Allah Teâlâ kimin daha güzel ameller yapacağını sınamak amacıyla ölümü ve hayatı yaratmıştır.[1]Bu imtihanın bir gereği olarak insanoğlu dünya hayatında değişik şekillerde denenir. Başarılı olmak ve ahiret hayatını kazanmak için sürekli mücadele şarttır. Bu mücadelede insanı aldatmak isteyen “şeytanî sesin” gücü sınırlı, hile ve tuzakları zayıftır.[2]Onun hiçbir yaptırım gücü yoktur; bütün mahareti ilginç önerilerde bulunarak kendi sapkın yoluna çağırmaktan ibarettir. Ona uyup uymamak kişinin kendi elindedir. Şeytanın salih kullara etkisi söz konusu değildir.[3] Dolayısıyla insanoğlu, kendi yapıp ettiği kötülükler nedeniyle şeytanı suçlayamaz, onu günah keçisi ilan edemez; zira böyle bir tutum gerçekçi ve inandırıcı olamaz. Çünkü şu âyet gayet açıktır:
“Ve her şey olup bittikten hüküm yerine geldikten sonra şeytan: “Gerçek şu ki, Allah size gerçekleşmesi kaçınılmaz bir söz vermişti! Bense [her fırsatta] size birtakım sözler verdim ama sizi hep yüzüstü bıraktım. Yine de benim sizin üzerinizde gerçekte bir nüfûzum yoktu: Sizi sadece çağırıyordum; siz de (bu çağrıya/davete) icabet ediyordunuz. Bunun içindir ki, beni suçlamayın, yalnızca kendinizi suçlayın. Ne ben sizin imdadınıza yetişecek durumdayım; ne de siz benim imdadıma yetişebilecek kimselersiniz…”[4]
Nefis, haktan sapmaya da (fücûr), kötü/çirkin hallerden sakınmaya da (takvâ) elverişli şekilde programlanmış ve her türlü karar insanoğlunun özgür iradesine bırakılmıştır. Aklını kullanarak nefsini fücûrdan koruyup arındıran/geliştiren kimse (müzekkî) kurtuluşa ererken, onu koruma altına almayıp takvâya yönlendirmeyen (müdessî) hüsrana uğrar.[5]
Bu itibarla, hayır ve şer yapma kapasitesine aynı ölçüde sahip olan nefsi kötülük yapma potansiyeline sahip olduğu gerekçesiyle suçlu ilan etmek ve onu düşman bellemek yerine, sağlam bir iradeyle onu hayırlı işler yapmaya sevk etmek gerekir. Hür iradesini “sadrındaki şeytanın çağrıları” istikametinde kullanarak nefsin kötülük yapma potansiyelini harekete geçiren insanoğlunun bizzat kendisidir. Bu nedenle, insanın nefsini kendi dışında bir varlık olarak görüp işlediği günahların vebalini onun üzerine atması ve onu “günah keçisi ilan etmesi” yanlıştır. Nitekim sağlıklı tefekküre yanaşmayan insanoğlu aynı yanlışa “cin”, “şeytan” ve “kader” konularında da düşmekte, kendi kabahat, hata, günah ve ihmallerini “cin”, “şeytan” veya “kader”e yükleyerek sorumluluklarından kurtulacağını zannetmektedir.
Oysa nefis, insanoğlunun düşmanı değildir. Nefis, bizzat her insanın içinde işlenmeye elverişli cevher ve çok değerli bir hazinedir. Zira Yüce Allah, nefse yemin etmiş/değer vermiş[6] ona takvâ ve fücur programları yüklemiş,[7] imtihanın tabiî bir sonucu olarak onun geliştirilmesi (tezkiye) veya karbonlaştırılması/çürütülmesi/bozulması (tedsiye) insanın özgür iradesine bırakılmıştır.[8]
Dolayısıyla Hz. Âdem’den (ilk insanlardan) itibaren insanoğlunun baş düşmanı göremediği, ama varlığını içinde hissettiği, sesini/savtını duyduğu “vesvâsi’l-hannâs” olan İblis’tir/şeytandır/garûrdur/karîndir. Nitekim “garûr” Arapçada mübalağa kalıbında “el” takısıyla “el-garûr” şeklinde kullanıldığında “sürekli aldatan, çok aldatan, her yolu kullanarak aldatan, aldatma ustası” anlamlarına gelmektedir. Dolayısıyla garûr olan İblis’in yani “çok sinsî ayartıcının” “nefis”le karıştırılması ve onun yerine “nefsin düşman bellenmesi” doğru değildir. Zira böyle bir karışıklık, Kur’ân ve sünnetin doğru anlaşılmasını ve yorumlanmasını zorlaştırmakta, insanların kafası karıştırılmakta, “yanlış cin, kader, şeytan ve nefis anlayışına” sürüklenmelerine neden olmaktadır.
