Tarihsel süreçte insan yaşamında büyük felaketler, doğal afetler, krizler ve salgınlarla karşı karşıya kalmıştır. Zaman ve mekân açısından bu felaketlerin geçtiği tarihsel dönemlerde söz konusu olaylar çağa damgasını vurmuş ve insanlığın kayıplarına, doğanın tahribine ekonomik, bireysel, sosyal ve siyasal problemlerin yaşanmasına yol açmıştır. Genel anlamda insanlığı yok edici tehditler olarak tarihte yaşanan bazı salgın ve savaş olaylarına bakıldığında Avrupa’yı saran 14. Yüzyılda başlayıp 18. Yüzyıla kadar aralıklı olarak dört kez görülen ölümcül veba salgını, 1918-1919 yıllarında ortaya çıkan İspanyol gribi salgını, 1929 Dünya Ekonomik Buhranı, 1940-1945 yıllarında patlak veren ll. Dünya Savaşı, Türkiye’de 1999 yılındaki Gölcük depremi ardından 2002 Kırım Kongo Kanamalı Ateşi, 2005 yılındaki kuş gribi, 2010’dan itibaren Arap Baharı olarak bilinen ve Tunus’ta başlayıp Mısır, Libya, Suriye vb. gibi ülkelere yayılarak Arap Kışına dönüşen küresel güçler savaşı ve savaşla birlikte başlayan savaş göçü vb. gibi felaketler ve çevreye yaptığı tahribatlar bugün yaşadığımız Covid-19 salgınından pek de farklı değildir. Yaşanan her felaket kuşkusuz dünyaya, insanlığa büyük kayıplar vermekle birlikte acaba ne kadar dersler çıkardık, ne ölçüde insanlığın mutluluğu için çalıştık, çok manidardır. Tıpkı bugün olduğu gibi. Bu mesajları birçoğumuz anlıyor, yorumluyor yeni okumalar yapıyor ama bir çoğumuz kaderdir önüne geçilemez diye tevekkül ediyor. Biz insanlar karşılaştığımız sorunları aklımıza havale ederek çözerken, çözemediklerimizi kader, yapacak bir şey yok deyip sorunu kabulleniyoruz.
Bugün Covid-19 salgınında 2 milyonun üzerinde insan kaybettik. Küresel ölçekte evlerimize kapanmak zorunda kaldık. Kısıtlılıklar yaşadık, en yakınlarımıza sarılamadık. Özellikle sağlık çalışanlarının evlerine gidememeleri, aileleri, çocukları ile birlikte olamamaları salgının ne ölçüde ağır olduğunu ortaya koymaktadır. Öte yandan yaşanan kısıtlılıkların yine ne düzeyde insan hakkı ihlallerine yol açtığı özgürlükleri kısıtladığı dikkate alınırsa kamu yararı için bireysel fedakarlıkların kaçınılmaz olduğu kabulü pek yaygınlık kazanmadı. Dolayısıyla Covid-19 salgını için geliştirilen politikaların birçoğu insanlığa sığmayan davranışlar olarak yaşandı. Çalışanların bir kısmının işlerini kaybetmeleri, çalışamayanların günlük geçimlerini bile sağlayamadıkları küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerinin ve serbest çalışanların bir kısmının iflas etmeleri gerçeği ile karşı karşıya kaldık. Bu salgının ortaya çıkardığı olağanüstü sorunlar küresel çapta büyük bir insanlık dramı olarak yaşandı. Kuşkusuz bazı ülke yöneticileri aldıkları kararlarla insanların zararını önleyici kararları uygulamaya koyarken salgının çapının büyümesi üzerine önlemleri yetersiz kıldı. AB ülkeleri arasında bile çatlaklar oluştu. Gelişmiş ülkeler hiçbir şekilde ekonomik krize çözüm için birleşmeyi birlikte olmayı, bu gidişata dur diyecek politikaları hayata geçirmeyi denemedi bile. Bu anlamda ulusal çıkarlar ön planda tutulurken dayanışma sınıfta kaldı.
Her gün yüzlerce insan ölürken duyarlı ve sorgulayıcı insanlar olarak bizler bölgemizde ve dünyada yaşanan savaşların ne için, kimin için yapıldığı sorusunu sıklıkla sorduk. Afrika’daki yoksul insanların açlık sınırında nasıl hayatta kaldıklarını, farklı ülkelerde yokluk içinde yaşayan göçmenlerin durumlarını düşündük. Gelişmiş ileri endüstri ülkelerinde bile ölümlerin kol gezdiği bu Covid-19 sürecinde biz insanlar hayatın anlamı üzerine kafa yorduk. Biz ne yapmalıydık, dayanışma ve birlik içinde olmanın yollarını aramak en rasyonel gözüken çözüm olurken çıkar ilişkilerinin ön planda tutulduğu uluslararası ilişkiler politikası çatışma kültürünü elden bırakmadı. İktidar ve güç istenci kendini yineledi. Geçim kaynakları daraldıkça güçlü ve söz sahibi ülkelerin aç gözlü davranışları dikkatleri çekti.
