Evet… Hiç mi biz hekimlerin ve öğretim üyelerinin suçu yok?
Olmaz olur mu! Belki de hatanın en büyüğü bizde…
Herkesin ağzının sulandığı, fakat “murdar” dediği tıp fakültesindeki eğitim serüvenimizin meşru ironik dramatizasyonunu bir yana bırakırsak, hâlen mesleğimizin düşürüldüğü bu hal-i pürmelalinde bizim de büyük yanlışlarımız olmuştur.
Öncelikle, çok daha kolay çok daha masrafsız, ucuz ve daha kısa bir eğitim sürecini tercih ederek, çeşitli argümanları kullanmak suretiyle, merdivenleri süratle tırmanıp, çok daha akçeli âli pozisyon, makam ve mevkilerin dayanılmaz zevkini sürebilir, tabiplerin ve tababetin günümüzdeki hâline kıs kıs gülebilirdik.
Biz, hastalarımızın canını kendi canımızdan daha kıymetli ve daha ehemmiyetli gördük ve kendi sağlığımızı hiçe sayarak, “Önce can, sonra canan” özdeyişini göz ardı eyledik. “Akrabanın akrabaya akrep etmez ettiğin” sözünü, “Doktorların doktorlara akrep (…) etmez ettiğin” şeklinde anlayıp, her fırsatta meslektaşlarımızı suçlayıp, bütün kötülük ve aksaklıklardan onları mesul tuttuk.
Bir şekilde tökezleyen veya tökezlettirilen, kürek mahkûmu gibi sömürülen, üç kuruşa çalıştırılan meslektaşlarımızı, gerek egoist gerekse de muhtelif beklentilerle acımasızca, bazen de haddimizi aşarak eleştirdik ve onların da bir ailesinin olduğunu aklımıza getirmeden, bir gün kendimize de dönebileceğini hiç düşünmeden, makam, mevki ve unvanımızın gücü ile bir tekme de biz vurduk.
“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” felsefesini kendimize şiar edinerek, haksızlıklar karşısında “dilsiz şeytan” misali susmayı tercih ettik. Yükselen feryadı figanlara, “defansif tıp” kılıfı ile kulaklarımızı tıkadık.
Bazı branşlarda, kolayca “doktora” derecesine sahip olunurken, biz asistanlarımızın Tıpta Uzmanlık çalışmalarında elli dereden, elli farklı testi ile su taşıttırdık. Bazı kanun ve yönetmeliklerdeki açıkları kurnazca kullanarak, dünyevi hırslar uğruna, birtakım meslektaşlarımızın makam, mevki, titr ve unvan kazanma gayretlerine göz yumduk. Akademik serüvenimizde, şeytanın dahi aklına gelmeyen yöntemlerle “Makale olsun, torba dolsun!” diyerek, uluslararası bilime hiçbir katkısı olmayan, sözüm ona yayınlar yaptık veya yapılmasına ses çıkarmadık.
Çok masumane ve dürüstçe hazırlandığı kanaatinde olduğum YÖK Kanunu’ndaki kaideleri ve olmazsa olmaz şartları, ulusal ve uluslararası düzeyde eş-dost muhabbetleri kullanılarak, insanımızın sarsılmaz zekâsı, kabiliyeti(!) ve şeytana pabucunu ters giydiren kendi usullerimizle bir yolunu bulup, neşriyattır, atıftır gibi engelleri aşma becerisini gösterdik.
En basit ilmi tarama yöntemlerinden bihaber veya aciz bazı zavallılara(!), yaptıkları haddini aşan hasûd eleştirilerini ciddiye alarak(!), farklı düşüncelerin ve beklentilerin hegemonyasında gerekli cevabı veremedik!
Her nasılsa geldiğimiz ya da getirildiğimiz koltuk, makam ve mevkilerin gücünü kullanarak, kendi tıbbi eğitim-öğretim ve akademik serüvenimizi unutup, hekimlere ve diğer sağlık personeline her türlü zulmü reva gördük veya meşrulaşması için buna önayak olduk.
Kontrolsüz, plansız ve programsız bir şekilde her yerde üniversiteler ve tıp fakülteleri açılıp, kaliteden ödün verme pahasına, kontenjanlar akıl almaz düzeyde artırılırken, imkân ve etkisi olanlarımız bile nemelâzımcılık hastalığına duçar olduğundan, bu hususta ülkemizin ve mesleğimizin istikbaline yönelik ilmi bir rapor hazırlayıp yetkili makamlara sunmadık ya da peşine düşmedik, akıbetini merak etmedik.
Aklı başında olanlar için değil de salaklar için teferruatlı izahatlarda bulunmayı, yazılar yazmayı ve beyanatta bulunmayı yeğledik(!).
Üfff… Başım ağrıdı. Şimdilik bu kadarı yeter.
Yine YÂ Hayy!’dan bir rubaimizi okuyalım!
AŞK DERVİŞİ
(Mef’ûlu, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûl)
Meyhânede aşk dervişi rindân gibidir.
Meşrep gereği, gülse de nâlân gibidir.
Aşk ehli günahtan da, sevaptan da berî,
Ölmek bile vuslat ona, handan gibidir.