80’li yıllarda çocukluğunu yaşayanlar iyi bilirler. Çocukluk yıllarımın alçakgönüllü kahramanı He-Man… 80’lerin Kainatın Hakimleri serisinin o efsanevi çizgi film karakteri, zorluklarla karşılaştığında hep “Gölgelerin gücü adına!” derdi. Ardından da o anki dönüşümün zirvesi olarak eklerdi: “Güç bende artık!” Süper kahramanlar hep -man ile biterdi; Superman, Spiderman, Batman…
Peki, bir kelime sonuna -mak eki aldığında bir eylemi anlattığında fiil olurdu, değil mi? İşte o -mak eki, benim için sadece bir mastar eki değil, aynı zamanda eylemin hakkını verme vurgusudur. Bir şeyi sadece yapmak değil, onun hakkını vererek, layıkıyla yapmak. Bu nedenle bu yazıda, okumak, anlamak ve yazmak fiillerini sadece birer eylem olarak değil, o eylemlerin hakkını verdiğimizde bilginin ve zihnin nasıl derinleştiğini vurgulamak adına ayrı bir paranteze alıyorum. Çünkü hakkını vermediğinizde, anlam sanki hep bir eksiklik, bir yetersizlik hissi bırakıyor.
İnsanlık tarihi, kelimelerin izinde yazılmış devasa bir kitaptır. Mağara duvarlarındaki ilk çizimlerden dijital ekranlardaki son tweet’e kadar, anlamı aktarma ve kaydetme arzusu, türümüzün en temel güdülerinden biri olmuştur. Bu kadim serüvenin özünde üç eylem yatar: okumak, anlamak ve yazmak. Peki, bu üçlü, günlük hayatımızda mekanik birer pratikten ibaret bir kelime oyunu mudur, yoksa insan zihninin derinliklerindeki, bilginin ve varoluşun sırrını çözen kadim bir anahtar mıdır? Bu sorunun cevabı, sanılanın aksine çok daha karmaşık ve katmanlıdır.
Okumakla başlar her şey. Bebekken annemizin masallarıyla tanıştığımız sesler, harflere, kelimelere ve cümlelere dönüşerek önümüzde yepyeni bir evrenin kapılarını aralar. İlkokul sıralarında hecelemeye başladığımız ilk kelimelerden, üniversite kürsülerinde karmaşık felsefi metinleri deşifre ettiğimiz anlara dek okuma, bilgiye ulaşmanın birincil aracıdır. Ancak okumak, salt gözlerin harflerin üzerinde gezinmesi değildir. Bir metni okurken, sadece yazılı sembolleri algılamayız; aynı zamanda yazarın dünyasına adım atar, onun düşüncelerini, duygularını ve deneyimlerini içselleştirmeye çalışırız. Örneğin, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sını okurken, Raskolnikov’un iç dünyasındaki fırtınaları hissetmek, sadece kelimeleri tanımaktan çok öte, derin bir empati ve anlam arayışını gerektirir. Bu, pasif bir eylemden ziyade, zihnin aktif bir katılımıdır; adeta bir nehrin akışını takip eder gibi, kelimelerin bizi nereye götürdüğünü, hangi duygu iklimlerine sürüklediğini takip ederiz. Okuma eylemi, bir nevi zaman yolculuğudur da; Homeros’un “İlyada”sını okurken, Truva Savaşı’nın destansı atmosferini soluyabilir, Shakespeare’in “Hamlet”ini okurken, Rönesans dönemi İngiltere’sinin entrikalarına tanıklık edebiliriz. Bu, geçmişin bilgeliğini ve deneyimlerini bugüne taşıyan bir köprü görevi görür.
