(tababet san’atının icrası ile geçen 33 yıl / anı 9)
Ankara Keçiören Atatürk Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde (ki halk arasında Sanatoryum olarak bilinir hastanenin ve bulunduğu semtin ismi) asistan idim. Göğüs Cerrahisi Servisi anayola bakan ve Başhekimlik bölümünün de bulunduğu tarafın son katında idi.
Asistan odasının çaprazında ve ameliyathane hemşireleri odasının hemen yanından başhekimliğe doğru inen bir merdiven vardı.
İşte bir gün o merdivenlerden inerken ameliyathane hemşirelerinden bir ablamıza rastladım.
“Merhaba abla” dedim. “Nasılsınız?”
“İyiyim doktor bey” dedi. Elinde tuttuğu akciğer filmini (radyografiyi) göstererek, “şu filmime bir bakar mısınız?” dedi.
O gün muzipliğim, şakacılığım üzerimdeydi.
Eskiler bilir, o yıllarda meşhur bir dikiş makinesi reklamı vardı, “her genç kızın rüyası, …… dikiş makinesi” diye, o an aklıma geliverdi.
“Abla, radyografi falınızda üç vakte kadar …… dikiş makineniz olacak gibi gözüküyor” dedim.
“Aa, doktor bey nerden bildiniz?!” dedi.
Bu sefer şaşırma sırası bende idi.
“Neyi, nerden bildim abla?!”
“Dikiş makinesi sipariş etmiştik, yarın eve geliyor”
Tesadüfün böylesi bu kadar olurdu herhalde.
“Yok abla, nerden bileyim, giderayak bir şaka yapayım dedim, attım tuttu o kadar!”.
Şimdi düşünüyorum da, o son cümleyi söylemesem, açıklama yapmasa idim, ‘kerâmeti kendinden menkul biri’ olmanın ötesine geçip müritlerinin uçurduğu biri olma ihtimâlim var mı idi acaba?