İnsan bile isteye kötülük yapar mı? Ya da bir söylemin/eylemin ‘kötü’ olduğunu düşünmesine rağmen, nasıl olur da o eylemi yapar? Eğer bir ‘insanın özgür, akıl ve irade sahibi bir varlık olduğunu’ düşünmüyorsak, yani ‘kişinin eylemini ortaya çıkaran tüm etkenler kişinin özgür iradesinden bağımsızdır’ diye düşünüyorsak, o kişinin ‘kötülük’ yaptığını söyleyebilir miyiz? İster ‘kötülük’ kavramının ontolojik varlığını reddedelim, istersek her birimiz ‘kötülük’ ten azade olduğumuzu iddia edelim, o zaman bu dünyada yaşanan insan kaynaklı acıları nasıl değerlendirebiliriz? Yoksa, insan iyi/kötü/nötr diye ayrılabilen eylemler/söylemler yapmaya muktedir bir varlıktır diye mi düşünmeliyiz? Kötülük nedir o zaman?
Yaklaşık beş bin yıl önce yazılmış bir Mısırlı mumyasından çıkan Ani Papirüsünde (Ölüler Kitabı’nda) Ka’nın, yani ölünün ruhu şöyle der: “Hiç kötülük etmedim, yalan söylemedim. Küfür etmedim. Yakınlarımı bahtsızlığa sürüklemedim. Hiçbir evli kadınla cinsel ilişkiye girmedim. Kimseyi gücünün dışında çalıştırmadım. Benim yüzümden hiç kimse korku duymadı, yoksulluk ve acı çekmedi. Tanrıların hoşuna gitmeyecek hiçbir şey yapmadım. Kimseyi aç bırakmadım. Kimseyi öldürmedim. Hiçbir utandırıcı davranışta bulunmadım. Uzunluk ölçülerini yanlış tutmadım. Terazide hile yapmadım. Hiçbir arkın suyunu başka yöne çevirmedim. Ben temizim. Ben temizim. Ben temizim.”
Siyaset felsefesinde iki temel sorunsal vardır (Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş), (1) ‘İnsan temelde iyi mi/kötü mü?’ tartışması, (2) ‘Ben bilirim diyen birilerini mi bulmalı, yoksa ortak aklı mı harekete geçirmeli?’ tartışması.
“İnsanların toplumsal kötülük yapmasının nedeni kötü amaçları olması değil, kendilerinin ötekilerden daha iyi olduklarını ve onlar için en iyisini bildiklerini düşünmeleridir. Kendi misyonlarına olan inançları, kötülük yapmalarını sağlar çünkü ‘hakikat’e benzersiz bir erişimlerinin olduğuna inanırlar.”
Dostoyevski
Oswald Spengler, Batının Çöküşü isimli kitabında çağdaş Batı kültürünü Faustçu olarak tanımlar. Yani sonsuz bilgiye ve güce sahip olmak için ruhunu şeytana satan Alman mitolojik kahramanına benzetir. Kendini üstün gören ve bildiğini düşünüp, diğerlerini de düzeltilmesi gereken ötekiler olarak anlayan bir anlayış. Goethe’nin Faust isimli kitabında ele aldığı, Tanrının Mefisto ile tartışmasının ya da kutsal kitaplarda yer alan İblis’in başkaldırısının temelinde de insanın iyi mi kötü mü olduğu sorunsalı yatar. Peki, kötülük de neyin nesi? Kim kötü olmak ister ki? Ya da kim yaptığının kötü olduğunu düşünür? Bile bile kötülük yapar mı insan? Sokrates kötülüğü, bilgisizlikle eş görürdü. Kötü insanları değil, bilgisizliği ve kötülüğün koşullarını ortadan kaldırmayı isterdi. Sokrates, ayrıca, bilgisizlikten kaynaklanan kötülükler dışında, anlık rahatını düşünmekten kaynaklanan kötülüklerden de söz eder. Gazali ise, açlık ve şehvetten doğan kötülükler, kendini öne çıkarmakla ilgili olan kötülükler, mal ve makam sevgisi, iki yüzlülük ve kendini aldatmaktan ileri gelen kötülüklerden bahseder.
Kötülüğü ikiye ayırabiliriz: 1- insandan gelen ve 2- doğal/Tanrı’dan gelen. Doğadan/Tanrı’dan gelenler hastalık, afet gibi kaçınılmaz ve acı veren durumlar olarak anlaşılabilir. Tanrı’ya inanmayan biri için de zaten genellikle Tanrı’yı inkar etmenin rasyonel açıklamalarından birine göre, kötülükle Tanrı varlığı bağdaşmaz görünür, bu tarz kötülükleri ‘kötülük’ saymak anlamsız olacaktır. Çünkü bu olaylar ‘doğal, normal, sıradan ve tesadüfi’ olaylar olarak görülecektir.
