Kurban Bayramı’ndayız.
Kimi için tatil, kimi için kalabalık sofralar, kimi için geçici bir mola…
Ama aslında bayram, herkesin iç dünyasına şu soruyu fısıldar:
“Gerçekten neyi feda edebilirim?”
Sahip olduklarını mı? Alışkanlıklarını mı? Egonu mu?
Yoksa en çok kaçındığın şeyle yüzleşme hakkını mı?
İbrahimî mirası anlayanlar için kurban, bir ritüelden fazlasıdır.
O; kendi karanlığına bakma, geçmişin yüklerini bırakma ve kalpten gelen bir teslimiyetle arınma cesaretidir.
Çünkü Kurban, sadece bir hayvanın değil, insanın içindeki karanlık tarafın — yani gölgesinin — kurban edilmesidir. Jung’un tanımıyla “gölge”, bastırdığımız, reddettiğimiz ama bizimle birlikte yaşamaya devam eden tarafımızdır.
Bazı kalplerde gölge, sevgiyi göstermeyi hiç öğrenememiş bir baba figürüyle belirir. Sadece sevgisiz değil; suskun, mesafeli, var ama dokunamayan bir surette… Ve bazı hayatlarda ise bu gölge; çocukken içine atılmış yaraların, büyüyünce farkında olmadan kendi çocuklarına taşınmasıyla ortaya çıkar. Bir babanın gölgesi, bazen onun yokluğundan değil; varlığıyla kuramadığı bağdan doğar.
Kurban Bayramı bu yüzden bir ritüel değil, bir çağrıdır: “Ben kimim?” değil, “Ben neyin gölgesiyim?” diye sormaktır aslında.
Bu yazı, görünmeyen babaların, hissedilmeyen sevgilerin, yük gibi taşınan çocukların hikâyesiyle örülmüş bir yüzleşmeyi içermektedir. Biyolojik varlığı yerinde ama duygusal varlığı eksik olan babaların bıraktığı izleri taşırken büyüyen çocukların sessiz çığlığına kulak vermek niyetim.
Çocukların diline doladığı o tanıdık cümle: “Babam beni seviyor ama gösteremiyor.” Bu cümle aslında “Ben neden sevilmeye değer görülmedim?” sorusunun kılıfıdır. Çocuk, sevgisizlikle değil, sevildiği hâlde görmezden gelinmekle büyür. Ve o göz teması kurulmadıkça, çocuk sevgiyle değil; yetersizlik hissiyle yoğrulur.
Bazı babalar, kendi yokluklarının bedelini annelere yükler. Oysa, çocuğu iki sevdiği insan arasında taraf olmaya zorlayarak ilerideki ilişkilerinde yaşanacak sıkıntıların zeminini hazırlar bilmeden… Çocuk hem annesini severken suçluluk duyar, hem babasını anlamaya çalışırken içten içe tükenir. Bu duygusal gerilim, içinde sevgi barındırmaz — yalnızca bir savunma refleksi doğurur. Ve sevginin dili çatışmaya dönüşürse, o kalpte bağ değil, boşluk büyür. Çocuk sevmezken değil, sevgiyle baş edemediğinde yorgun düşer.
Kimileri kendi ilgisizliğini kutsal bahanelerle örter: “Çok seviyorum ama…” Ama’sından sonra gelen her kelime, sorumluluktan bir adım daha uzaklaşmak demektir. Sevgi kelimelerle değil, varlıkla hissedilir. Göz temasıyla, bir sarılışla, bir “seni duydum” bakışıyla. Bunlar olmadığında çocuk sevildiğinden değil, yalnız bırakıldığından emindir.
Gerçekten “var olmak” nedir? Sadece genetik bir statü mü, yoksa bir ruhun sorumluluğunu taşımak mı?
Kur’an kıssasında Hz. İbrahim, oğluna rüyasını anlatırken: “Rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm, ne dersin?” diye sorar. Bu sadece bir sorunun değil, bir ilişkinin tanımıdır. Allah’ın emri karşısında bile, oğluna danışan bir baba. Çünkü teslimiyet bile zorla değil, rıza ile olur. Babalık, dayatmak değil; danışmak, yön vermek değil; birlikte yürümektir.
Hz. İbrahim, evladını bir nesne gibi değil, bir özne olarak görür. Ona sormadan harekete geçmez. Düşünün: “Oğlum, sen ne düşünürsün?” diye soran bir peygamberden söz ediyoruz. Bunu günümüzün “Ben babayım, dediğim olacak” diyerek emanete ihaneti kendine hak görenlere duyurmak gerekir. Babalık otorite kurmak değil, kalpten bağ kurmaktır.
Tıpkı Hz. Nuh gibi… Oğlunun hatasına rağmen ona “Yavrucuğum” diye seslenen, son ana kadar umudunu kesmeyen bir babalık… İnancını yitiren bir evlada bile yüreğini kapatmayan, selameti göstermeye çalışan bir şefkat dili… Çünkü gerçek babalık, çocuğunu hatasıyla yalnız bırakmak değil; o hatanın içinde bile elinden tutacak merhameti gösterebilmektir. Babalık, sadece doğruyu söylemek değil; doğruyu sevgiyle ulaştırmaktır. Çünkü Allah’a yaklaştıran dil, önce kalbe dokunur.
