Hadis ilminde “sened” ve “metin” çok önemli iki kavramdır. İsnad denildiğinde hadislerin başındaki râvî silsilesini gösteren isimlerden oluşan zincir akla gelir. Buna sened de denir. Herhangi bir hadisin ilk kaynağından hadis kitabına girinceye kadar kimler tarafından nakledildiğini gösteren bu zincir hadisin dayanakları ve doğruluğunun belgeleri niteliğindedir. Yani; hadis havada ve boşlukta değil bu zincirle ilk kaynağı Hz. Muhammed’e bağlanmakta/dayandırılmaktadır. Bir başka ifadeyle sened bir nevi “dipnot” mesabesindedir.
Bu isnadlar hadisin sağlam bir zemine oturduğunun göstergesidir. İsnadlar, hadis tarihine ışık tutar, önemli bir belge ve bilgi kaynağıdır. İsnadlar incelenerek râvîlerin güvenilir olup olmadıkları tespit edilir; râvî ile hocası arasında bir ilişki olup olmadığı ortaya konulur. İsnadlar arada râvî isminin düşüp düşmediğini, kopukluk olup olmadığını belirlemeye yarar. (1)
Metin ise Hz. Peygamber’in söylediği kısım, yani muhtevadır/içeriktir. Dolayısıyla bir hadisin Hz. Peygamber’e ait olup olmadığını araştıran hadis tenkitçisi, haberi verenin haber verdiği olaya tanık olup olmadığına, doğru algılama konusunda bir engelinin bulunup bulunmadığına, haberi doğru olarak aktarmasını engelleyecek herhangi bir neden, engel ya da kusurunun bulunup bulunmadığına bakar. Haberi başka kaynaklarla te’yid ve te’kid eder. Gerekli karşılaştırmaları yapar ve haberin içeriğini inceler.
Haberin içeriğini incelerken her bir hadisi akıl, Kur’an, İslam dininin genel ilke ve esasları, İslam âlimlerinin icma’ı, Hz. Peygamber’in yaygın ve meşhur sünneti, kesin bilimsel veriler, kesin tarihi gerçekler ve çok sayıda kişiyi ilgilendiren bir konuda sadece bir kişinin rivâyet etmesi ve benzeri yönleriyle inceler. (2)
Bu bakımdan bir hadis münekkidi, müellifi ne kadar meşhur olursa olsun, fıkıh, tasavvuf, tefsir, kelam, tarih, ahlâk vb. ilim dallarında yazılmış kitaplarda yer alan hadislere “senedleri açıklanmadığı veya kaynakları gösterilmediği sürece” sahih hadis gözüyle bakmaz/bakamaz.
Mesela Ali el-Kârî (ö. 1014/1605); “Kim ramazan ayının son cumasında daha önce geçirdiği farzlardan birini kaza ederse, yetmiş senelik kaza namazı borcunu ödemiş sayılır” sözü hakkında şunları söylemiştir: “Bu söz kesinlikle batıldır. Çünkü ibadetlerden hiçbirinin senelerce ihmal edilmiş namazların yerine geçemeyeceği hakkındaki icmaa aykırıdır. Bu sözü Nihâye ve Hidâye şarihlerinin nakletmiş olmasına itibar edilmez. Çünkü onlar hadisçi değil fıkıhçıdırlar. Zaten onlar bu sözü herhangi bir muhaddise de nispet etmemişlerdir. Ancak bu çeşit sözleri kitaplarına alanlar, onların uydurma olduğunu bile bile almış değillerdir. Aksine rivâyet edilmiş bir hadis sanarak almış olmalıdırlar. Haberlerin tenkid ve tetkiki hadisçilerin işidir. Zira her konunun mütehassısı ayrıdır. O halde hadis, hadis kitaplarında aranmalıdır.”
Bu açıklamalardan sonra şu ifade edilebilir:
Metin tenkidi İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren yapılmıştır. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Aişe, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud gibi fakih sahabîler birbirlerini “unutma, yanılma, hata etme, tereddüt, vehim, eksik işitme, eksik nakletme, yanlış yorumlama ve doğru ifade edememe” gibi hususlarda eleştirmişlerdir. Görüldüğü üzere sahâbe de zaman zaman yanılabilmiştir. Dolayısıyla bir rivâyetin Hz. Peygamber’e aidiyetini ve sıhhatini tespit için “rivâyetleri tenkit etmek” farklı bir şey, “hadis inkârcılığı” ise tamamen başka bir şeydir. (3)
“Hadis inkârcılığı” hadisleri eleme, tenkit ve ayıklama sürecinden geçirme ihtiyacı hissetmeksizin “toptan reddetmek” demektir. Haricîlerin bazı kollarının hadisleri tümüyle, Mutezile’nin bir grubunun ise haber-i vahid olan hadisleri reddettikleri bilinmektedir. Mısır ve Pakistan’daki Ehl-i Kur’an ekolünün bir kısmı da hadisleri toptan inkâr etmişlerdir. Ancak bunlar marjinal grup olarak kalmış ve insanları ikna etmeyi başaramamışlardır.