İnsandan kaynaklı kötülüğe gelince, aslında insanın özgür iradesine inanmayan biri için, insanî kötülük de benzer şekilde ‘doğal, normal, sıradan ve tesadüfi’ bir dizi durum olarak görülecektir. Böyle düşünen biri için ‘kötü eylem’ söz konusu olamaz. Olsa bile ancak bir hastalık olarak görülür. Bu sefer de, ‘İrade ile yapılmayan bu eylemleri cezalandırmak acaba etik olur mu?’ sorusu akla gelir. Yanıtı da muhtemelen, ‘Toplumu bireyden korumak, kötü eylemi azaltmak için ceza yararcı bir davranışçı yöntemdir’ diyebilirler. Aslında bir ahlaki davranışın felsefi anlamda temel koşulları ‘iradi, bilinçli ve özgür’ olmasıdır. Sonuçta, iradeye inanmasak da bazı davranışları cezalandırmak için rasyonele ihtiyaç duyarız. İnsanın özgür iradesine inanan biri zaten onu sorumlu görür ve bazı eylemlerin ‘iyi’ ve ödülü hak eden, bazılarının ise ‘kötü’ olduğunu ve cezayı hak eden bir eylem olduğunu düşünecektir. Bazen sadece ‘eylem’ değil, ‘söylem’ bile ‘iyi’ ve ‘kötü’ davranışın konusu olur.
Kuçuradi’ye benzer bir yaklaşımla insan kaynaklı kötülükleri de alt gruplara ayırabiliriz. Bence üçe ayırmak uygun olabilir. İnsanın kendine karşı, diğer insanlara karşı ve tüm varlığa karşı işleyebileceği kötülükler olabilir. Örneğin, ‘sigara içmek’ kendine karşı, ‘yalan söylemek’ ise hem kendine hem de diğer insanlara karşı bir kötülük olabilir. Örneğin, ‘denizi kirletmek’ de tüm varlığa karşı bir kötülük olabilir. Aslında böyle ayırınca sonuçta tüm bu kötülükler, aynı zamanda insanın kendisine karşı da bir kötülük gibi göründü.
Eğer biz insanın varlığına ve özgür, özerk, özgün ve öznel olduğuna inanırsak, o zaman da, özgürlüğümüz çok kısıtlı da olsa, seçme şansımızın olduğu her noktada bir ahlâk sorunsalı ortaya çıkıyor demektir.
Kant isteme/niyet (will) ile keyfi/spontan istemeyi (willkur) ayırmış. Burada akılla ilişkili ve bilinçli olan istemeyi, yani niyeti/iradeyi (will) kötülüğün sorumlusu olarak görmüş. Nietzsche ise kötülüğü ‘son adam’da, yani ‘büyük tutkulardan ve bağlılıktan yoksun, hayal kuramayan, hayattan bıkmış, hiçbir risk almayan, sadece kendi rahatını ve güvenliğini düşünen, hoşgörüden pek nasibini almamış insan davranışlarında’ görür. Ona göre bu son adam, kendi gibi olmayan tüm insanları ötekileştirir ve kötülüğe iter. Nietzsche’nin ‘al yanaklı hayvanı’ ile Freud’un ‘nevrozlu bireyi’, ikisi de hastadır. Nietzsche’ye göre istenç içgüdüsünü bastıran ‘kötü vicdan’, Freud’a göre de cinsel içgüdüsünü bastıran ‘katı süper ego’ onu hasta etmiştir.