Öte yandan insanın bedeni “beşerî ruhun” mekânı değil, geçici süre kaldığı bir yerdir. Beşerî ruh vakti gelince Rabbine geri dönecektir. Beşerî ruhun maddî âlemle alakası bedeni bir alet olarak kullanmasından ibarettir. Ruhun tatmini/huzuru, Yüce Allah’ı bilmek, O’na inanmak, O’na hamd ve şükür etmek ve O’nu daima anmakla mümkündür. Maddî unsurların ve geçici zevklerin/hazların beşerî ruhu uzun vadede tatmin edebilmesi mümkün değildir.
Nitekim beşerî ruh, işlenen günahlar ve kötülükler sebebiyle manen kirletildiğinde hakikati algılayamaz hâle gelir. Ancak tövbe ile temizlenirse gerçekleri idrak etmeye başlar. Zira beşerî ruh, hakikatleri bilme, tanıma ve kabul etme özelliğine sahiptir. Dolayısıyla hakikatleri özümseyen/içselleştiren beşerî ruh, doğru hüküm/karar verir ve sahibini huzura/itminana/güvene erdirir.
İnsanın bedeni/nefsi maddî ihtiyaçlarını temin etmek için yaratılmıştır. Ancak insanı insan yapan Yüce Allah’tan gelen o beşerî ruhtur ve onun da geliştirilmesi gerekmektedir. Beden, binek hayvanı gibidir. Beşerî ruh ise üstündeki süvariye benzer. Maksat süvariyi yaratmaktır. Binek araçtır. Çünkü binek hayvanı ona binen içindir.
Aklını doğru işletmeyen/çalıştırmayan ve nefsin içindeki fücûr programını harekete geçiren insanoğlu kendine yazık eder. Kötülüklere/günahlara dalan kimse ilâhî ilhamlardan, manevî destekten, lütuf ve ikramlardan mahrum kalır. Ancak takvâ programını aktif hâle getirirse beşerî ruhu iyi yöne sevk eder ve Yüce Allah ile bağını/irtibatını sağlamlaştırır.
Ruhun boyutlarından biri olan “melekânî ses/vicdanî ses” ise insana yardım ederek onu hayra çağırır; ancak “şeytanî ses” vesvese vererek şerre/kötülüğe/dalâlete davet eder. Şeytan, sadece içi boş/süslü vaatlerde bulunur.[9]
Beşerî ruhun enstrümanlarından/psikonlarından biri olan akıl, sağlıklı tefekkür yaparak doğru karar verirse insanoğlu manevî/psikolojik anlamda gelişme kaydeder. Ancak yanlış bilgilere dayalı sağlıksız karar verirse, fücûr programının etkin olmasına yol açar ve sahibini hayvandan daha aşağı derekeye sürükler.[10] Sürekli Yüce Allah ile olduğunu bilen, O’nun verdiği nimetlere şükreden ve istikamet üzere yaşayan bir kula şeytanî ses etki edemez; dolayısıyla fücûr programı devreye giremez. İlâhî ilhamla/manevî yardımla desteklenen o salih kul “basiret, feraset ve hikmet sahibi” olur.
