edilemez en doğal insanı hakkıdır ama;
Bi kişi maddi varlığını sağlığı için feda edemiyorsa, o maddi varlığın bir anlamı yoktur…