İslam dünyasında vahiy ve akıl birlikteliğinin kaybedilerek çatışan iki kod gibi algılanması önemli bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Oysa İslam’ın ilk gününden beri vahiy ile akıl birbirini tamamlayıcı olarak görülmüş ve Kur’an’da sürekli akletmeye, fikretmeye vurgu yapılmıştır. Kadim kültürlerin düşünce ve mantık diyalektiklerini anlamak amacıyla Emevilerin son dönemleri ve Abbasiler döneminde devlet korumasında özellikle Grekçeye hâkim Asuri mütercimlere yaptırılan Aristo başta olmak üzere kadim Helen filozoflarının eserlerinin Arapça’ya çeviri faaliyetleri ile yeni bir medeniyet tasavvuru geliştirilmiştir. Bu tercümeler zaman içinde İslam inancında varlık telakkisinden reel dünyadaki sorunların çözüm anlayışlarına kadar bir dizi hususun bağlantısını tespit ederek modelleme yapan Farabi, İbni Sina, Kindi ve İbni Rüşd gibi filozofların yetişmesine ve Asya’dan Avrupa’ya yayılan İslam medeniyetinin inşasına zemin hazırlamıştır. İslam medeniyeti 9. ve 13. yüzyıllar arasında biri Bağdat’ta kurulan “Beyt-ül Hikme” üzerinden Orta Asya’ya, diğeri İspanya-Endülüs üzerinden Avrupa’ya olmak üzere birbiriyle bağlantılı iki önemli epistemik çıkış yapmıştır. Bilim, insanlığın ortak mirası olarak nesilden nesile aktarılırken İslam dünyasındaki bu dönüşüm ve gelişmeler, İbni Meymun ile Yahudi ve Saint Thomas ile Hristiyan epistemolojisinin oluşumuna da öncülük etmiştir. Bu çalışmalar, aynı zamanda İslam Medeniyeti altın çağını yaşarken Orta Çağın karanlığında hapsolan Batı’nın aydınlanma sürecine de fikri zemin hazırlayarak özellikle Avrupa’yı harekete geçirmiştir. Tüm bunlar olurken İslam Medeniyeti vahiy ve akıl arasındaki ilişkiyi iyi belirlemiş ve birbirinin tamamlayıcısı olarak modellemiştir. Bir taraftan ilmi çalışmalarla insanlığa ufuk açarken diğer taraftan da toplumların geleceğine yönelik herkes için adalet anlayışını ve ahlakilik ilkesini yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Her çıkışın bir inişi olduğu gibi İslam medeniyetinin hızlı yükselişinin de bir plato noktası ve ardından çöküşü başlamıştır. Bu çöküşün nedeni olarak birçok sebep sayılabilir ancak sorgulamayı bırakıp katı nakilcilik ve şerh kültürüne hapsolmanın sonucu olarak erdemli ve ahlaklı insan olma felsefesinin kaybıyla adalet anlayışının yitirilmesi dikkat çeken bir durumdur. İslam’ın özünde yer alan erdemli ve ahlaklı insan olma ilkesinden uzaklaşarak şekilciliğe yönelme ve dini araçsallaştırma İslam dünyasında güven erozyonuna yol açmıştır.
İslam dünyası durağan bir dönem yaşarken Batı dünyası 1648’de Vestfalya anlaşmasıyla aralarındaki çatışmalara son vermiş, aydınlanma sürecine girmiş, bilim insanlarının önünü açmış ve sanayi devrimiyle yeni bir döneme girmiştir. Yaklaşık her beş yüzyılda bir hakimiyet Doğu ve Batı arasında değişim gösterdiğinden Batı’nın yükselişine paralel Doğu’nun çöküşü başlamıştır. Çöküşten kurtulmak için Batı’nın aydınlanmacı ve seküler uygarlık inşasını Doğu toplumlarına da adapte etme serüveni başlamış ve gerilemedeki temel sorunun din olduğu algısı yerleştirilmeye çalışılmıştır. Batı’da gerilemenin sebebi Kilise’nin bilim insanları ve sorgulayanlar üzerindeki baskısı olduğu için Protestan hareketlerle adım adım Kilise’nin baskısı kalkınca bilim ve akıl özgürleşmiş ve yeni keşiflerle Batı için yeni ufuklar açılmıştır. Oysa Endülüs başta olmak üzere İslam Medeniyetinin kuruluş ve gelişimi sorgulayan ilim insanları ve onların önünü açıp destek veren yöneticilerle başarılmıştır. İslam dünyası ilim/bilim alanındaki üstünlüğünü kaybedince ahlaki erozyona uğramış, neticesinde adalet anlayışını kaybetmiş ve sosyokültürel bir karmaşaya sürüklenmiştir.