Sonuç olarak, “nefis” ve “şeytan” ayrı ayrı şeylerdir. Kendisinde fücur programı yüklü olduğu için nefsi haksız yere suçlamak ve onu düşman bellemek yanlıştır. İnsanoğlunu günaha düşürmek için uğraşan “şeytanî sese” kulak vererek/aldanarak/kanarak “fucûr programını tetikleyip çalıştıran kişi” kaybeder. Yapılması gereken şeytanı düşman bellemek ve onunla adamakıllı mücade etmektir. Eğer “nefis” ve “şeytan” doğru tanınmazsa/bilinmezse insanoğlunun yaşadığı bunalımlar/evhamlar/psikolojik rahatsızlıklar katlanarak artar, iç huzuru bulamaz, mutlu olamaz ve kendine yazık etmeye devam eder. Çare, sağlam muhakeme ışığında sağlıklı tefekkürün hakkını vermek, İslâmî kavramların içini sahih ve güvenilir dinî bilgilerle doldurmak, söz konusu bilgilere dayalı tutarlı ve mantıklı bir İslam anlayışı geliştirmek ve buna uygun bir yaşam sürmektir. (18.04.2014)
[1] el-Mülk 67/2.
[2] en-Nisâ 4/76.
[3] el-Hicr 15/39-40, 42; el-İsrâ 17/65; es-Sebe 34/21.
[4] İbrâhim 14/22.
[5] eş-Şems 91/9-10.
[6] eş-Şems 91/7.
[7] eş-Şems 91/8.
[8] eş-Şems 91/9-10.
[9] en-Nisâ 4/120.
[10] el-A’râf 7/179.
3 yorum
Neticede ortada ciddi bir akıl teri var, emek var, harcanmış mesai var ve bunların boşa gitmemesi için eleştirilmeyi hak ediyor. Sayın Hocamız yine kızacak, sapkınlık, kafa karışıklığı, akılsızlıkla ile saldırı defansı yapacak ama güçlenmesi için acımasızca yazacağım.
Bu metin, öylesine kibirli bir üslup ve baskıcı bir didaktizmle yazılmış ki, sanki okur daha ilk satırlarda teslim olmaya mecbur bırakılıyor. Her cümle, “ben her şeyi bilirim” diyen bir öğreticilikle dolup taşarken, tek bir perspektifi dayatarak insanın zihninde çeşitlilik ve eleştirel düşünceye yer bırakmamaya çalışıyor.
Bu metni acımasızca ele alıp parçalarken gözden kaçırılmayacak ilk nokta, abartılı ve öğüt verici tonun “etkisizliğidir” . Yazar, ruh ve nefis gibi soyut kavramlar arasında sıkışıp kalmış, ancak bu kavramları anlamlı bir şekilde açamıyor.
İddialı ifadeler ve dinî göndermelerle dolu dogmatik bu metin, sanki okuyucunun her kelimeye sorgusuz sualsiz inanmasını bekliyor. Peki bu kadar basit mi? Ruh, nefis, şeytan kavramları birbirine karışmış ve mantıklı bir anlatım yerine kafa karışıklığı yaratıyor.
Bu metnin asıl sorunu, kurguladığı dünyanın tamamen siyah-beyaz olmasıdır. İnsanların ya şeytana ya da iyiliğe teslim olacağı iddiası son derece yüzeysel ve gerçek dünyadaki insan davranışlarının karmaşıklığını tamamen göz ardı ediyor. İnsanların hatalar yapabileceği gerçeğini basit bir “şeytanın ayartması” ile açıklamak, insan psikolojisini ve ahlaki gelişimi küçümsemek, fetal hayatta maruz kaldığı kötü muameleleri hiç bilmemek anlamına gelir. İnsanı sadece iyi ya da kötü, siyah ya da beyaz olarak ele almak derin bir anlayış eksikliğini yansıtır.
Dahası, metnin didaktik üslubu okuru küçümser nitelikte. Tüm sorumluluğu okuyucunun üzerine yüklemek ve “suçlama” dilini kullanmak, ne öğretici ne de motive edici. Böylesine didaktik bir söylemin içinde bile daha incelikli bir yaklaşım geliştirilebilirdi; ancak yazar, insanları sürekli olarak ya korkutuyor ya da suçluyor. Bu dilin okuyucu üzerinde olumlu bir etkisi olmasını beklemek naif bir düşüncedir.
Sevgili Mesut Bayraktar bey,
Eleştirileriniz için çok teşekkür ediyorum. Her zamanki gibi sevinçle eleştirilerinizi okudum, ama yine beni hayal kırıklığına uğrattınız. Çok zeki birisi olmanıza rağmen ruh, şeytan ve cin gibi önemli konuları anlamamaktaki ısrarınız beni şaşırttı ve üzdü. Fakat ben yine de sizden makalelerimi okuyarak acımasızca eleştirmenizi, görüşlerimin daha olgunlaşmasına ve güçlenmesine katkı sunmanızı bekliyorum.
