Anayasa değişikliği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları ile yeniden gündem oldu. Sayın Erdoğan’ın değişiklik önerisi iktidar ortağı Devlet Bahçeli tarafından da desteklendi. Darbe ürünü cari anayasa yerine sivil bir anayasa yapılmak istendiği deklere edildi. İma edilen değişiklik kuşkusuz hukuk devletini tahkim edecektir. Öte yandan muktedir siyasetçilerin hukuk devletini istemesi bize inandırıcı gelmiyor. Çünkü hukuk devleti istemek iktidardan kısmen feragat etmek demektir. Sanki! Anayasa değişikliği ile hukuk devleti değil, siyaset tahkim edilmek isteniyor. Hukukun zayıf, siyasetin güçlü olması bu coğrafyanın kaderinde var.
Osmanlı’da hukuk devleti ve demokrasi, İslamcılık adı altında, ilk defa jön Türkler tarafından dillendirildi. Niyetleri Abdülhamit’e karşı muhalefeti meşrulaştırmaktı. Nitekim Abdülhamit tahttan inince taleplerinden geriye çark ettiler. Hukuk devleti ve demokrasiyi egemen kılacaklarına kendi irade-i şahanelerini egemen kıldılar. Padişah sultasından İttihatçı sultaya geçildi. Yapı ve sistem aynı kaldı.
Bu siyasi yapı Cumhuriyete aynen intikal etti. Şu kadar ki; ideolojide kısmi değişiklik oldu. Mukaddesatçı Türkçülüğün yerini laik Türkçülük aldı. Hukuk devleti ve demokrasi ise retorikte kaldı. Osmanlı devleti İslam’a saygılıydı, ama İslami ilkeleri kamu hukuku olarak tatbik etmedi. Cumhuriyet iktidarı da liberal değerlere saygılıydı, ama ülkeyi liberal hukuka göre yönetmedi. Yapı ve sistem hep aynı kaldı. Şu kadar ki Osmanlı devleti sivil alana, halkın din ve cibilliyetine karışmamış, onu mahfuz bırakmıştır. Cumhuriyet yönetimi ise halkın sivil ve hatta özel hayatına müdahil oldu. Halka ideoloji ve yaşam biçimi dayattı. Osmanlı’nın ılımlı despotizmini, yarı totaliter despotizme dönüştürdü.
Demokrasiye ancak soğuk savaş ortamında ABD’nin dayatmasıyla 1950’de geçilebildi. 1961 Anayasası retorik olarak hukuk devletini dillendiriyordu. Gerçekte ise yargıyı bürokratik iktidarın yanında ve yandaşı olarak konumlandırıyordu. Yargıçlar özerk kalmayı tercih etmek yerine bürokratik iktidarla eklemleşip iktidarın parçası oldular. Bu yapı Osmanlı’dan günümüze devam etmektedir. Farklı olarak günümüzde siyasal iktidar ile bürokratik iktidar ayrılığı sona erdi. Devlet iktidarı bünyesinde ikisi bir oldu. Bu birliktelik devlet iktidarını çok güçlendirdi. Güçlenen devlet iktidarına yargıçların direnmesi pek mümkün değildi. Zaten yargıçların özerk olmak ve özerk kalmak için mücadele etmek gibi gelenekleri yoktu.
Hukuk devletiyle ilgili sahici kazanımlar uluslararası sözleşmeler ve Avrupa Birliği müktesebatı gibi dış etkenler sayesinde gerçekleşti. İç dinamikler hukuk devletini hep sekteye uğrattı. 1921 anayasası dışındaki bütün anayasalar askeri bürokrasinin vesayet ve dayatması altında yapıldı. Dayatıldıkları için usulen sakat doğdular. Ayrıca demokratik meşruiyete de sahip olamadılar.
