Wroclaw’da 1906 yılında doğan Dietrich Bonhoeffer, şehrin önde gelen ailelerinden birinin çocuğuydu. O yıllarda Almanya’ya ait olan bu şehir günümüzde Polonya’da yer almaktadır. Oldukça entelektüel bir ailede yetişen Bonhoeffer, I. Dünya Savaşı’nda savaşmak için çok küçük olmasına karşın savaşın getirdiği acımasız yıkımı derinden hissetti. Ağabeyi Walter’ı kaybetmenin acısını yaşadı. 1927 yılında doktorasını tamamladıktan sonra İspanya, İngiltere ve ABD’ye gitti. Ve beğenilen kitaplar kaleme aldı.
Bonhoeffer’in 1927’de yazdığı doktora tezi Sanctorum Commumio başlığını taşıyordu. Yıllar sonra Karl Barth’ın “bir mucize” olarak nitelendireceği tezinde, ben ve başkası arasındaki ilişkiyi ele alıyor, bu ilişkiyi temel toplumsal kategori kabul ediyordu. İnsan topluluğunu, popülasyonu bu kategori temelinde düşünüyordu. Bir insanın ancak başkasının da biricikliğini tanıdığında, benzersizliğini kabullendiğinde birey olarak var olabileceğini ileri sürüyordu. Başkasının biricikliğini tanıma insanlar arasındaki etik temelli ilişkinin ilk ve vazgeçilmez koşuluydu.
Ütopyanın Sesleri isimli kitabın yazarı Halil Turhanlı, Alman ilahiyatçı Dietrich Bonhoeffer’ın üç farklı Almanya’ya tanık olduğunu söylemektedir. Turhanlı bu dönemleri şöyle ifade eder:
“Çocukluğu İmparatorluk (Kayzer) Almanyası’nda geçti. Ardından Birinci Dünya Savaş’ı sonrası, Almanya’nın ilk parlamenter demokrasi dönemi olan 1919-1933 yılları arası Weimar Cumhuriyeti dönemine tanıklık etti. Cumhuriyet kısa süre içinde radikal sağın ve diğer anti-demokratik güçlerin saldırısıyla yıprandı, sonunda çöktü. Sol parti ve akımlar Cumhuriyet’i koruma konusunda yeterli hassasiyeti ve direnci gösteremediler.
Weimar döneminin sonundaki sosyal, politik ve ekonomik karmaşa Alman halkını güçlü bir lider arayışına yöneltti. Aradığını ise Führer’de buldu. Hitler şansölye olarak atandı ve Batı dünyasında tüyler ürpertici bir kıyımla, Alman halkı açısından trajik bir yenilgiyle noktalanacak olan Üçüncü Reich dönemi başlamış oldu.”
Görüldüğü gibi, Alman din adamı Dietrich Bonhoeffer, öncelikle Almanya ve sonrasında tüm dünya tarihinin belki de en karanlık dönemine tanıklık etti. Tarihin gördüğü en kanlı diktatörlerden biri olan Hitler, her diktatör gibi, önce kendi insanlarına ve başlattığı İkinci Dünya Savaş’ıyla tüm insanlığa yıkım ve ölüm getirmişti. Nazi Almanya’sının 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırmasıyla başlayan İkinci Dünya Savaşı, yaklaşık 80 milyon kişinin ölümüne yol açmıştı. İnsanlık tarihinin en büyük felaketlerinden biri olan bu savaş boyunca askerî personelden daha çok sivil hayatını kaybetmişti.
Böylesi karanlık bir dönemde, ilahiyatçı Dietrich Bonhoeffer bu vahşete neden olan zalimliğe itiraz etti. Özgürlükçü kişiliği ve entelektüel bakış açısıyla Nazilerin iktidara geldiği andan itibaren onların politikalarına ve dolayısıyla antisemitizme karşı mücadele verdi. Yıllarca insanların kötü fikirlerini değiştirebilmek, farkındalık yaratabilmek için çabaladı. Yakın arkadaşları, hayatından endişe edip onu zorlayarak Londra ve Newyork’da ikametini sağladılarsa da her seferinde ülkesine ve Nazilerle mücadelesine geri döndü.