Fakat okunan her metin, aynı derinlikte anlam katmanları sunmaz. Okuduğumuz bir gazete haberini anlamakla, Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ünü anlamak arasında uçurumlar vardır. İşte tam bu noktada, “mak” ekinin sembolize ettiği anlama süreci devreye girer. Anlamak, sadece kelimelerin sözlük anlamlarını bilmek değil, aynı zamanda o kelimelerin bir araya gelerek oluşturduğu fikri, mesajı, alt metni ve hatta yazarın niyetini kavramaktır. Bu, metni kendi zihinsel süzgeçlerimizden geçirmek, kendi deneyim ve bilgilerimizle harmanlamak demektir. Bir eseri okurken onu anlamak, tıpkı bir arkeologun kazılarında bulduğu kalıntıları bir araya getirerek eski bir medeniyetin hikayesini çözmesi gibidir. Metnin bağlamını, yazarın dünya görüşünü, eserin yazıldığı dönemin koşullarını dikkate almak, anlamanın olmazsa olmazıdır. Örneğin, Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı”sını okuduğunuzda, sadece bir cinayet romanı okumakla kalmaz, aynı zamanda Osmanlı minyatür sanatının inceliklerini, Doğu ile Batı arasındaki kültürel çatışmaları ve aşkın farklı tezahürlerini anlamaya başlarsınız. Bu, yazarın kurguladığı evrende bir yolculuğa çıkmak, o evrenin dinamiklerini kavramak demektir. Anlama, aynı zamanda eleştirel düşünme becerisini de gerektirir. Okuduğumuz her şeyi mutlak doğru kabul etmek yerine, sorgulamak, farklı perspektiflerden bakmak ve kendi yorumumuzu oluşturmak, metinle gerçek bir diyalog kurmamızı sağlar. Sokrates’in meşhur “Sorgulanmayan yaşam yaşamaya değmez” sözü, aslında okuma ve anlama pratiğinin temelini de oluşturur; çünkü sorgulanmayan bir metin, tam anlamıyla içselleştirilemez. Anlama, okunan metinle okuyucu arasında kurulan derin bir bağdır; metnin sunduğu bilginin ötesine geçerek, o bilginin ruhunu kavramaktır.
Ve nihayet, bu derinleşimlerin bir çıktısı olarak yazmak gelir. Yazmak, okuma ve anlama süreçlerinin doruk noktasıdır; çünkü bir şeyi gerçekten anladığımızda, onu kendi kelimelerimizle ifade etme ihtiyacı duyarız. Yazmak, pasif bir alıcı olmaktan çıkıp, aktif bir yaratıcıya dönüşme eylemidir. Bir düşünceyi kâğıda dökmek, o düşünceyi somutlaştırmak, ona bir biçim vermek demektir. Bu süreçte, zihnimizdeki dağınık fikirler düzenlenir, bulanık kavramlar netleşir ve soyut olan somutlaşır. Michel de Montaigne’in denemeleri, onun okuduklarını, düşündüklerini ve anladıklarını kendi özgün sesiyle nasıl yazıya döktüğünün en güzel örneklerindendir. O, yazarak aslında kendini keşfetmiş, zihinsel süreçlerini bir nevi dışa vurmuştur. Yazmak, aynı zamanda düşünceyi geliştirmenin ve eleştirel bakış açısını keskinleştirmenin de bir yoludur. Bir konu hakkında yazarken, o konuyu farklı açılardan ele almak, argümanlar geliştirmek ve kendi tezimizi oluşturmak zorundayız. Bu da bizi daha derinlemesine düşünmeye, daha fazla okumaya ve daha iyi anlamaya iter; böylece döngü yeniden başlar.
Tarih boyunca yazmak, sadece bilginin korunmasını değil, aynı zamanda düşüncelerin yayılmasını ve medeniyetlerin inşasını sağlamıştır. Mezopotamya’da Sümerlerin çivi yazısıyla kil tabletlere kaydettikleri ilk yasalar, Antik Mısır’da hiyerogliflerle piramitlere işlenen inançlar, Orta Çağ’da manastırlarda kopyalanan el yazması eserler ve Gutenberg’in matbaayı icadıyla bilginin demokratikleşmesi, yazmanın insanlık üzerindeki dönüştürücü gücünü gözler önüne serer. Her biri, okuma ve anlamanın ardından gelen bir ifade biçimi, bir miras bırakma çabasıdır. Günümüzde ise, internet ve sosyal medya sayesinde herkes bir yazar haline gelmiştir. Artık düşüncelerimizi, fikirlerimizi anında milyonlarla paylaşabiliyoruz. Ancak bu kolaylık, yazmanın sorumluluğunu ve niteliğini daha da önemli hale getiriyor. Zira okunmayan yazı, yazılmamış gibidir; anlaşılmayan yazı ise, sadece bir gürültüdür.