Metnin dili ve üslubuyla ilgili daha önce size görüşlerimi “köşe yazılarımın altındaki yorumlarda” yazmıştım. Nitekim büyük bir yangın başlamışken ve o yangında yanma ihtimalleri olan insanlar bulunurken onları uyandırmak için “Lütfen kalkar mısınız, yangın var” demek yerine “Ey insanlar çabuk kalkın, yangın var, yanacaksınız, derhal burayı terk edin!!!” demeyi tercih edeceğimi ifade etmiştim ve aynı kararlılıkla, sert ve sarsıcı üslupla yazmaya devam edeceğimi belirtmiştim. Dolayısıyla sizin bunu kibirli bir üslup ve baskıcı/dayatmacı bir yaklaşım olarak görmeniz isabetli değildir. Zira hiç kimseye kendimizi kabul ettirmek gibi bir derdimiz hiçbir zaman olmadı ve olmaz da. Kaldı ki hiç kimsenin de görüşlerimizi kabul etme gibi bir zorunluluğu yok; bizim de bu yönde zaten bir gayretimiz yok. Biz sadece akla kapı açmaya/aralamaya, düşünen insanların gerçekleri bulmasına yardımcı olmaya çalışıyoruz. Çünkü önemli olan benim ne düşündüğüm değil, sizlerin araştırarak, akıl/alın teri ve göz nuru dökerek, uykusuz kalarak, bedel ödeyerek, zevklerinizi öteleyerek, kafa patlatarak, beyin fırtınası yaparak okumalar yapmanız ve doğru sonuçlara ulaşmanızdır. Bu nedenle nedir ki, biz yüzlerce köşe yazısı kaleme aldık ve almaya devam ediyoruz. Dolayısıyla tek bir görüşü dayatmıyoruz; meseleye eleştirel yaklaşılmasının gerekli olduğunu ifade ediyoruz; tenkitten sonra teklif getiriyoruz. Sizin gibileri sağlıklı tefekküre ve mantık ilmi okumaya davet ediyoruz. Hâdiseleri sebep ve sonuçlarıyla birlikte analiz etmeye çağırıyoruz. Akıl ve vahyin nasıl birbirini desteklediğini ve birbiriyle çelişmediğini anlamanızı sağlamaya çalışıyoruz. Din ile bilimin asla çatışmadığını/çelişmediğini delilleriyle ortaya koyuyoruz. Bu nedenle köşe yazılarımızı sizin tabirinizle “parçalamanız” bizi mutlu eder. Ama yazılanları okuyunca seviyenin yerlerde sürünmediğini de görmek istiyoruz. Çünkü elektriği kabul etmeyen birisine çamaşır makinesinin, bulaşık makinesinin, kurutma makinesinin, buzdolabının vs. nasıl çalıştığını anlatmanın zorluğunun farkındayım. Bir elektrik mühendisi elektriği kabul etmeyen birine zaman ayırmaz ve “Git başımdan uğraştırma beni kardeşim” der. Bu bakımdan işimin zor olduğunu biliyorum. Zira beşeri ruhun varlığını kabul etmeyen birisi insan bedeninin nasıl çalıştığını ve beden-ruh ilişkisini zaten anlayamaz. Bu itibarla öncelikle sizin beşeri ruhun varlığını kabul etmeniz gerekiyor. Değilse zaten ortada konuşulacak bir konu kalmıyor. Elektriği kabul etmeyen ve “Görmediğime inanmam” diyen birisiyle konuşulacak bir şey olmadığını düşünüyorum. Ona “Dilersen eline bir çivi al ve prizin deliğine sok bakalım, o zaman elektriği görürsün” demek geliyor içimden; bu sefer de adam ölecek diye üzülüyorum.
Mesut bey, daha önceki köşe yazılarımda da ruh, nefis, cin ve şeytan konularını ele aldım ve bunları bir ilkokul mezununun anlayacağı şekilde açıkladım. Bunları delile dayalı ve anlamlı bir şekilde izah ettim. Lakin “soyut konu ve kavramları” kabul etmeyen bir materyalistin/pozitivistin bazı gerçekleri fark etmesi de oldukça zor oluyor. Dolayısıyla burada suçlanacak birisi varsa o da metafizik konuları anlamamakta ısrar eden kimsedir. Elbette “fiziğin bilgisinin de aslında metafizik olduğunu” anlamamakta zorlanan birisine bazı hakikatleri anlatmanın zorluğunun farkındayım.