Zeki Hozer’in bir yazısında ifade ettiğine göre: “Çok bilinmese de Nazi döneminde, üç milyona yakın Alman, muhalif tutumları nedeni ile Gestapo tarafından soruşturulmuş, bunlardan bir milyona yakını da Nazi karşıtı düşünce suçlarından tutuklanmıştır. Ayrıca, 77 bin Alman yine siyasi suç hükmü ile 1933 ve 1945 yılları arasında askeri mahkemelerce idama mahkûm edilmiştir.”
En sonunda, Bonhoeffer da ülkesine yine bir dönüşünde 5 Nisan 1943’te tutuklandı ve Berlin’de hapsedildi. Hapiste geçirdiği süre zarfında, gördüğü işkencelere rağmen düşünmeye de epeyce vakti oldu. Çok kıymetli şairler ve düşünürlerden oluşan ülkesinin, nasıl olup da bir korkaklar, düzenbazlar ve suçlular topluluğuna dönüştüğünü düşünmeye başladı. Uzun süre buna kafa yordu ve nihayetinde çok önemli bir sonuca ulaştı. Sorunun kökeninin kötülük değil, aptallık olduğu sonucuna vardı.
Hapishanede yazdığı ünlü mektuplarında, Aptallığın Teorisini anlattı. Aptallığın insanlık için ne kadar tehlikeli bir düşman olduğunu yazdı. Toplumda oldukça ses getiren fikirlerini kaleme aldı. Sibel Çağlar’ın Bonhoeffer’ın Aptallık Teorisi üzerine yazdığı, güzel yazısından alıntılar yaparak, Bonhoeffer’ın Aptallık hakkındaki ses getiren fikirlerinden kısaca bahsedelim.
“Kötülüğe karşı savaşılabilir ama aptallığa karşı savaşmak çok zordur. Aptallık topluma en büyük zararı verir. Kötülük protesto edilebilir, güç kullanarak kötülük önlenebilir ancak aptallığa karşı savunmasızız.
Aptal yani cahil kişilere kanıt bile göstermenin anlamı yoktur. Böyle kişiler kolayca saldırgan hale gelebilir. Aptal bir insana gerçekleri kanıtlarla bile ortaya koysanız, o insan cehaletiyle oluşmuş önyargılarıyla çelişen gerçekleri göremez. Kendisine anlatılan gerçekleri içeren fikirleri çürütemediğinde de, katıksız gerçekleri bile önemsiz ve rastlantısal diye bir kenara iter. Bütün bu süreçlerde, aptal kişi kendinden memnundur ve kolayca sinirlendiğinden, saldırıya geçerek tehlikeli hale gelir. Bu nedenle, aptal bir insanla uğraşırken kötü niyetli biriyle olduğundan daha dikkatli olunması gerekir.
İnsanlık için en büyük tehlike olan aptallıktan nasıl kurtulacağımızı bilmek istiyorsak, onun doğasını anlamaya çalışmalıyız. Kesin olan şu ki, aptallık özünde entelektüel bir kusur değil, ahlaki bir kusurdur.
Aptal yani cahil insan denildiğinde kastedilen, sadece eğitim görmemiş ya da entelektüel bir ortamda yetişmemiş insan değildir. Entelektüel olarak dikkat çekecek derecede çevik ama aptal olan insanlar olduğu gibi, entelektüel olarak son derece sönük ama kesinlikle aptal ya da cahil diye tanımlayamayacağımız insanlar da vardır. Yani aptallık doğuştan gelen bir kusur değildir. Tam tersine bazı durumlarda insanlar kasıtlı olarak aptallaştırılır. Hatta insanlar aptallaştırılmalarına kendileri izin verirler. Aptal olmayı ya da cahil kalmayı tercih ederler.
Tam bu noktada Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözü kulaklarda çınlamıyor mu? “Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir.”
Bir gruba (çoğunluk kalabalığa) dahil olmayan insanların aptallık kusurunu gösterme ihtimalleri, grup (kalabalık çoğunluk) içinde yaşayan insanlardan daha azdır. Bir başka ifadeyle, aptallık sorununa grup halindeki bireylerde daha çok rastlanır. Bu nedenle aptallık psikolojik olmaktan çok sosyolojik bir sorundur.
