Batılı düşünürler Antik Çağ’ın felsefi mirasının öncesinden pek bahsetmeseler de onlardan önce Mezopotamya’da, Babillerde felsefi düşüncenin varlığından söz edilmekte hatta Grek felsefesinin kaynağının bu bölgelerde var olan felsefi miras olduğu belirtilmektedir. Fârâbî bu düşünceyi desteklemek bağlamında, “bizimdi, onlara geçti tekrar bize geldi” diyerek veciz bir şekilde ifade etmektedir. Bu bakımdan felsefe ve bilimi insanlığın ortak mirası olarak görmek, bu mirası sadece belli bir millete ait görmemek doğru bir bakış açısı olacaktır. Ancak unutulmaması gereken şey şudur: Büyük medeniyetlerin inşasında felsefenin ve filozofların rolü hiçbir zaman inkâr edilemez. Felsefi düşüncenin yeşermesi, gelişmesi varlığını sürdürme zemini bulmasına paralel olarak Antik Yunan’da, Orta Çağ İslâm dünyasında ve Batı Aydınlanma Çağında diğer bilimlerde de hızlı bir şekilde gelişmelerin yaşandığını görüyoruz. Bu dönemlerdeki gelişmeleri felsefe için uygun bir ortamın var olmasına bağlamak yanlış olmayacaktır.
Orta Çağ İslâm dünyasında dokuzuncu ve on üçüncü yüzyıllar arası İslâm dünyasının Altın Çağı olarak bilinir. Bu dönemde İslâm düşünürleri bilimin, felsefenin ve diğer ilimlerin her alanında en önemli eserlerini vermişlerdir. İslâm toplumunun bu dönemde neredeyse bütün felsefi ve bilimsel alanlarda zirvede olmasının temel esprisi ne olabilir acaba? Bunu sorgulamak gerekmez mi? Bu dönemden sonra ne oldu da İslâm toplumu bilimsel anlamda geriledi? Bence sorgulanması gereken ikinci husus da budur. Bir diğer önemli mesele de Batı Aydınlanmasının temel esprisinin ne olduğu konusudur. Kanaatimce bu soruların doğru bir tahlili bize hakikatin anahtarını da verecektir.
Orta Çağ İslâm dünyasının felsefî ilmî ruhuna baktığımız zaman ilme, felsefeye, bilime ve bilgiye susamış bir toplum görüyoruz. Özellikle Abbasî halifeleri bilginin menşeini hiçbir zaman sorgulamadılar. Felsefeyi yabancı kültür mahsulü ve din dışı görmediler. Onlar bizden daha az takva sahibi oldukları için böyle düşünmediler. Belki de aslında her nerede olursa olsun bilgiyi müminin yitik malı olarak görerek böyle davranmayı takvanın gereği olarak gördüler. Bu nedenle dünyanın neresinde olursa olsun var olan felsefî ve bilimsel mirasa sahip çıktılar. Halife Me’mûn’un yüzlerce kişiden oluşan bir mütercimler ordusu vardı. Dünyanın herhangi bir kütüphanesinden kendi kütüphanesinde bulunmayan bir kitabı getirene getirdiğinin ağırlığınca altın verdiği ifade edilmektedir. Me’mûn, ayda beş yüz dinara kadar mütercimlere para vermekteydi. Felsefe ve bilimin meşalesinin yakıldığı bu dönemde Müslüman filozofların felsefe ve bilim alanında en önemli eserlerini verdiklerini görüyoruz. Bu dönemde Câbir bin Hayyan (ö. 815), Kindî (ö. 866), Câhız (ö. 868), Ebubekir er-Râzî (ö. 925), Fârabî (ö. 950) ve İbn Sînâ (1037) gibi filozoflar, hem felsefi hem de bilimsel eserler ortaya koydular. Felsefe, astronomi, matematik, eczacılık, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi alanlarda çok önemli eserler yazıldı. Bu isimler ve daha ismini zikretmediğimiz birçok düşünür filozof olmakla beraber aynı zamanda bilim adamı vasfını da taşımaktadırlar. Ancak felsefe her zaman öncü bir rol oynadığı için bu düşünürler genelde felsefi düşünceleriyle tanınmaktadırlar. Bilim yapmak için felsefe yapmak gerekir. Çünkü felsefe adeta bir zihin jimnastiğidir. Bilim için gerekli nazariye ve faraziyelerin tahlil edilmesi, aklî bir muhakemeden geçmesi felsefe yapmayı gerektirir. Felsefe bu bakımdan önemlidir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi birçok filozof tartışma ustalığını ve felsefi argümanlarını fıkıh, hadis, tefsir, tarih, tasavvuf, dil ve daha birçok alanda da kullanmıştır. Bu ilimlerde delilleri ortaya koyma ve yorumlamada kullandıkları teknik, yöntem ve metodoloji, bu ilimlerle uğraşan sıradan bir düşünürünkinden çok daha derin, ikna edici ve akla yatkın olabilmektedir. Bu düşünceyi günümüz açısından da değerlendirecek olursak felsefeden elde edilen tecrübe, beceri ve tartışma uzmanlığı hukuk, bilgisayar programcılığı, yapay zekâ, uzay çalışmaları gibi bir medeniyet için çok önemli olan benzer alanlarda da başarılı bir şekilde kullanabilir. Yukarıda ismini zikrettiğimiz filozoflar anlattıklarımız konusunda bariz birer örnektir. Günümüz açısından verilebilecek güzel bir örnek Stephen Hawking’dir. Hawking, metafizik düşünceleriyle astrofizik alanındaki düşüncelerini harmanlayabilmektedir. Bu konudaki örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür elbette.