Aklı kullanmayı önemseyen ve kesin nasslar dışında zamanın ilcaatına göre yapılan içtihatlarla İslam dinamizmini harekete geçirip çağın sorunlarına çözüm üreten bir anlayıştan dini korumak adına içtihat kapısını tamamen kapatan, şerh kültürünün ötesine geçemeyen, dini klasik fıkıh kitaplarının sayfalarına hapseden ve çağdaş sorunlara çözüm üretemez hale getirip taassup ve cehaleti hakim kılan anlayışa nasıl gelindiği iyi sorgulanmalıdır.
Günümüzde İslam dünyasında niçin evrensel bir ahlak anlayışı üretilemediği, ahlaki erozyonun neden durdurulamadığı ve neden ahlaki açıdan güçlü ve sorumluluk sahibi bireyler yetiştirilemediği önemli tartışma konularından biridir. Her ne kadar kabul edilmek istenmese de Müslümanların sözüne ve ticaretine güvenilmez oldukları yaftası karşımızda durmaktadır. Madem uzun zamandır erdemli ve ahlaklı bir toplum oluşturulamıyor o zaman Müslüman toplumların klasik ahlak anlayışını, vicdan ve değerler eğitimini öncelikli olarak güncellemeleri gerekmektedir. Ahlak ve değerler eğitimi ile donatılmış sağlam bir eğitim modeli geliştirilemediği takdirde Müslümanlık şekilden ibaret bir kültüre dönüşme tehdidiyle karşı karşıya kalmaktadır. Kendi toplumunun iç barışını ve ahlaki normlarını sağlayıp güvenilir bir insan modeli oluşturamayan bir din, başkalarına nasıl umut ve gelecek vadedebilir? Geçmişte yabancı bir beldeye gidenlere siz kimsiniz diyenlere “biz Müslümanlarız” denildiğinde büyük bir kabul görürken; günümüzde tam tersi bir muamelenin oluşması hem dikkat çekici hem de üzücüdür. Peygamberimizin (a.s.) gönderiliş gayelerinin başında güzel ahlakı tamamlamak gelmektedir. Sözü ve özüyle güzel bir ahlak ile bezenmemiş dindarlığın bireye/topluma faydası olmadığı gibi aksine topluma ve dinin bizzat kendisine zarar vermektedir. Koyu bir dindarlığın temelinde güzel ahlak felsefesi yatmadıkça ve bu da dışarıya aksetmedikçe sonuç taassubu ve din istismarını doğuracaktır.
Modern dönemin bir gereği olarak kırsaldan göçlerle hızlı şehirleşme aynı zamanda sosyokültürel yapı ve inanç bağlılıklarını da şekillendirmiştir. Bir yandan şehirlerin bu hızlı ve yoğun göçe hazırlıklı olmaması beraberinde kaosu getirirken diğer yandan da siyasal İslam’ın güçlenmesine ve seçmen temsiliyeti açısından uzun yıllar hakimiyeti elinde bulunduran seküler kesimlerin iktidar alanlarının kaybedilmesine yol açmıştır. Kırsaldan göç edenlerle birlikte gelenek ve dini simgelerin toplumsal görünürlüğü de belirginleşmiştir. Bu dönemlerde Müslüman dünyası ile eş zamanlı olarak Türkiye’de de siyasal İslamcı partiler seçimlerde yükseliş göstermişler ve bir süre sonra iktidara gelmişlerdir. Ancak bu süreçte ekonomik, siyasal temsiliyet ve kamusal alanda görünürlük açısından büyük avantajlar elde edilmesine rağmen eğitim, kültür, etik değerler ve ahlak yönüyle pozitif bir değer oluşturulamadığı gibi hukuksuzluk ve yolsuzluğun önlenememesi, toplumun önündeki bürokrat ve siyasilerin yanlış işlerle anılması, siyasal İslamcı partilere yönelik umutların kaybedilmesine yol açmıştır. Toplumda ahlaki bir dönüşüm ve ilerleme oluşturma vaadiyle gelenler, toplumsal ahlaki dejenerasyona engel olamadıkları gibi derinleşmesine yol açtıkları yönünde suçlanmışlardır. İslam dünyasının çağımızda kendi çocuklarını bile ikna edebilecek bir ahlak felsefesi üretememesi ve bilgi birikimi oluşturamaması önemli bir sosyolojik sorun olarak Müslüman dünyanın önünde durmaktadır.
