Kapitalist felsefenin ana eksenini oluşturan müesseselerden birisi de ‘rekabet’tir. Rekabet kalitenin ucuza üretilmesi anlamına geldiğinden de, toplum için gerekli refah da sağlanmış olacaktır. Yine bu görüşe göre, her arz kendi talebini doğuracağından, bu işleyişe (doğal düzene) dışarıdan yapılan bütün müdahaleler piyasanın dengesini bozacaktır. Bu dengeyi bozacak müdahaleler sadece devlet müdahaleleri değil, aynı zamanda ahlâki kurallarla ilgili kişisel sınırlamaları da içermektedir. Zira ahlâki kurallar söz konusu felsefenin çerçevesini çizdiği ‘ekonomik özgürlükleri’ sınırlandırmaktadır.
Bunların anlamı kapitalizmin ekonomideki iki temel belirleyiciden birisi olan insana dayalı bir model geliştirememiş olmasıdır. Doğası gereği de mümkün gözükmemektedir. Zira çıkara dayalı bir ilişkide topluma karşı sorumlu bir insan modeli geliştirmek mümkün olamayacağından kurum ve kurallar öne çıkarılmaktadır. Kurallara uyma konusunda var olan mevcut durum ise sunulan refah, denetim ve cezalandırmadaki etkinlik ve oluşan kültürle ilgili olup konjonktüreldir. Bu ülkelerde kayıt dışı ekonominin düşüklüğü de aynı nedenlere dayanır.
Ancak ne var ki bu durum konjonktüreldir. Mevzubahis yasal ve kurumsal yapının yerleştiği ülkelerde fazla bir sorunla karşılaşmadan uygulanan bu sistem, kurumsallaşmadaki zayıflık ya da zayıflama dönemlerinde geçerli değildir. Ülkeye bağlılık ‘maddi’ olduğundan olağanüstü zamanlarda sözgelimi vergi artışı nedeniyle kimilerinin vatandaşlıktan çıkması bile yadırganmamaktadır. Mesela geçmiş yıllarda artan vergileri gerekçe göstererek Rus vatandaşlığına geçen ünlü Fransız aktör Gerard Depardieu sembol isim olmuştur. İnsanların vergi cennetleri vasıtasıyla gelirlerini ülke dışına transfer etmeleri de bu çerçevenin içerisinde gayet anlaşılabilirdir. Özellikle Amerika’da çok sayıda örneği vardır. Devletler bunları azaltmak için global çapta iş birliğine gitme gereği bile hissetmişlerdir.
Mevcut ekonomi anlayışı değerler dizisini nötrleştirmektedir. Bir başka deyişle ekonomik ilişkiler çıkara dayalı olduğundan değerlerin bu ilişkide bir karşılığı yoktur. Batı medeniyeti olmasına rağmen Avrupa Birliği ekonomik ve mali bakımdan da paylaşım ilkesini (dayanışma-hep birlikte kalkınma ilkesi) benimsemiş ve sonuç almıştır mesela… (Avrupa Birliği’nin kapitalizmle açıklanabilir olmayan bu politikası özel nedenlere dayanmaktadır). Nitekim geçmişte gelir düzeyi düşük olan Yunanistan, İrlanda, İspanya, Portekiz gibi ülkeler bu iş birliğinden faydalanmış ve yüksek gelirli ülkeler kategorisine girmişlerdir.
Sivil toplum inisiyatifi de önemlidir. Zira insan fıtratı bünyesinde ‘iyiliği’ de barındırır. Geçmiş dönemlerde bu düşünce İslam toplumunda karşılık bulmuş, kamu hizmetleri önemli ölçüde vakıflar vasıtasıyla yürütülmüştür. Hiç şüphesiz toplumsal ilişkilerin bu denli kompleks olduğu ve kamusal harcamaların olağanüstü arttığı günümüz koşullarında sadece vakıf müessesi ile bu ihtiyaçların giderilmesi mümkün olmaz. Ancak teşvik müesseseleri modernleştirerek toplumsal ihtiyaçların güçlü bir tamamlayıcı aracı haline getirilebilir.
