Bir dinin hakikati teorik olarak ihtiva ettiği perspektifi kadar o dinin müntesiplerinin söylem ve icraatlarına bakarak da değerlendirilir. Meseleye böyle bakılınca, bugün müslümanların insanlığa nasıl bir dünya önerdikleri ya da gerçekten bir şey önerip önermedikleri üzerine ciddi olarak düşünmek gerekiyor.
Diğer yandan islami söylemler bize insan ve dünyaya nasıl bir bakış açısı geliştirildiğini de ele vermektedir. Tüm bunların ötesinde müslümanların icraatlarına bakıldığında acaba nasıl bir manzara çıkmaktadır? Gerçekten Müslümanlara total olarak bakarak dünyanın geleceğinde bir şey bekleyebilir miyiz?
Bu konuda ilk tartışmamız gereken problem; islami söylemin mutlak ve hakikatle olan ilişkisi ile bunlara dair gündelik hayatta ürettiği tavırlardır. Elbette bir müslüman İslam’ın “Hak” bir din olduğuna inanır ve daha da ötede İslam’ın diğer dinler arasında hakikati bozulmadan ifade eden tek din olduğu noktasında bir inanca sahiptir. Doğrusu bir dinin müntesibinin kendi inandığı dini tek hakikat olarak kabul etmesinde bir problem görmüyorum. Zira aksi tuhaf olurdu.
Peki bu inanç dünyada bizim gibi inanmayan diğer insanlarla ilişkilerimizi nasıl belirlemektedir? Tam da bu noktada tartışılması gereken üç anahtar kavram ortaya çıkmaktadır. “Mutlaklık”, “Hakikat” ve Çoğulculuk”.
İslami söylemde ortaya çıkan birinci sorun kendisini mutlak ilan ederken, bu mutlaklığın yatay düzlemde (sosyal hayatta) diğerleri üzerinde bir hegemonyaya dönüşmesidir. Bu hegemonyayı ise İslam’ın hak bir din olması ve herkesin bu hakikati kabul etmesi varsayımı üzerinden meşrulaştırmaktadır. Fakat burada sorulması gereken soru; İslam kendisine inanan insanlar için bir hakikat ve mutlaklık durumunu ifade etmektedir. İslam’a inanmayan diğer din mensupları için de hakikati kendi dinleri söylemektedir.
Bu durumda karşımızda birden fazla hakikat iddiası olan dinler ve Tanrı anlayışları bulunmaktadır. Bu durumda hangisinin hakikat olduğunu nasıl bileceğiz? Dikkat ederseniz soruyu “nasıl bileceğiz?” şeklinde düzenledim. Çünkü din ve Tanrı’ya dair tavrımız “iman” üzerinedir. Hiç kimse “Tanrı” konusunda fenomenler dünyasının olduğu kadar bilgisine sahip değildir. Yani “güneş ısı ve ışık yayar” şeklindeki bir argümanı doğrulayacak tecrübe ve bilgimiz mevcuttur. Fakat dinlerin iddia ettiği Tanrı anlayışlarını ortak insani bilgi alanında doğrulayamayız.
Fakat evrenin kudretli bir Tanrı tarafından yaratıldığına dair inanç bir makullük taşır. Bir başka deyişle, söz gelimi evrende tek bir Tanrı’nın olduğu inancı bilimsel olarak ortaya konulamasa da bu argüman akla aykırı olmadığından makullük ifade etmektedir.
İnanılan Tanrı anlayışları dinlerin kendi argümanları açısından bir geçerlilik taşıdığından ona inanan insanlar nezdinde bir hakikat ifade ederler. Buradan çıkacak sonuç ise, hiçbir din müntesibi “mutlak”lık iddia edemeyeceği gibi yatay düzlemde diğer dini inanışlar üzerinde buna bağlı olarak bir hegemonya kuramaz. Bu durumda toplumsal düzlemde bütün dinler kendi ”hakikat” iddialarını dile getirebilirler ancak gücü eline geçiren diğeri üzerinde hegemonya kurma hakkına sahip değildir.
Buradan ortaya çıkacak sonuç ise müslümanların kendisi gibi inanmayanların da yaşadığı bir yatay düzlem (toplum) fikrini benimsemeleridir. Bu durum diğer din müntesipleri için de geçerlidir. Bu aslında hakikate dair karşılıklı konuşma ve tartışma imkanlarını besleyecektir. İslami söylemin kimi zaman açık ve örtük biçimde bir diğerini ”kurtarmak” üzere mutlaklık tavrı içine girmesi bu bağlamda doğru değildir. Burada konuyla bağlantılı olarak “Tevhid” kavramından bahsetmeliyiz. Bazıları “Tevhid” kavramını her bakımdan (özellikle siyaset ve toplum düzleminde) monist yaklaşımların referansı yapmak istemektedir. Tevhid evrenin yegane referansı ve kaynağını Tanrı olarak belirlemektedir. Fakat tevhidin yatay düzlemdeki tezahürü kesrettedir.