Eminlik vasfıyla düşmanına bile kendisini kabul ettiren bir peygamberin ümmetinin ilk kuşakları ticaret için gittikleri Uzak Doğu’da dürüstlük ve ticaret ahlakları ile takdir toplayıp büyük topluluklar halinde İslam’a girişlere vesile olurken günümüzde ticaret başta olmak üzere evrensel ilkeler ve ahlak kuralları açısından kötü örnek olarak gösterilmektedirler. Bir yandan eylem ve söylem tutarlılığı ile İslam’ı yüceltenlerin yanı sıra diğer yandan dini istismar eden sahte şeyhlerin, şarlatan hocaların, ahlaksızlığı şiar edinmiş sözde din adamlarının, dini istismar eden siyasilerin, kendilerini mutlak otorite ve dinin sahibi zanneden cemaat ve tarikatların, Müslüman kardeşini aldatmaktan, yalan söylemekten, can ve malına kastetmekten, emanete ihanet etmekten çekinmeyen sözde Müslümanların nasıl böylesine pervasızlaşabildiklerini öz suçlamaya savrulmadan öz eleştiriye tabi tutmak gerekir. Tarık Ramadan, Müslümanların yaşadıkları toplumsal ve ahlaki problemlerin farkında olması gerektiğine, Müslüman camianın çok ciddi, kompleks, yapısal ve ahlaki çıkmazları olduğuna, bunların sadece Kur’an ve sünnete referansla çözülemeyeceğine vurgu yaparken realiteyi doğru okumanın bu problemlerin çözümü için şart olduğunu ancak günümüz itibariyle Müslümanların kendi değer ve prensiplerine sahip çıkmaktan çok uzak olduklarını belirtmiştir. Yine Ramadan “nas”la birlikte vakıanın da doğru okunarak yorumlanmasının doğru ve kalıcı çözüm için şart olduğunu ve Müslümanların kendi eksiklik ve çıkmazlarını tespit etmelerinin atılacak ilk adım olması gerektiğini vurgulamıştır.
Sürekli Batı’yı suçlayarak kendisini sorumluluktan kurtarma konforunu yaşayan Müslümanların şu sorular üzerinde düşünerek öz eleştiri yapması İslam dünyasının geleceği açısından önem arz etmektedir.
“Batı, Müslümanların birbirlerini aldatmaları, can ve mallarına göz dikmeleri için baskı mı uyguluyor? “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayetine muhatap olan Müslümanlara Batı zorla yalan mı söylettiriyor? Toplumsal hayat ve şehirleşmede böylesine kaotik ve hijyenik olmayan ortamları Batı mı oluşturuyor? Hak ihlallerini, adaletsizlikleri, liyakat ve ehliyetin rafa kaldırılmasını, rüşvet ve yolsuzluğu Batı mı dayatıyor? Neden Batı, İslam’ın evrensel ahlaki normlarını uygularken İslam dünyası tersini yapıyor? Doğuda İslam güneşi parlarken Orta Çağın karanlığında yaşayan Batı ile nasıl yer değiştirdik? Cehalet ve taassuba savaş açan bir dinin inananları nasıl oluyor da böylesine taassup ve cehalet karanlığına mahkûm oluyor? Konjonktürel katı gelenekler bağlamında aile içi şiddet ve işlenen töre cinayetleri dinin hangi emir ve telakkisi ile meşrulaştırılıyor? İkisi hariç petrol ihraç eden ülkeler (OPEC) tamamen Müslüman nüfus çoğunluğu olan ülkelerden oluşurken neden çoğu İslam ülkesinde yoksulluk ve sefalet hakim? Gelir düzeyi açısından böylesine büyük uçurumlar olan, yoksulun açlıktan zenginin israftan karın ağrısı çektiği kırılgan İslam toplumlarının mimarları Müslümanlar değil mi? Neden göçmenler İslam ülkelerine değil de Batı’ya gitmek için canlarını hiçe sayıyorlar? Neden İslam coğrafyası güvenlik sorunlu bölge olarak görülüyor? “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim”[1] diyen bir peygamberin inananları nasıl böylesine ahlaki bir yozlaşma gösteriyor? Neden İslam coğrafyasında Müslümanlar başta olmak üzere insanlık vahşet ve kan deryasında boğuluyor? Yaklaşık iki milyar Müslüman neden böylesine paramparça?”
İslam dünyasında özellikle nepotizm ve kayırmacılığın toplum tarafından kanıksanır hale gelmesi, liyakat ve ehliyetin anakronik kavramlara dönüşmesi, vicdan terazisinin bozulması ve adalet anlayışının erozyona uğraması neredeyse kurumsal bir kimliğe bürünmüştür. Bu yüzden öncelikle bu duruma dur demesi gerekenler yeni neslin yetiştirilmesi ve şekillendirilmesi sorumluluğunu üstlenen eğitimcilerdir. Ancak üniversitelerimizin ve akademik camiamızın durumu bu konuda pek iç açıcı görünmemektedir. Özgür, sorgulayıcı, feraset sahibi, sadakat yerine liyakati önceleyen, kendi menfaatine ters olsa da adaletten ayrılmayan, başkalarının sırtına basarak değil birbirine omuz vererek yükselen, öncelikle iyi, dürüst ve ahlaklı bir insan olmayı hedefleyen bilim insanlarının sayılarının arttığı bir bilim dünyası hem toplumu hem de gelecek nesilleri güzel ahlaklı ve adaletli olmaya yöneltecektir.
[1] İbni Hanbel, II, s.381