Diğer taraftan bir ilahiyatçının ve özellikle de bir hadis profesörünün elbette “dini göndermelerde” bulunacağı muhakkaktır. Bir ilahiyatçıyı “Dini göndermelerde bulunuyor” şeklinde eleştirmek tam bir akıl tutulmasıdır. Çünkü onun çalışma alanı dinin ikinci temel kaynağı olan hadis ve sünnettir. Makalesini okuduğunuz ilahiyatçının uzmanı olduğu alanla ilgili konuşacağını bile anlamamaktaki ısrarınız oldukça düşündürücüdür. Tabii ki bir hadis profesörü dinin temel kaynaklarını referans alarak konuşacak ve köşe yazıları yazacaktır. Bunu sizin gibi değerli bir kadın doğum doktorunu hatırlatmak bizi üzüyor. Oysa siz bu hakikati anlayacak kadar akıllı birisiniz. Ama meseleye salt akılla, düz ve basit mantıkla yaklaşıyor; aklıselimi terk ediyor, sonra da kafanızın karıştığını iddia ediyor, karşı tarafı suçluyorsunuz. Oysa problem sizin aklı etkin ve verimli kullanmayışınızdan kaynaklanıyor.
Öte yandan “metnin asıl sorununun kurguladığı dünyanın tamamen siyah beyaz olması” diyerek kendinizce demagoji/laf ebeliği yapıyorsunuz. Oysa bu metin meseleye kuşatıcı bir bakış açısıyla yaklaşıyor, tüm argümanları ele alıyor, çok yönlü analiz yapıyor, delile dayalı çözümler sunuyor, evrensel bir perspektifle konuyu ele alıyor, daha önce duyulmamış ilginç/farklı/çarpıcı/sarsıcı/şok edici/özgün görüşler ortaya koyuyor.
İnsan psikolojisini anlamakta zorlananların, insanın beynini çalışma odası olarak kullanan “beşeri ruhu” bir türlü kabul etmeyenlerin elbette insanın içinde bulunan şeytani sesi kabul edebilmeleri de imkânsızdır. Biz beşeri ruhu veyahut şeytanı kendi kafamızdan uydurmuyoruz; delillere dayalı konuşuyoruz. Çünkü insanın içindeki şeytani sesi haber veren biz değil, Kur’an âyetleri ve onu açıklayan Hz. Peygamber’in sözleridir. Eğer ilgilenirseniz bu konuda yazmış olduğum bilimsel makalelerim vardır. Dileyenler bunların pdf’sine internet ortamında ulaşıp okuyabilir. Eğer hakikati arıyorsanız sizin de ulaşmanızı ve okumanızı öneririm. Aksi halde “iki büyük düşmanınızı” (halîkatyen) tanıyamayacaksınız ve kendinize yazık etmeye devam edeceksiniz. Oysa ben istiyorum ki Mesut Bey tıpkı Hz. Ömer gibi gerçeklerle buluşsun; Ebû Cehil’in düştüğü yanlışa düşmesin. Bunu samimiyetle arzu ettiğimi size zaten daha önce yazmıştım. Ama siz hala sağlıklı tefekkürün hakkını vermemekte inat ve ısrar ediyorsunuz. Spekülasyonlarla vakit geçirmek istiyorsunuz. Fakat benim size olan şefkat ve merhametim size tüm kapıları kapatmamı engelliyor, zaman ayırıp yazıyor ve uyarıyorum.
