Devletler çok uzun olmayan bir zaman diliminde kendi içlerinde farklı formlara doğru evrildiler. Öyle ki, bundan birkaç yüzyıl önce imparatorluklar varken, oradan ulus-devletlere geçildi. Şimdi küreselleşme ile birlikte ulus-devletlerin bir miktar çözülmesiyle birlikte çoklu güç odaklarının birliklerinden oluşan devletlere doğru geçiliyor görünmektedir. Bu makalede öncelikle son birkaç yüzyıllık süreç içerisinde devletin geçirdiği değişimleri kabaca belirttikten sonra bugün devletin nasıl bir fonksiyona sahip olduğunu analiz etmeye çalışacağız.
İmparatorluklar birkaç bileşen etrafında vücut bulmaktadır. Birincisi, krallar monarşik liderler olarak büyük oranda Tanrısal meşruiyetle hareket etmektedirler. Bir başka deyişle, krallar ya da sultanlar bir şekilde Tanrı’nın onayladığı insanlardır. Geleneksel insan, dünya ve evren anlayışı da “Tanrı”nın anlam verici olduğu bir toplumsal düzen üzere işlemekteydi. İkincisi, imparatorluklar çok dinli, mezhepli kozmopolit yapılardır. Elbette devlet uhdesindeki tüm insanları kapsamakla birlikte, farklı din, mezhep, felsefi düşünce ve görüşlerin daha sivil bir hayatiyeti söz konusuydu. Üçüncüsü, imparatorluklar kendi bünyesinde farklı etnik unsurları ve toplumları barındırmaktadırlar. Nitekim Osmanlı Devleti’ne baktığımız zaman millet sisteminin işlediğini görmekteyiz.
Otuz yıl savaşlarının ardından Westfalya anlaşması ile etnik temelde devlet ve toplumun temeli atılmıştı. Süreç içerisinde imparatorluklar dağıldıkça, etnik temeller daha çok devreye girmiştir. Bu bağlamda Fransız İhtilali birkaç kırılma noktasını belirtmesi açısından dönüm noktasıdır. Birincisi, kimi kitaplarda özenle belirtildiği üzere Fransız İhtilali’nin ardından kralın ölümü Tanrı’nın ölümü anlamına gelmekteydi. Bunun anlamı; artık Tanrı’nın siyasette bir meşruiyet noktası olmaktan çıkmasıdır. Daha sonraki süreçte Avrupa’dan başlayarak imparatorlukların dağılması ve ulus devletlerin kuruluşunu görmekteyiz.
Modern ulus devletler Hegel’in ifadesiyle Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşü olmak bağlamında “seküler metafizik” bir karakter de kazanmıştır. Bir kere kendisi büyük bir cemaat niteliği kazandığından cemaatlere mesafeli bir yapı geliştirmiş ve dönüşümünü böyle sağlamıştır. Tönnies’in bu konuda “Cemaat ve Cemiyet” isimli kitabı modern toplumların “cemiyet” niteliğine geçişini analiz etmektedir. İkincisi, Ulus-devlet teritoryal bir nitelik kazanmıştır. Bu anlamda ulus devlet, bugüne kadar devam eden sürecinde hem sivil alanları kapatması, hem yekpare bir toplum yaratmaya çalışması hem de hakim olduğu tüm alanlarını sıkı bir kontrole tabi tutmasıyla kendisini göstermektedir. Çok dinli çok mezhepli, çok etnisiteli yapılaşmaya kendisini kapatan modern ulus-devlet kurmaca bir homojenlik üzerinden işliyor görünmektedir. Bu açıdan farklılıklar her zaman bir gerilim noktası oluşturabilmiştir.
Esasen sosyolojide çok genel bir kavram olarak kullanılan “toplum”, modern zamanlarda ulus-devletin kendisiyle özdeşleşen bir yapıya sahiptir. Sosyolojinin gelişiminin modernlikle bağlantılı olarak, komüniteler (cemaat), ümmet ve bir takım tabii gruplara mesafeli şekilde “toplum” kavramını icadı ile sonuçlanmıştır ki, bu kavramın içeriğinin çözümlenmesi oldukça güçlük taşımaktadır.
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde küresel bir dünyaya adım atmış bulunmaktayız. İlk başlarda ulus-devletlerin giderek zayıflaması ve büyük bir dünya devletinin oluşması beklenmişti. Meydana gelen gelişmeler sonucu bir takım belirsizlikler ulus devleti beklendiği kadar zayıflatmamış; ancak dünyada devlet gruplarını içeren çoklu güç bloklarını ortaya çıkarmıştır. Diğer yandan sermayesi devlet bütçelerini aşan ulusaşırı güçler de devletleri yönlendirme noktasında bir etkinliğe kavuştu.