Hukuk devleti anayasanın temel ilkelerine gönderme yapmaktadır. Anayasanın başlangıç kısmı, ilk dört maddesi ve insan haklarıyla ilgili maddeler cari anayasanın temel ilkeleri olarak sınıflandırılabilir. Anayasa olarak nitelenebilecek maddeler öz olarak bunlardır. Bunların dışındakilerin anayasada yer almasına bile gerek yoktur.
Temel ilkeler liberal özgürlükler ve Türkiye’ye özgü ideolojik ilkeler olmak üzere iki grupta toplanabilir. Sorun şu ki liberal özgürlüklerin kullanımı ama ile başlayan ideolojik ilkelerle sınırlandırılmıştır. Özgürlüklerin kullanımı ideolojik ilkelere uygunluk şartına bağlanmıştır. Ayrıca ideolojik ilkeler her anlama çekilebilir niteliktedir. Bunların genel tanımları yapılamamakta veya yapılmamaktadır. Böyle olması ise yasaların açıklık ve tutarlılığını bozmaktadır. Bu kodifikasyon sorununu gidermek için ya liberal özgürlükleri ya da Türkiye’ye ye özgü ideolojik ilkeleri anayasa paketinden çıkarmak gerekiyor. Tercihimiz liberal özgürlüklerin kalması, ideolojik ilkelerin ise çıkarılmasıdır. İdeolojik ilkeler zaten tek parti dönemi CHP tüzüğünden devşirilmişti. Anayasadan çıkarılması şartıyla CHP’nin tüzüğünde sonsuza kadar kalabilir.
Kuvvetlerin ayrılmaması, kanunların açık ve tutarlı kodifiye edilmemesi yüzünden ülkenin kaderi yargıçların inisiyatifine kaldı. Yargıç despotizmine davetiye çıkarıldı. Ülkenin Batısında işlenen suç dolayısıyla ülkenin Doğu’sundaki masum insanlar mahkûm edildi. Çeliştiği iddia edilen kanun çıkmadan yazılan kitaplar yüzünden ilim adamları cezalandırıldı. Lastikli yasalara dayanarak çoğunluk partileri kapatılmak istendi. Sırf namazında niyazında diye sıradan memurlar görevinden atıldı. Bakan ve başbakan asıldı. Yargıçların kimin boynuna ilmek atacağı belli değildir. Şimdi ilmek Türkiye’nin en büyük kentinde üst üste iki kez Belediye başkanlığını kazanmış İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı Ekrem İmamoğlu’nun boynuna geçirilmiştir. Yolsuzluğun yol olduğu yerde faillerden sadece birini suçlamak, onu siyasi yarışın dışına itmek hukukun eşitlik ilkesine aykırıdır.
2011’de Meclisteki dört partinin eşit temsiliyle Anayasa Uzlaşma Komisyonu kuruldu. Yeni anayasa yapmak amaçlandı. Komisyonun yapısı ve işleyişi son derece şeffaf, rasyonel ve demokratikti. Bütün süreçler düzgün işledi. Ama partilerin ileri sürdüğü kırmızı çizgiler yüzünden komisyon çalışmaları akim kaldı. CHP ve MHP anayasanın ideolojik ilkeleri ile ilk dört maddesindeki değişmeye şiddetle karşı çıktı. Ak Parti ile DEP ise anayasanın değişmesinden yana tavır koydu. Ne var ki değişiklik önerileri temel haklarla ilgisi olmayan siyasi konuların varlığına bağlandı. Meğer dertleri hukuk devletini tesis etmek değil, siyaset ve iktidarlarını tahkim etmekmiş. Ak Parti’nin kırmızı çizgisi başkanlık sistemine geçilmesiydi. Kürtçü parti DEP’in kırmızı çizgisi ise bölgesel meclislerin ihdas edilmesi, halklara özgürlük ve federasyon gibi ayrılıkçı taleplerdi. Anlaşıldı ki yeni düzgün bir anayasa hiçbir partinin derdi değil! Dillendirdikleri hukuk devleti ise bir retorikten ibaret! Umarım Kürt barış süreci ve İmamoğlu olayı partilerin tutumunda olumlu değişikliğe yol açar.