Bu üç eylem, birbirine kenetlenmiş, ayrılmaz bir bütündür. Okumak, tohumu ekmek gibidir; anlamak, o tohumun filizlenmesini sağlamak; yazmak ise, nihayet meyvelerini toplamaktır. İyi bir okuyucu olmadan derinlemesine bir anlayışa ulaşmak, derinlemesine bir anlayış olmadan da etkili bir yazı kaleme almak neredeyse imkânsızdır.
Bu bağlamda, Türk modernleşmesinin temel taşı Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk’ün okuma, anlama ve yazma eylemlerini bir araya getiren anıtsal bir eseridir. Atatürk, ülkenin içinde bulunduğu buhranlı dönemi, işgaller altındaki Anadolu’yu ve Milli Mücadele’nin her safhasını bizzat yaşamış, okumuş ve tüm derinliğiyle anlamış bir liderdi. Onun Nutuk’u yazmasındaki temel motivasyon, yalnızca geçmişte yaşananları bir kronoloji halinde aktarmak değildi. O, okuduğu tarihsel süreci ve içinde bulunduğu karmaşık olaylar zincirini derinlemesine anlamış, bu zorlu dönemde alınan kararların nedenlerini, sonuçlarını ve bağımsızlık mücadelesinin ardındaki felsefeyi gelecek nesillere aktarma sorumluluğunu hissetmişti. Nutuk, bir tarih yazımından öte, dönemin siyasi ve sosyal koşullarını anlama çabasının bir sonucudur. Atatürk, bu eseri kaleme alırken, kendi gözlem ve deneyimlerinin yanı sıra, döneme ait resmi belgeleri, meclis tutanaklarını, yazışmaları ve diğer birçok yazılı kaynağı titizlikle okumuş ve yorumlamıştır. Bu okumalar ve derinlemesine anlamalar sayesinde, Milli Mücadele’nin ruhunu, hedeflerini ve karşılaşılan güçlükleri kendi kelimeleriyle yazma imkânı bulmuştur. Nutuk, sadece bir söylev ya da hatırat değil, aynı zamanda bir milletin varoluş mücadelesini anlamak ve bu anlayışı kalıcı hale getirmek için yazılmış bir kılavuzdur. Atatürk, bu eseriyle Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi temeller üzerine kurulduğunu, hangi zorluklarla aşıldığını ve hangi ilkelerle ilerlemesi gerektiğini açıkça ortaya koymuştur. O, gelecek nesillerin, hem geçmişi doğru okuyup anlamaları hem de bu anlayış üzerinden kendi gelecekteki “yazılı” kararlarını doğru alabilmeleri için bir miras bırakmıştır. Nutuk, okuma, anlama ve yazmanın bir ülkenin kaderini nasıl etkileyebileceğinin ve bir liderin bu eylemlerle tarihi nasıl şekillendirebileceğinin eşsiz bir örneğidir.
Dolayısıyla, okumak, anlamak ve yazmak, bir kelime oyunundan çok daha fazlasıdır. Bunlar, insan zihninin kendini ifade etme, dünyayı yorumlama ve bilgiyle etkileşime geçme biçimlerinin temelini oluşturan, karmaşık ve hayati birer sırdır. Bu sırrı çözenler, sadece bilgiyi değil, aynı zamanda kendi benliklerini ve evrenin gizemlerini de keşfetme yolculuğunda ilerlerler. Her bir kelime, her bir cümle, bu sonsuz döngüde yeni bir başlangıç, yeni bir keşif vaat eder. Bu üçlüyü hayatımızın merkezine koymak, sadece daha bilgili olmak değil, aynı zamanda daha derinleşimli, daha eleştirel ve daha yaratıcı bireyler olmanın anahtarıdır. Güç, artık kelimeleri okuma, anlama ve yazma yeteneğinde yatmaktadır.