Aptallaşma sürecinde, zekâ gibi belirli insani yetiler birden bire ortadan kaybolmaz. Bunun yerine, yükselen (yaygınlaşan) herhangi bir gücün ezici etkisi altında kalan insanların düşünme yetileri bir biçimde ellerinden alınmaya başlar. İnsanlar bu süreçte bilinçli veya bilinçsiz biçimde kendi özgürlüklerinden, benliklerinden, zekâlarından vaz geçme eğiliminde olurlar.
Aptal bir kişiyle sohbet etmeye kalkarsanız onu bir kişi olarak değil, onu kontrol altına almış sloganlar ve benzeri şeyler bütünü olarak görürsünüz. Çünkü aptal kişi bireysel bağımsızlığından uzak, sadece ona ezberletilmiş sloganlarla bir papağan misali konuşabilir ancak.
Aptal insan büyülenmiş, kör olmuş, kötüye kullanılmış ve suiistimal edilmiş bir zavallıdır. Düşünemeyen bir kuklaya dönüşen aptal insanlar, ne kadar kötü bir şey yaptığını hiç fark edemeyecek bir şuursuzlukta, her türlü kötü kullanıma açık hale gelirler. Bu şekilde düşünce sistematiği bozulmuş bu kişiler ile tartışmak anlamsızdır. Çünkü söyledikleri argümanlar kendilerine ezberletildiği için fikir içermez. Sonucunda da bu kişi her türlü kötülüğü yapabilir. Ancak yaptığı şeyin temelinde bir kötülük olduğunun farkına bile varmazlar.
Bu kişilerin tek kurtuluşu içlerinden gelerek yani isteyerek özgürleşmeleridir. Ancak bu aptallığın üstesinden gelebilir. Çoğu durumda öncelikle kişinin bağlarından kurtulması gerekecektir. O zamana kadar bu tarz düşünen bir kişiyi ikna etmeye yönelik tüm girişimlerden vazgeçilmelidir.”
Yine Zeki Hozer, Dietrich Bonhoeffer başlıklı yazısında, alman ilahiyatçının düşüncelerini aşağıdaki gibi özetlemektedir:
“… Bonhoeffer nasıl olup da çağına göre uygar sayılan bir kültürü yaşayan Almanya gibi bir ülke, Nazizm gibi bir kötülüğün esiri olabiliyordu diye düşünmeye başladı!
Bu bir geçici körlük ya da aptallık mı idi? Bonhoeffer, bunun özünde bir zekâ değil bir ahlaki problem olduğu sonucuna vardı. Çünkü Naziler entelektüel birikimlere sahiptiler ve doğuştan da bir zekâ hastalıkları yoktu. O zaman kitlesel hipnozun doğası ya da etiopatojenitesi psikolojik olmaktan ziyade sosyolojikti! Yani bu hipnozun içinde olan insanlar, özgür düşünce ve perspektiflerini bir büyünün içindeymişçesine kapattıkları için, otonom hareket içinde yani katatonik bir halde, slogonik ve robotvari davranış ve cümlelerle hareket ederek tüm kötülükleri yapma noktasına geliyorlardı.
Dolayısı ile politik ve dini hareketlerde rastlanılan lidere ya da diktatöre vecd halinde tapınma aşaması ile döngü tamamlanıyordu. Kötülük yaptıklarının ayırdına varmadan liderlerinin emrinde onların isteklerini sorgusuz ve vicdan muhasebesi yapmaksızın yerine getiriyorlardı. Bu toplumsal aura, diktatörlerin varoluş vasatı idi.”
Dietrich Bonhoeffer’ın “Aptallığın Teorisi” başlığı ile kaleme aldığı bu düşünceleri elbette yaşadığı dönem için çok tehlikeliydi. Çünkü dönemin iktidar gücü aptal insanlarla şeytani eylemlerde bulunuyordu. Aptallığın yani cehaletin güç verdiği zulüm hüküm sürüyordu. Gücünü aptallıktan alan bu şeytani ve diktatör iktidar elbette Bonhoeffer’ın gerçekleri bu şekilde ortaya koymasından rahatsız oldu. Ve Adolf Hitler’e karşı bir komploya karıştığı gerekçesiyle Nisan 1945’te şafak vakti Flossenbürg toplama kampında, 39 yaşındayken Bonhoeffer idam edildi.