Diğer taraftan hem bu köşe yazımızda hem de diğerlerinde hiçbir kimse küçümsenmemektedir; hakikatler şok edici bir tarzda ortaya konulmaktadır; ama acı gerçekler de birilerini üzmektedir. Oysa ilaç da acıdır ama şifa verir. Bu bakımdan gerçeklerle ilk kez karşılaşanların şaşırmaları ve bu didaktik üslubu anlamakta zorlanmaları belki normal kabul edilebilir. Ama sizinle daha önceki yazışmalarımız dikkate alındığında sizin bazı gerçekleri artık fark etmeniz beklenir. Burada bir suçlama dili yoktur; tüm sorumluluğun insanoğlunun üzerinde olduğuna yapılan samimi vurgu vardır. Bu köşe yazısı hem öğretici hem uyarıcı hem de motive edicidir. İnsanların kurtuluşunu/hidayetini hedeflemektedir. Samimi ve incelikli bir yaklaşım içermektedir. Acı gerçeklerle yüzleşen bazı kimselerin bunu korkutucu ve suçlayıcı bulmaları, içlerindeki “şeytani sesin” onları yanlış yönlendirmesinden kaynaklanmaktadır. Bazı gerçekleri kabul etmemekte inat eden gayrimüslimler de aynı şekilde Kur’an’ın tehdit dili kullandığını iddia etmektedir. Oysa iyi niyet ve samimiyetle meseleye yaklaşsalardı bazı gerçekleri fark edebileceklerdi. Bu itibarla bizim bu dilimiz ve üslubumuz samimi okuyucu üzerinde olumlu bir etki kesinlikle bırakacaktır. Çünkü insanlar çıplak/açık/net/anlaşılır uyarı bekliyor; süslü laflara karnı tok; kaldı ki fazla zamanları da yok. Ayrıca herkes kendi kararını özgür iradesiyle kendisi veriyor. Bizim hiç kimse üzerinde zorlayıcı/baskıcı/dayatmacı olmamız söz konusu değildir. Düşüncelerimizi zorla kabul ettirmemiz hiçbir şekilde mümkün değildir; kaldı ki bu akla ve mantığı da aykırıdır. Bize düşen apaçık tebliğdir/güzel örneklerle meseleyi açıklamaktır, sarsıcı ve şok edici, sert ve çarpıcı ikazlardır.
Sonuç olarak, değerli Dr. Mesut bey öncelikle beşeri ruhun varlığını kabul ederek işe başlayabilirsiniz; o zaman beden-ruh ilişkisini daha iyi anlayacak ve insan psikolojisini daha iyi kavrayacaksınız. Meselelere bütüncül bakmayı öğreneceksiniz. Dinin temel argümanları konusunda doğru bilgi sahibi olacaksınız. Metafizik konuları anlama yolunda önünüze yeni ufuklar/pencereler açılacak, hakikatlerle karşılaşacak ve “yazımızı okuyarak yaptığınız tüm eleştirilerin ve yazdığınız yorumların meyvesini/mükafatını” bu şekilde almış olacaksınız. Benim Rabbimden dileğim budur. Tekrar eleştirileriniz için teşekkür ediyorum; ancak sizden daha nitelikli, özgün, ayağı yere basan, delile dayalı, kuşatıcı, kapsayıcı ve “parçalayıcı” tenkitler bekliyorum. Ayrıca bu konuyu daha iyi anlamak için konuyla ilgili internet sitemdeki köşe yazılarıma, Youtube kanalımdaki videolarıma bakmanızı öneriyorum. Size yaşamınızda başarılar diliyorum. Selam ve saygılarımla.
DEĞERLİ Prof. Dr. Ahmet Emin SEYHAN, yazınızı ve yapılan yoruma cevabınızı BÜYÜK BİR HAYRANLIKLA OKUDUM. 50 Yaşında, devlet memuru bir bayanım.. inanın Şeytan ve Nefsin gerçek anlamda ne olduğunu, aradaki farkı bugün çok ÇOK açık bir şekilde anladım. Yorumdakı cevabınızda yazdığınız gibi “…ilkokul mezununun anlayacağı şekilde açıkladım,” gerçekten de öyle.. Bu yazıyı, her yaşta eğitimli -eğitimsiz kim okursa okusun ne denilmek istendiğini anlayabilir…Prof. Dr. Gazi ÖZDEMİR hocamızın da SON DAVET KURAN isimli Kuran Tercüme kitabını da kim okursa anlayabilir.. Aynen sizin gibi yalın çok yalın , çok güzelll bir dille çeviri yapıyor…..SİZİN GİBİ DEĞERLİ HOCALARIMIZI çok seviyorum ve yaşamınız boyunca, elinize, dilinize , kaleminize sağlık ve afiyet diliyorum… Hem bu dünyanız hem ahiret hayatınız CENNET OLSUN İNŞALLAH….Allah’a emanet olun…