Kapitalist sistemlerde de vakıf müessesesi karşılık bulmakta olup, vakıflar kimi zaman devlet teşvikleriyle, kimi zaman da yöneticilerin kişisel inisiyatifi ile işlevselleştirilmektedir. Her iki durum bakımından da faydalı olup, kamusal ihtiyacı karşılamada ilgililere seçenek sunmaktadır. Ama o da konjonktüreldir. Zira İslam iktisadında şartlar kötüleştiğinde; insanın ‘ihtiyaçtan fazla olanı’ tasadduk etmesi bir ilkedir (Bakara, 219). Hatta “i’sar” adı verilen müessese başkasının ihtiyacını kendi ihtiyacına tercih etmeyi salıkverir. Ama şartlar kötüleştiğinde kapitalizmin önerisi ‘stokçuluk’tur. Yani ihtikâr-karaborsa…
Kapitalizmde büyüme; kalkınma ya da gelişme anlamına gelmeyip, bu kavramlar büyümenin uzun vadeli ve daha çok kişisel ve sosyolojik tarafını ilgilendirecek şekilde evrilmesini ifade eder. Bu anlamda kalkınma ya da gelişme denilen şey, kişisel gelir artışı yanında, çeşitli alışkanlıkları da içerir ki, bu alışkanlıklar esasen batıda gelişmiş olup, kişilerin zevklerine kadar nüfuz etmiştir. Bu yönüyle de sekülerdir. Devletlerin para ve maliye politikaları esasen bu amaca matuftur ki; zorlayıcı olan bu politikaların içsel motivasyonu esas alan zekât-sadaka gibi müesseselerle yarışması imkânsızdır.
İslam iktisadı büyüme kavramına da farklı yaklaşır. Zira büyüme toplum merkezlidir. İslam iktisadındaki büyüme paydaşlara fırsat veren bir ortam sağlamayı ifade eder. Kapitalizmden farklı olarak büyüme sadece rakamlarla ifade edilen bir kavram değildir. Zira İslam iktisadının paradigması sermaye birikimi değil sermayenin hareketliliğidir. İslam toplumunda geçmişte bankaya bu yüzden ihtiyaç duyulmamıştır. Aynı durum mal, fayda, tüketim, kazanç, emek gibi kavramlar için de söz konusudur.
Kapitalizm, oluşturduğu tüketim kültürü ile insan yaşamı için vazgeçilmez kaynakları yok etmektedir. Bu durum Kur’an’da kötü insanla ilişkilendirilen pek çok ayette ‘fesat ve bozgunculuk’ ya da ‘yaratılış düzenini bozma’ olarak ifadesini bulmaktadır. Zira bu felsefe 800 milyon insanın açlıkla mücadele etmesi ya da dünya nüfusunun üçte birinin fakirlik sınırı altında yaşamasına karşı herhangi bir sorumluluk gerektirmiyor.
Kapitalizm insanın kaynakları hor kullanmasını disipline edecek müesseselere de sahip değildir. Ancak ‘sınırlı’ kabul ettiği kaynakların bir gün tükeneceğini, bu yüzden yönetilmesi gerektiği de kapitalizme dairdir. Kapitalizm bu bakımdan da tam bir paradoks içerisindedir. Zira kıt-sınırlı olan kaynakların hor değil kanaatli kullanılması gerekir. Kanaati öneren, israfı yasaklayan ise kapitalizm değil İslam’dır.
Kapitalizm faize dayalı olduğundan; faiz nedeniyle karşılığında üretimle temsil edilmeyen paranın dolaşıma girmesine zemin hazırlayarak arz-talep dengesizliği oluşturur. Tatırıma yönlendirilen kısmı da vardır. Ancak yatırıma yönlendirilen krediler önemli ölçüde sermayedarlara tahsis edildiğinden, zaten güçlü olan bu kesim daha da güçlenmekte, gelir dağılımı üzerinde negatif bir etki doğmaktadır. Böyle bir durum kapitalizmin ruhuna uygun olmakla birlikte, sermayedar kesimin sayısal olarak azlığı ve hükümetler üzerindeki etkisi, ekonomi politikalarının da gerçek kamusal ihtiyaçlara göre şekillenmesini engellemektedir devamı var)