Bu noktaya kadar sanırım Kant’la hemfikiriz. Ama Kant –belki öyle söylemek istemese de- ‘iyi niyetli ol, gerisini düşünme’ der gibi olmuş. Oysa gerçek hayatta sadece iyiye niyet etmek yetmiyor, sonuçları da düşünmek zorunda kalıyoruz. İnsanın maksimum yararı, haz, keyif, sevinç, neşe, mutluluk ve huzur, bunlara neden itiraz edelim? Ama önce sorumluluk, sonra keyif. Önce iş, sonra zevk. Bu arada, şu sigara içme konusunun da ahlaki bir temeli olduğunu söylemem sana garip gelebilir. Çünkü bazıları insanın kendine zarar verme hakkı olduğuna inanıyor. Hatta intihar konusunda bile aşırı özgürlükçü bir yaklaşımı savunanlar var. İnsanın kendini öldürmesi de –başka bir insanı öldürmesi gibi- cinayet değil midir? İntihar konusuna sonra yine döneriz. İlginçtir ki, birey olarak çok temiz niyetlere sahip, oldukça duyarlı insanlar bazen bir araya geldiklerinde (ör, sokak çatışmaları, kan davası, savaşlar, kitlesel eylemler, vb.) akıllarından bile geçirmedikleri derecede vicdana sığmayan, acı veren kötü eylemler yapabiliyorlar. Yani, birey kendini topluma bıraktığında, diğer bir deyişle sağduyu (ortak duyu/common sense) ile hareket ettiğinde daha iyi olmak yerine, daha kötü olabiliyor. Zaten yukarıda söz ettiğim gibi Nietzsche de, Freud da, Dostoyevski de, Kant da benzer şeyi söylüyor. Özellikle Stanley Milgram’ın deneylerinde de görürüz ki, toplumsal baskı bizi korkutur ve toplumsal etki, bireysel vicdana galip gelebilir. Peki şöyle sorarsak, “Toplumun vicdanı olur mu? Yoksa aslolan bireylerin vicdanlarının bir araya gelmesinden oluşan sağduyu mudur?” Çünkü kitleler bir araya gelince, kitle psikolojisi ile ‘biz ve onlar’ hâline gelindiğinde, onları yok etmek, öldürmek bile kutsallaşabiliyor. Aslında kitlesel kötülüklerin akıntısına kapılanlar, kendine karşı yönelttikleri öfkeyi, ötekine yansıtanlardır çoğu zaman. Kendindeki ezilmişlik, güçsüzlük ve çaresizlik onu kolaylıkla cezalandırıcı otorite ile özdeşleşme noktasına götürür. Aynı Stockholm Sendromundaki gibi, kişi kendine zorbalık edenle özdeşleşir. Kendi istismarcısına aşık bile olabilir.
Arendt de, Kötülüğün Sıradanlığı isimli kitabında, ikinci dünya savaşında yaşanan, sıradanlaşan kötülüğü vurgulamak için, ‘radikal kötüyü’ ötekileştirmek mümkünken, kötülüğün sıradanlığından kaçmak imkânsız görünüyor’ der. Haberlerdeki ‘günlük cinayetler’ de maalesef kötülüğü sıradanlaştırmaya devam eder.
Sosyal psikolojide çok iyi bilinen bir durumdur bu mahalle baskısı.
Yazmakta olduğum, henüz basılmamış kitabımdan alıntı: “Bu yüzden ağlayan, aciz olan, çaresiz birini gördüğünde daha da bir öfkeyle vurur. İşte bu yüzden Guantanamo, Ebu Gureyb, Darfur, Ruanda, Bosna, Hiroşima ve daha niceleri yaşanıyor. Oysa öteki dediğin o kitledeki, o üç yaşındaki tatlı kızın yüzündeki o masum gülümsemeye, derin korkuya, onun o gözlerine bir baksanız, vicdan nedir anlarsınız. Anlamıyorsanız, ya bir vicdansızsınız ya da tam bir korkak. Küfrünüz vicdanınızı örtmüş olmasın. Zaten küçük çocuklara bile merhameti olmayan birinden, bir hayvana, bir ağaca, bir bardak suya falan, aşkla yaklaşmasını nasıl beklersiniz? Ona sorsan ‘Her şey insan için’ der, ama aslında demek istediği, ‘Her şey benim hakkım’. Nietzsche de demiyor mu ‘İnsanca, Pek İnsanca’ isimli kitabında, ‘İnsanın vicdanının sesini dinlemesi, aklının sesini dinlemesinden çok daha kolaydır, çünkü her yanlış adımda vicdan kendisine bir mazeret yaratır. İşte bu yüzdendir ki, dünyada bu kadar çok ‘vicdanlı’ ama bu kadar az ‘akıllı’ insan var.” Vicdanına kulak vermeyi unutmuş kişi, zamanla vicdanın sesini duyamaz olur. O zaman işte, vicdan tutulması yaşanır. Horkheimer da ‘akıl tutulması’ der bu duruma. Korku ve otoriteye itaat, Milgram’ın deneylerinin de ispatladığı gibi çoğu zaman vicdana galebe çalar. Aslında kendi kendisiyle baş başa kalan kişi bilir. Nobel ödüllü şair Heaney’in Vicdan Cumhuriyeti isimli şiirindeki gibi, ‘Vicdanı bir ülke olarak tahayyül ettim, sessiz, ıssız bir yer. İnsanın öz bilinciyle baş başa kalacağı, kendisiyle yüzleşmekten kaçamayacağı bir yer.’ Vicdanı dilsiz olana da birileri çıkıp ‘el insaf’ der. Bazen yine de inat eder, insaf etmez. Bazıları cezalandırmaya çok meraklı, merhamet ona göre acizlik. O da, güya kendisi vicdanlı ya, çöker vicdansızın tepesine. ‘Dinsizin hakkından imansız gelir’ misali. Bazıları da vicdanı bir ahlâk meselesi olarak görmez. O sadece bir duygudur, kör iradenin bize bahşettiği. Der ki, ‘doğal seçilim, akraba kayırmasını desteklemiş, o nedenle vicdan da bize genlerimizden mirastır.’ Ama o zaman ‘kendimizi ya da akrabamızı kayırmak’ da vicdanlı olmakla aynı şey olmuş olmaz mı? Vicdanımızın sesini bizden başka duyan olmadığına göre, Tanrı olsa iyi olur, yoksa vicdandan bahsetmenin ne anlamı var? Zaten şair Edward Young’da ‘Vicdan Tanrı’nın tatlı fısıltısıdır’, Victor Hugo ‘Vicdan insanın içindeki Tanrıdır’ derken ne demek istemiş?
