Evet, bu makale aslında bir tashih yazısı, daha doğrusu, tüm meslektaşlarımdan bir “özür”(!) ifadesi olarak telakki edilmelidir. Nitekim, daha önce yazdığım makalelerimin birinde, zamanımızda meslektaşlarımızın itibarsızlaştırılmalarının verdiği ızdırap sebebi ile “Kırk yıl önce bir tıp fakültesi öğrencisinin gördüğü itibarın, günümüzde en azından bir hekime kazandırılması ve gösterilmesi” gerektiğini ifade etmiş ve bununla ilgili olarak da bir dizi önerilerde bulunmuştum.
Bu söz konusu yazının yayımlanmasından sonra, gerek meslektaşlarımdan gerekse diğer okurlarımdan, her ne surette ve her ne vasıta ile olursa olsun aldığım müspet-menfi eleştiriler, hatta bazılarının kendini bilmez ve hadlerini aşan yorumları nedeni ile bu tashih ve özür(!) makalesini kaleme alma düşüncemi, benimle aynı duyguları paylaşan Medimagazin Köşe Yazarı Arkadaşımız Sayın Prof. Dr. Nurettin Başaran’ın benden bahisle köşesine taşıması provoke etmiş ve üzerine tuz-biber ekmiştir.
Evet… Düzeltiyorum. “KIRK YIL EVVEL BİR TIP FAKÜLTESİ ÖĞRENCİSİNİN GÖRDÜĞÜ İTİBARIN, GÜNÜMÜZDE BİR PROFESÖRE KAZANDIRILMASI VE GÖSTERİLMESİ GEREKİR.” Bazı karilerimin çok ironik ve mübalağalı bulabileceği bu teklifimi, kendi şahsi hayatımdan örnekler vererek, muhayyilenize, idrakinize, tasavvurunuza, izanınıza, vicdanınıza ve insafınıza havale ediyorum.
Yıllar önce, tıp fakültesini kazandığım öğrenildiğinde, başta zamanın Trabzon Valisi ve daha sonraki senelerde kendisinin yakın dostu olma şerefine nail olduğum ve yakın bir zaman önce kaybettiğimiz Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Merhum Ali Osman Ulusoy olmak üzere, şehrin bütün ileri gelen zevatı, babamı ziyaret ederek tebriklerini ifade etmiş, Vali ve Ali Osman Ulusoy Beyler dâhil, birçoğu telgraflarla beni kutlamışlardı. Daha sonraki dönemlerde, yaz tatilimi geçirmek için köyüme geldiğimde, zamanın Maçka Kaymakamı Sayın Bekir Tunç ve Garnizon Komutanı Muhammed Zafer Beyler, yirmi kilometrelik yolun bir kısmını da yürüyerek evimize kadar gelmiş, takdir ve teşviklerini bizatihi ifade etmişlerdi.
Tıp tahsili ile birlikte, daha önce başladığım ve ikinci sınıfına devam etmekte olduğum bir başka yükseköğretim kurumundaki eğitimimi de sürdürmek istememden dolayı, önüme çıkartılan engelleri aşabilmek için kendisinden yardım istediğim zamanın Erzurum Valisi ve daha sonra TBMM Başkanı olan Sayın Necmettin Karaduman, tüm daire amirlerini makamına çağırıp beni onlara takdim etmiş, “Bizler bir fakülteyi zor okuyoruz. Bakın bu delikanlı (o zaman on yedi yaşındayım) iki üniversiteyi birlikte okuyor!” diyerek, beni onurlandırmış, hedef ve ideallerimin gerçekleşmesinde de ateşleyici bir unsur olmuştu.
Elim bir kaza sonucu hayatını kaybeden tıbbiyeden sınıf arkadaşımızın cenazesine gittiğimizde de bizi Erzincan Valisi karşılamış ve cenaze kortejinde bizimle birlikte yer almıştı
Fakülteyi bitirip, Erzurum Kandilli Sağlık Ocağında göreve başladığımda (O zaman, çevremdeki altı sağlık ocağı, bir sağlık merkezi tabipliği ve hastane başhekimliği de uhdemde bulunuyordu), zamanın Erzurum Valisi Rahmetli Zihni Akın, daha sonra her ikisi de Orgeneral olan Tugay Komutanları Mehmet Önder ve Nezihi Çakar Paşalar beni tebrik ziyaretine gelmiş ve yeni kurduğum Sağlık Ocağı Laboratuvarında rutin tahlillerini yaptırmışlardı. Üçüncü Ordu Komutanı Merhum Orgeneral Mahmut Ülker Paşa, beni her türlü küçük cerrahi müdahaleleri de yapabildiğim Sağlık Ocağımda ziyaret ederek, takdirlerini ifade etmişti. Sonraki yıllarda Trabzon ve Ankara valilikleri de yapan, zamanın Aşkale Kaymakamı Sayın Alaaddin Yüksel ve Eşi Emine Hanım, beni hep kıskandıklarını, gıpta ettiklerini kinayeli ve esprili bir şekilde ifade etmişlerdi.
Atatürk Üniversitesi, Çapa Nöroşirürji Kürsüsü, Zürih Üniversitesi, Yaşargil’in Kliniği, asistanlık, uzmanlık derken, zaman su gibi akıp geçti. 1984 yılında, İsviçre’den dönüp Beyin Cerrahisi Ana Bilim Dalına Öğretim Görevlisi ve Yönetici olarak atandığımda, zamanın 9. Kolordu Komutanı Doğu Aktulga Paşa benimle tanışmak istemiş, bütün randevularını iptal edip, tevazu ve kadirşinaslık göstererek, Kolordu girişinde Kurmay Başkanı ile birlikte beni askeri törenle karşılamış ve titiz bir ev sahibi hassasiyetiyle ağırlamıştı.
Bütün bunlar, benim tıbbiyeli olduğum dönem ve mesleğimin ilk yıllarına ait hemen aklıma gelen bazı kesitlerdir. Bu ve benzeri daha nice örnek hatıralarımı sayabilirim.
Şimdi, teklifimde, tashihimde ve özrümde(!) haklı olup olmadığıma varın siz karar verin.
Her zaman olduğu gibi, bir rubaimiz (İsmail Hakkı AYDIN, “BEN”İ Saran Kefen. NEFES. Eser Matbaası, 2010)ile ortamı teskin edelim.
“BEN”İ SARAN KEFEN
Bu gün “Hiç”liğe inat, “Hiç”lik cezb eder beni.
Her seher ikliminde, hissederim cezbeni.
Ömrüm boynunu eğmiş sırılsıklam gölgene,
Aşkınla tütsülendi, “BEN”i saran kefeni.