Diğer taraftan Ebû Hanife hadislerin sıhhatini tespitte Ehl-i hadisin ölçütlerini yeterli görmemiş ve ihtiyatlı davranmıştır. O râvîlerin güvenilir olmasıyla yetinmemiş rivâyetleri bir de Kur’an’a arz etmiştir. Yani Ehl-i re’y’e göre “haber-i vahid” dinin temel kaynaklarından elde edilen usullere dayanarak reddedilir. (4)
Mu’tezile haber-i vahidin sıhhatinin hem isnad hem de metin tenkidiyle belirleneceği kanaatini taşımıştır. Ancak onlar muhteva tenkidine daha fazla önem vermişlerdir. Mu’tezile akla aykırı haberin kabul edilemeyeceğini söylemiş, bir hadisin sahih kabul edilebilmesi için muhtevasının Kur’an’a, mütevatir sünnete, icmaya, sahâbe uygulamasına ve akla aykırı olmamasına, tarihi bilgi ve tecrübeye uygun olmasına, diğer rivâyetlerle çelişmemesine ve geneli ilgilendiren (umumi belvâ) konularda bulunmasına özen göstermişlerdir. Onlar maddî inkıtadan daha çok manevî inkıtaı (anlam kopukluğunu) önemsemiş ve bu konuya yoğunlaşmışlardır. (5)
Bu nedenledir ki, özellikle bir İslam âlimi/hadis araştırmacısı herhangi bir hadisi “cerh ve ta’dil kriterlerine göre” reddettiği zaman onu “hadis inkarcısı” veya “sünnet münkiri” gibi yakıştırmalarla karalamak/yaftalamak asla doğru değildir. Çünkü münekkid böyle bir hadisi reddettiğinde bu, “Hz. Peygamber’in hadisi olduğunu bile bile reddetti” anlamına gelmemektedir. Bilakis bu durum, “o İslam âliminin böyle bir hadisin Hz. Peygamber’e ait olmasını reddettiği” anlamına gelmektedir. Bu reddedilen hadis isterse geçmiş İslam âlimleri tarafından sahih olarak kabul edilsin fark etmez. O âlimin önceki İslam âlimlerinin kabul ettiği bir hadisi reddedemeyeceği şeklinde bir itirazda bulunmak da doğru değildir. O haklı gerekçelere dayanarak ve ikna edici delillerle bunu yapıyorsa mesele yoktur. Zira bir hadisin Hz. Peygamber’e aidiyetini belirleme işi tamamen ictihadî bir konudur ve bu faaliyet kıyamete kadar da devam edecektir/etmek zorundadır. (6)
Sonuç olarak “hadis tenkidi” ve “hadis inkârcılığı” ayrı ayrı şeylerdir. Hadis tenkidi hadis ilminin objektif kurallarına uygun şekilde sahanın uzmanı İslam âlimleri tarafından yapılırken “hadis inkârcılığı” ise “bilinçli İslam düşmanları veya kullanışlı cahiller” tarafından deruhte edilmektedir. Dolayısıyla ikisini birbirine karıştırarak hadis münekkidini “hadis inkârcısı” veya “Kur’ân Müslümanı/mealci” şeklinde tanıtmak ve itibarsızlaştırmaya çalışmak ciddi bir vebaldir ve kul hakkı ihlalidir. Böyle yapan kimse eğer kendine yapılan iyi niyetli uyarılara kulak tıkıyor, tüm ikazlara rağmen hakikati kabul etmeye yanaşmıyor ve ısrarla bildiğini okumaya devam ediyorsa bu adam/kadın ya cahil ya sefih ya da ahmağın tekidir. Dolayısıyla bu tiplere söylenecek söz “selam olsun!”dan başkası değildir. (7)
KAYNAKLAR
1. (Hadis Tarihi ve Usûlü, Editör: Selahattin Polat, s. 9).
2. (Ayrıntılar için bk. Hadis Tarihi ve Usûlü, Editör: Selahattin Polat, s. 29-30).
3. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Musa Bağcı, Hadis Tarihi, s. 338-362)
4. (Musa Bağcı, Hadis Tarihi, s. 392-393).
5. (Ayrıntılar için bk. Ahmet Yücel, Hadis Usûlü, s. 159-167).
6. (Ayrıntılar için bk. Musa Bağcı, Hadis Tarihi, s. 393-394)
7. (Furkân, 25/63; Kasas, 28/55)
1 yorum
Sayın Ahmet Hoca
Asırlardır Peygamberimiz Hz. Muhammed’e atfedilen sözlerin dokunulmazlığına olan yaklaşıma karşı, aklı çalıştırıcı temelli yaklaşımda olmanıza çok sevindim. Açıklamalarınız da çok yerinde olmuş. Sizi candan kutlar, daha nice kartlaşmış ön yargılara yönelik gerçek ve güzel yaklaşımlarınızı bekler, selam ve sevgilerle, sağlıklı günler dilerim.