Bütün bu güçlüklere rağmen salgının olumlu olarak bize öğrettiği birçok husus oldu. Evde kal uygulaması çok stresli olmakla birlikte bazılarımıza aile içi ilişkilerde birbirimizi anlamayı birbirimizden ne kadar uzak kaldığımızı, salgının bizi birbirimize yakınlaştırdığını söylerken bazılarımız için aile içi ilişkilerde şiddet eylemlerinin arttığını, kadına-çocuğa yönelik şiddetin çoğaldığını, cinsiyete dayalı asimetrik iş bölümü ve eril düşünce kadınlara atfedilen ev içi yüklerinin bakım hizmetlerinin özellikle çocukların uzaktan eğitimleri nedeniyle daha çok artırmasına, erkeklerin ise evi geçindirme telaşı ile para kazanmanın ne kadar zor olduğunu yaşamalarına neden oldu. Bireylerin depresyon düzeyi arttı. Her hâlükârda bu sorunları yaşayan kadın-erkek, yaşlı-genç, çocuk-yetişkin herkes bu durumdan nasibini bir şekilde aldı. Öte yandan evde kal uygulaması bilgisayar ve internete sahip olanlar ve kullanmayı bilenlerin beceri düzeyinin artmasına vesile oldu. Bilgisayar ve internete sahip olamayanlar (özellikle öğrenciler) ise dijital bölünme (digital divide) dediğimiz eşitsizlikleri yaşadı. Ancak iletişim aracını kullanmayı bilmeyen ve satın alma gücüne sahip olanlar ise bu teknolojiyi öğrenmeye ve bunu kullanmaya yöneldi. İnternet üzerinden görüntülü aile görüşmeleri, çevirim içi toplantılar, alışverişler, uzaktan eğitim uygulamaları birçoğumuz için hayatımıza yenilikler olarak girdi. Eski alışkanlıklarımızın değişmesine, yaşamak yeni stratejiler geliştirmemize yol açtı.
Salgından öğrendiğimiz en önemli husus bence sağlığımızın ne kadar değerli olduğuydu. Belki yaşamın ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu biliyorduk ama buna önem vermiyorduk. Bu süreç sahip olduklarımızın, sağlığımızın elden gitmesi karşısında hiçbir anlam ifade etmediğiydi. Kuşkusuz görece ekonomik durumu iyi olanların sağlık hizmetlerine erişimleri daha çabuk oldu ama buna rağmen hayatların/canların kaybolmasını önleyemedi. Çok değerli bilim insanlarımızı, doktorlarımızı Covid-19 nedeniyle kaybettik. Sağlık çalışanlarının ne kadar yüce ve kutsal bir görev yaptıklarını deneyimledik. Birinin derdine çare olmanın yüce bir haz ve mutluluk verdiğini, yardım duygusunun, paylaşmanın insani duyguların ne kadar önemli ve insani bir davranış olduğunu kavradık. Fakat şu bir gerçek ki, salgın insanın yaklaşık bir yılından fazla süresini (halen devam ettiğini düşünürsek) alıp götürdü. Kayıp yıllar olarak tarihe geçecek olan bu dönem belki birçok filme, romana, şiire, kısacası sanat ve edebiyat eserlerine konu olacak. Bir çoğumuzun deneyimlediği bu süreç, zihnimizde acı ve üzüntü veren anıların birikimini oluştururken aynı zamanda bunların kuşaktan kuşağa aktarılmasını getirecek ve bu konuda bir kültürel bellek oluşturacak. Bu süreçte yayınlanan kitap, dergi, makale ve broşürlerin sayısının önemli ölçüde artması bellekte muhafaza edilen deneyimlerin yaşatılmasına vesile olacak. Geçmişte “çağın vebası” ya da “kara veba” olarak literatüre giren salgın günümüzde bu kez “çağın koronası” olarak geçecek. Covid-19 kökenli bireysel, toplumsal ve tarihsel olaylar 2020’nin “kara yıl” olarak adlandırılmasına neden olacak.
Her musibetten bir ders çıkarma kültürüne sahip olmamız ileride yeni yol haritaları oluşturmamıza yardımcı olurken, bana bir şey olmaz anlayışı ile çok canların yandığını düşünürsek halen sorunu anlamadığımız ve atlatamadığımız gibi 3. Dalga fısıltılarının etrafta dolaşıyor olması bizleri ürkütüyor. Salgının bir nebze de olsa insanlığın geleceği için birbirimizi anlamamıza ve gerek ulusal gerekse uluslararası ilişkilerde güce, iktidara değil birlik ve dayanışma için daha çok gayret göstermemize yol açmasını canı gönülden dilemek isterdim, isterim. Böyle bir dileğe ve iyimserliğe hepimizin ihtiyacı olduğu halde insanlığı tahrip eden/yok eden olayların yaşanması sonucunda her seferinde tarihin Nietzsche’yi ve Foucault’yu haklı çıkardığı gerçeğini görmek beni yormaya başladı. Güçlünün daha güçlü olması yönünde çıkar ilişkilerinin ve savaşların arttığı günümüzde insanlığın iyiliği ve mutluluğundan söz etmek neredeyse safdillik olmaktadır. Gelecek günlerde küresel anlamda her ulusun yöneten ve yönetilenlerinin akl-i selim ve barışı ülkü edinen insanlarının sayısının çoğalması dileğiyle.