Alman ilahiyatçı ve düşünür idam edilmeden hemen önce yanı başındaki gardiyana son sözlerini söyledi: “Yaptığımız her şeyden sorumluyuz.”
Bonhoeffer yine haklı çıkacaktı. Nazizm kurucuları Hitler ve Goebels, yenilgi sonrası intihar ettiler. Cesetleri yakıldı ve Elbe’nin bir kolu olan Biederitz nehrinde yokluğa atıldı. İnsanlığa verdikleri zararla, yaptıkları zulümle, neden oldukları milyonlarca masum hayatla, günümüzde bile lanetlenmeye devam ediliyorlar. İnsanlık var olduğu sürece de bu lanet hep üzerlerinde olacak. Dietrich Bonhoeffer ise, yüceltilerek saygıyla anılmaya devam ediyor.
Yazımın sonuna gelirken Sibel Çağlar’dan anlamlı bir alıntı paylaşmak istiyorum.
“Tüm dünyada, gerçeğin çarpıtılmasıyla hipnotize edilmiş ve özgür düşünce yetilerini yitirmiş milyonlar, aptallaşmaya ve hayatlarımızı zindana çevirmeye devam ederken tek tesellimiz her şeye rağmen bu hayatlarda Bonhoeffer gibilerinin varlığıdır.”
Bonhoeffer kaleme aldığı notlarında şöyle söyler: “Eylem bir düşünceden değil, sorumluluk almaya hazır olma durumundan ortaya çıkar. Ahlaki bir toplumun en büyük sınavı, çocuklarına nasıl bir dünya bıraktığıdır.”
“Zekâ kusuru mu yoksa ahlak sorunu mu?” diye bahsederken, Türkiye Cumhuriyeti’nin yetiştirdiği en müstesna zihinlerden biri olan Prof. Dr. Mustafa İnan hocamızı tam bu noktada anmadan geçemeyeceğim. O güzel insan şöyle söylemişti: “En önemli zekâ göstergesi hafızadır.” Yani eğer Bonhoeffer gibi insanları ve anlattıklarını unutursa insanlık, Bonhoeffer’ın o karanlık dönemde tanık olduğu acıları yaşamaya devam eder. Savaşların, zulümlerin, haksızlıkların getireceği felaketlerin acısında boğulmaya devam eder. Böylesi acıların bir daha yaşanmaması için hafızamızı güçlü tutmalıyız. Bu sayede de, Bonhoeffer’ın dile getirdiği en büyük sınavımızda başarılı olabilir ve çocuklarımıza daha güzel bir dünya bırakabiliriz.
Siz ne dersiniz? Yapay zekâ çağı diye nitelendirilen günümüzde, insanlığın sorunu zekâ geriliği mi yoksa ahlaki bozukluk mu? Aptallık mı yoksa aptallığın farkında olamamak mı? Yoksa unutkanlık mı?
8 yorum
Aklınıza,yüreğinize ve kaleminize sağlık, keyifle okudum…
Çok teşekkür ediyorum nazik sözlerinize..
Keyifle okuyamadım. Yıllardır üzerinde düşündüğüm sorunun bu kadar net ifade edilmesi ve sorunun çözümsüzlügu beni ürpertti. Mükemmel bir yazı. Barındırdığı gerçek ise korkunç. Emeğinize sağlık
Aptallığı tercih etmek diye bir seçime inanırım. Öyle bir kayboluş olsa gerek ki bir noktadan sonra yaşam şekli haline geliyor.
Kaleminize sağlık.
Sayın Aladağ;
Bu yazı sayesinde Dietrich Bonhoeffer ve aptallığın teorisi ile tanışmış oldum. Öncelikle bu nedenle teşekkür etmek isterim. Tarih iyi bir öğreticidir her zaman, bugünü anlayabilmek açısından. Kuşkusuz 2. dünya savaşı ve Nazi Almanya’sı döneminden çıkarılabilecek sayısız dersler var, insanlık adına. “Kötülüğün sıradanlaşması” ve görünmez olması kadar, Bonhoeffer’ın ifadesiyle kötülükten daha zararlı olan çünkü savaşılması daha güç olan “aptallık”.