İslâm’ın Altın Çağı ile Batı Aydınlanma dönemi arasında bir benzerlikten söz edilebilir. Tıpkı İslam’da gerilemenin başladığı dönemle Batı Orta Çağı’nın Skolastik Dönemi arasındaki benzerlikten söz etmenin mümkün olduğu gibi. İslam’ın Altın Çağı’nda felsefe ve bilime gereken özgürlük ve değerin verilmesine paralel olarak her alanda ilerlemenin devam ettiğini ve İslâm toplumunun dünyada söz sahibi olduğunu görüyoruz. Batıdan gelen öğrenciler, İslâm topraklarındaki eğitim kurumlarında iyi bir eğitim aldıktan sonra memleketlerine dönerek bilgilerini başkalarıyla paylaşırlardı. Doğu İslâm dünyasının felsefî ve bilimsel mirası Endülüs’e de böyle taşınmıştır. Endülüs, Doğuyu olduğu gibi taklit etmiştir. Me’mun’a benzetilen II. el-Hakem’in (961-76) meraklı bir bilgin ve bir kitapsever olarak İslâm dünyasının her tarafında elyazmalarını tespit edip satın alan kitap toplayıcıları ve Kurtuba’da elyazmalarını çoğaltmakla meşgul müstensihlerinin olduğu ifade edilmekte, Saray Kütüphanesi’ne ait kataloğun, her biri elli yapraklık kırk dört ciltten meydana geldiği zikredilmektedir. Felsefi düşünüşün aydınlık döneminde hem Doğu hem de Batı İslâm dünyasında aydınlık bir dönemin yaşandığı bir gerçektir. Bu dönemde felsefi düşünüş ve filozoflar üzerinde fukaha ve muhaddisler cephesinde her ne kadar bazı baskıcı uygulamalara rastlansa da bu uygulamalar felsefenin yakılan meşalesini söndürecek kadar bir etki yaratmamıştır. İbn Rüşd’ün deyimiyle “bu fikirler kanatlı oldukları için uçup sahiplerini bulmuştur.” Batının Aydınlanma Dönemini yaşaması da aklı ve bilimi saf dışı bırakan Orta Çağ Hristiyanlık Skolastik baskısının her türlü düşüncenin üzerinden tamamen kalkmasıyla mümkün olmuştur. İslâm Orta Çağı’nın bundan farkı, felsefi düşüncenin üzerinde daha önce var olmayan bir baskının sonradan ortaya çıkmış olmasıdır. Bu da maalesef Gazâlî’nin birçok eserinde düşüncelerine katıldığı halde filozoflara saldırısıyla başlamıştır. Felsefenin inkıtaa uğradığı dönemde bilimsel gelişmeler de aynı derecede etkilenmiş, durgunluk başlamış, dinamik İslâm toplumunda daha önce var olan felsefe ve bilim aşkı maalesef dumura uğratılmıştır. Bundan sonraki dönem, Hristiyanlığın Skolastik döneminde olduğu gibi İslâm dünyasının bükülen belini bir daha doğrultamadığı, felsefi ve bilimsel alanlarda kan kaybettiği dönem olmuştur. Yapılan çalışmalar, sadece taklitten ibaret olup var olan çalışmaların tekrarından öteye gidememiştir.
Günümüze baktığımız zaman İslâm toplumlarında hâlâ Orta Çağ’ın emârelerini görmek mümkündür. Takva sahibi Abbasi halifelerinin bedelini tonlarca altın ödeyerek İslâm toplumuna kazandırdığı ve her türlü ilmin, bilimin gelişmesi için gerekli olan felsefe maalesef hâlâ tehlikeli olarak görülebilmektedir. Akli muhakeme ile hakikati bulma çabası olan felsefenin yirmi birinci yüzyılda karşısında değil, yanında olmak gerekmektedir. Medeni toplum olmak ve İslâm’ın Aydınlık Çağı gibi bir medeniyet kurmanın yolu budur. İslâm toplumlarının aydınlık dönemlerini yaşayabilmeleri için bir an önce bu açmazdan kurtulmaları, felsefe, bilim ve bilgiye gereken değeri vermeleri gerekmektedir. Bir zamanlar Batıdan İslâm diyarına gelmek ve ilim öğrenmek için can atan öğrenciler varken şimdi durum tamamen tersine dönmüş, Müslüman öğrenciler Batı üniversitelerine gitmek için her yolu denemektedir. Çünkü Batı, bir zamanlar Müslümanların yaptığı gibi felsefeye, bilime, bilgiye daha fazla finansman ayırarak, gereken özgürlüğü ve değeri vermektedir. Müslümanlar, durumu lehlerine çevirebilirler. Hakikati bilmek için örneklere bakmak, sonuca ulaşmak için de istemek, çalışmak ve gayret etmek yeterlidir. Unutmamak gerekir ki medeniyete giden yol, felsefeye değer biçmekten geçer.