Öte yandan, toplumun baskısını kötücül bulan, bu yüzden de ahlak konusuna tamamen farklı açıdan yaklaşanlar var demiştik. Örneğin, “insanların sınırsız özgürlüğe sahip olduğunu, ahlak ve diğer baskıcı kurumların ise insanları sindirebilmek ve daha kolay yönetebilmek adına böyle kurallar uydurduğunu” savunan Proudhon’dan, “bitkiler ve hayvanlar gibi insanların da ahlaki bir görevi olmadığını düşünen Stirner’den söz edilebilir.
Oysa hayvan, kendi benliğini ikileştirip kendi kendine tanık olduğu zaman yani, bir vicdana sahip olduğunda insan olmuştur, dürtülerini yaşamakla değil.
Vecd ile vicdan da aynı kökten gelir. Yani, Tanrısal ve aşkın bir kavramdan köken alır. Bir kişi düşünün. İçindeki doğruluk ölçütü ona bir şey söylerken, yani kendi iç dünyasında gerçek olarak algıladığı her neyse, onun sözünü duyarken, o başkasına başka bir şey söylüyor. Yani yalan söylüyor.
Montaigne de Denemelerinde bu adamdan bahsetmiş. Demiş ki, “Doğrusunu söylemek gerekirse bir kişinin yalan söylediğinden bahsetmek olsa olsa o kişinin Tanrı’ya karşı cesur, insanlara karşı bir korkak olduğundan bahsetmektir.”
Ahlak açısından örneğin yalanı ele aldığımızda, eğer aşkın bir gerçekliğe dayanmayan, yani yasa olarak kabul edilmeyen bir durumda, yani yalanı sadece dilde var olan bir kavram olarak ele aldığımızda (Wittgenstein ya da Georgias gibi), yalan bildiğimiz anlamıyla yalan olamaz. Ne söylenirse söylensin, doğruluk payı ve yalan payı içerecektir. Yani, Kant’ın da dediği gibi, aşkın bir hakem ve kayıt edici olmadıkça yalan diye bir kavram varlıksal bir temelden yoksun olur. Çünkü vicdanı içeriği ve olgusal gerçeği kimse, hatta kişinin kendi bile çoğu zaman tam olarak bilemez. Öte yandan, Wittgenstein etik değerlerin varlığını yadsımaz. Wittgenstein zihnini etik değere yoğunlaştırmasını mümkün kılan üç deneyim oluğunu söylemiş. Birincisi, dünyanın varoluşu karşısında kapıldığı hayret ve şaşkınlık, ikincisi emniyette olma isteği ve üçüncüsü de suçluluk deneyimi. Ona göre bu üç deneyim de zaten insana verilidir ve anlaşılan o ki, ona göre insanın çok da kontrolü yoktur. Yani, suçluluk duygusu ve emniyette olma isteği nedeniyle kötülükten sakınır. Peki, suçluluk duygusu olmayan ya da emniyette olma kaygısı gütmeyen birini kötülük yamaktan alıkoyan ne olacaktır?