Ve Hz. Lokman… Kur’an’da yer verilen baba-evlat diyaloglarından biridir onunki. Oğluna “Yavrucuğum!” diyerek başlayan sözleri, yalnızca bir bilgelik öğretisi değil, aynı zamanda bir kalp bağının ifadesidir. Lokman’ın öğütlerinde tehdit yoktur, zorbalık yoktur. Sadece rehberlik vardır. Oğlunun hem aklına hem yüreğine ulaşmak için sevgiyle konuşur.
Tıpkı Hz. Lokman gibi… Oğluna ‘Yavrucuğum’ diyerek yaklaşan, öğütlerini bir emir değil, bir kalp diliyle fısıldayan bir baba… Ne zorlayan, ne küçümseyen… Sadece anlamayı, anlatmayı ve birlikte yürümeyi bilen bir bilge. Çünkü gerçek babalık, sözün kalbe varmadığı yerde susmayı; sevgiyle dokunmadan yön göstermeye kalkmamayı bilen bir yolculuktur.
Ve Hz. Hacer…
Terk edilmişliğin ortasında bile Rabbine güvenmeyi bilen kadın… Kucağında bebeğiyle, çölün ortasında bırakıldığında ne isyan etti, ne pes etti. “O halde O bizi zayi etmez” dedi. Ve anneliğin en sessiz, en asil hâliyle yürümeye başladı — Safâ ile Merve arasında. Bugün o yürüyüş, milyonlarca insanın ibadetine dönüştü. Çünkü çaresizlikle atılan adımlar, Allah katında asla zayi olmadı. Görülmese de yazılan, duyulmasa da kabul edilen yürüyüşler vardır. Ve o adımlar, bir gün çocukların kalbinde dua olur, merhamet olur, sığınak olur.
Peygamber Efendimiz’in “Çocuklarınıza sevgi gösterin, öpün, koklayın” hadisiyle çizdiği modeli, bize ne anlatır? O çocuklar kucaklanmak, sevilmek, anlaşılmak ister. Baba; adaletiyle, merhametiyle, örnek ahlakıyla anılır. Zalimlikle, kayıtsızlıkla, yoksayışla değil.
Bugün bazı babalar, “Ben çocuklarıma bakıyorum, sorumluluğumu yerine getiriyorum” diyor. Ama İslam’da sadece nafaka değil, rahmet de bir sorumluluktur. Baba, sadece karnını doyurduğu değil, ruhunu da beslediği kişidir çocuğunun. Bu nedenle, çocukla bağ kurmaktan kaçmak, sevgiyi göstermemek, mesafeyi bahanelerle meşrulaştırmak; ne dini bir tutumdur, ne de insani.
Gölgeyle Yüzleşmek
Her insan, içinde hem bir baba hem de bir gölge taşır. Baba, sadece yön veren değil; aynı zamanda kimliğin omurgasını şekillendiren içsel bir figürdür. Gölge ise bastırılmış duyguların, inkâr edilmiş kırılganlıkların, görülmemiş çocukluğun kalıntılarıdır.
Kimileri, annelerini kaybettiklerinde bile yas tutamaz. Çünkü bazen sevgi sanılan şey, bir bağ değil, bir bağımlılıktır. Kutsallaştırılan anne figürü ortadan kalktığında duygular donakalır, kaybında yası dahi tutulmaz. Oysa gerçek bağ, yoklukla değil, varlıkla anlaşılır.
Böylece çocukken sevgiye aç kalan biri, bu sevgisizliği bir tür kader gibi içselleştirir. Sevgi göstermek zor gelir, yakınlık tehdit gibi algılanır. Baba olur ama bakamaz. Sever ama dokunamaz. Kalır ama bağ kuramaz. Çocukken ebeveynlerince “bağlanma kaygısıyla” yoğrulmuş kişi, büyüdüğünde aynı döngüyü tekrar eder. Evladına yaklaşamaz; ya kaçar ya da mutlak suçlu arar. Çünkü gölgesine bakamayan kişi, o gölgeyi başkasına yansıtarak yaşar. Çocuğu ise bu ağır yüke mahkum eder ve çocuk, babasının sustuklarını kendi sesiyle taşır...
Babalık, bir hak değil; Allah katında emanet edilmiş bir canın sorumluluğudur. Ve her emanet gibi, özene, merhamete ve bilinçli bir sadakate muhtaçtır. Çünkü emanetin ağırlığı, güce değil, vicdana teslim edilir. Emanet sorumluluğundan kaçmak için sürekli bir suçlu aramak, sadece hakikatten kaçan bir oyalanmadır. Oysa sorumluluktan geri durmak, hakikati değiştirmez. Çünkü çocuk, babasının mülkü değil; Rabb’inin ona emanet ettiği bir imtihandır.
Tıpkı Hz. İbrahim gibi…
Kurban edilmesi istenen, evladından çok kendi içindeki kibri, bağımlılığı, kontrol isteğiydi. Ve o teslimiyet, Allah’ın “kurbanı” geri çekmesiyle değil; bir baba ile evlat arasındaki bağın hakikatle sınanmasıyla tamamlandı.
Belki bizler de bu bayram, kesilen etin değil; içimizde hâlâ taşınan kibirlerin, korkuların, ilgisizliklerin kurban edilmesiyle yüzleşmeliyiz.
Ve en çok da şu soruyla:
“Ben İbrahim’in aynasında kendimi görebiliyor muyum?”