Biz tıp tarihi ve etiği uzmanları Nazi Hekimlerini ve onların “insanlığa karşı işledikleri suçlar” nedeniyle yargılandıkları Nurenberg mahkemesi süreçlerini değerlendirirken hep şu soruyu sorarız; hekimliği ve bilim adamlığı tartışma götürmez olan bu kişilerin bu tür insanlık dışı eylemlerin planlayıcısı ve uygulayıcısı olarak yer almalarını mümkün kılan nedir? Kötülükleri mi, aptallıkları mı? Nazi doktorlarının toplama kamplarındaki insanlar üzerinde yaptıkları bu deneyler/denemeler gerçekten de inanılmaz derecede korkunç sonuçlara neden oldu. Bu deneylerin pek çoğu, askeri amaçla kullanılacak bilgilerin elde edilmesine yönelikti. Kimyasal silahların etkilerini ölçmek için, denekler aşırı sıcak, soğuk ya da yüksek/düşük basınca maruz bırakılıyordu. Bunun yanı sıra öldürücü enfeksiyonlar ile insanlar hastalandırılıyor, sözüm ona “ötanazi” programları için ölüm teknikleri deneniyordu. Ya da sterilizasyon amaçlı deneyler yapılıyordu.
Nuremberg tıbbi denemelerinin açığa çıkardığı uygulamalar, uluslararası toplum tarafından da daha sonra önemle dikkate alınan konulardandı çünkü temel soru “güvene dayalı ve hasta yararını gözeten hekimliğin, ne zaman bilimsel bilgiyi elde etmek uğruna ya da öyle olduğu savunusu ile, hastayı araç olarak kullanan hekimliğe evrilmiş olduğu ve kuşkusuz hekimin hümanist kimliğine ne olduğudur?
Nitekim bu sorun, hasta karşısında hekimin yalnızca hümanist ve profesyonel kimliği ile var olması, diğer kimliklerini (cinsiyet kimliği, inançsal kimliği, politik kimliği gibi…) bunun arkasında bırakması/bırakabilmesi ve öne çıkarmaması, hasta yararını, onurunu, gönencini, mahremiyetini ve haklarını her şeyin üzerinde tutarak hastasına ve tüm insanlığa hizmet etmesi şeklinde savaş sonrası hekimlik andı (Cenevre Bildirgesi) ile karşılığını bulmuştur…
Emeğinize sağlık…
Aptallık aklın ve ahlakın gecesidir, öyle bir gece ki aysız ve yıldızsız…Çocuklarımıza bol ışıklı günler bırakabilmek dileğiyle…
Etkili kaleminize sağlık Sevgili Hocam…
Yüreğinize emeğinize sağlık hocam..
Hocam elinize ve gönlünüze sağlık, çok iyi kaleme almışsınız. Feyz aldığınız diğer yazarları tanımış olmakta çok sevindirdi beni. Az da olsa benzer düşünceleri görmüş olmak beni ayrıca ümitlendirdi. Bence Ahlak bir tercih, yaşamını sürdürme sırasında verilen kararları etkileyen bir tercih. Aptal olmak ta bunun gibi bişey, o da bir tercih. Ancak tercihi yapanın farkında olmadığı ancak o tercihi yapmayan azınlığın fark edebildiği bir tercih. Yani aptal olmayı tercih edenin belkide kendini dünyanın en kurnazı olarak gördüğü bir tercih. Aslında ahlaken doğru olmasa da kendisinin menfaatine uygun olduğu için yaptığı bir tercih. Yani aptallığın farkında olması mümkün değil, ne yaşanması gerekiyorsa yaşanacak artık, kader işte kendi tercihleri ile yazılacak. yapay zeka olsa da değişmesi zor çünkü yapay zekayı ancak ona bilgiye aç olan kullanacak. Yani doğruyu hakikatı kim merak ederse faydalanacak. Ama aptal olmaya devam etmek isteyen için hakikatın pek te önemi yok, çünkü ona faydası yok. Çünkü o sadece o anı kurtarmayı istiyor, çocuklarını geleceği düşünmüyor.