Teodise sorunsalını gündemde tutan Stendhal ise, dünyadaki mevcut kötülüklerden ve acılardan hareketle, “Tanrı’nın tek mazereti, var olmamasıdır” demeyi tercih eder. John Hick ise, “Acının varlığını Tanrı’yla bağdaşamaz gören, Tanrı’nın insanın yaratımı ile ilgili niyetini yanlış anlamaktadır. Tanrı’nın amacı, gerçekten özgür kararlar verebileceğimiz bir tarzda bizi yaratmak ve böylece gerçekten anlamlı ve değerli özgür kararlar alarak, ahlaki bakımdan heyecan verici bir şekilde kendimizi gerçekleştirme olanağına sahip olmamız olabilir” der. Daha önce söz ettiğim İlhami Güler de, benzer şekilde İslam’daki ahlak anlayışını ortaya koyar. Ona göre, adeta Tanrı insanı yaratarak kısmi bir risk almıştır. Ona bir sınır (kader/ sığa/ kapasite) verip, bu sınırlar dahilinde seçenekler sunmuştur. Yine de bu yaklaşımı ikna edici bulmayan Sartre ve Nietzsche’nin söyledikleri, insanın özgür olabilmesi için Tanrı’nın olmaması gerektiğini ifade ederken, Hick, böyle bir zorunluğunun olmadığını savunur.
Dogmatik düşünce evrensel bir kötülüktür.(İşbilen Duru, 2018)
Tüm bu yaklaşımlar iyi ve kötü kavramlarını karşıtlık içinde ele almaktan kaynaklanıyor gibi görünüyor. Yani, iyi ve kötüyü birbirinden ayrık olarak algılamak, Aristo mantığındaki gibi, ‘ya o ya diğeri’ diye düşünmekle ilgili gibi duruyor. Halbuki, mantık üzerine konuşurken de dediğimiz gibi, ‘hem o hem de diğeri” olabilir. Başka bir deyişle, ‘kötü görülen bir durum’ aslında bir kişi için ‘daha iyi’ için vesile de olabilir. Biri için kötü olan, diğeri için iyi olabilir. Aynı durum hem iyi, hem de kötü unsurlar taşıyabilir. Peki bu durum, kötülükleri desteklemek için, hoş görmek için bir rasyonel yapılabilir mi?
Ayrıca, ilginçtir, son derece etkili olmuş üç kuramcı olan Marx, Nietzsche ve Freud’un üçü de insan eylemlerinde temel güdüleyici olarak ‘akıl’ ve ‘vicdan’ kavramlarını vurgulamamışlar. Her biri insanı güdüleyen ve insanı eyleme götüren başka kavramları (ör, dürtü, kör irade, ekonomik koşullar, vb.) ön plana çıkarmışlar. Eğer insanı insan yapan ve eylemelerindeki temel unsurlar öncelikle akıl ve vicdan değil de, dürtü, otomatik işleyen evrimsel bir süreç ve toplumdaki ekonomik koşulların dayatması ise, yani haklılarsa, diğer bir deyişle, insanın ‘yapıcı, üretici, elsever, dengeli’ yönü değil de, ‘dürtüsel, otomatik, akıl etmeyen ve bencil’ yönü ağır basacaksa, ‘İnsan türü hızla kaçınılmaz sona doğru sürüklenmektedir’ diye düşünebiliriz.
Vicdana dair daha pek çok şey söylenmiş. Mesela vicdan kavramından başka tutunacak dalı olmayan zavallı adamı aşağılamak istercesine Passolini ‘Vicdan küçük burjuvazinin dinidir.’ demiş. Che Guevara, ‘Hayatta daima gerçekleri savun! Takdir eden olmasa bile, vicdanına hesap vermekten kurtulursun’; Cyrus, ‘Kapanmayan tek yara vicdan yarasıdır.’; Cemil Meriç, ‘Kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak her namuslu yazarın vicdan borcudur.’; Mahatma Gandi, ‘Her sabah kalktığım zaman kendi kendime şöyle söz veririm: Dünya üzerinde vicdanımdan başka kimseden korkmayacağım.’ Atatürk’ün şu sözünü de unutmak olmazdı, ‘Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.’ Hz. Muhammed de ahlâkın ne kadar önemli olduğunu belirtmek için, ‘Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.’ demiş. Dediğim gibi, insanları akla ve vicdana davet eden kişi de, önce kendi aklı ve vicdanına bir baksın. Çünkü kimse kimsenin aklını ve vicdanını tam olarak bilemez ve kimsenin de haddine değil. Sonuçta, benim derdim aklı, vicdanı, iradeyi ve ahlâkı savunmak, yoksa ahlakçılık yapmak değil. Neyin ahlâklı olduğu, neyin olmadığı sorusuna gelince, hepimizin hamuru birbirine benzediğine göre, bu konuda anlaşırız nasıl olsa. Seçim insanın.