Geleneksel din anlayışı, kısaca dini inançların sorgulanmadan, dogmatik ve kalıplaşmış biçimde kabul edilmesi anlamına gelir. Bu anlayış tarihsel olarak toplumları ortak değerler etrafında birleştirse de paradoksal bir biçimde katı ve mutlak doğrulara dayanan yorumları toplumsal ayrışmalara, çatışmalara ve hatta milli güvenlik sorunlarına yol açabilmektedir. Nitekim Türkiye gibi bazı ülkelerde “irtica” uzun süre Milli Güvenlik Kurulu tarafından bir tehdit unsuru olarak görülmüştür. Peki geleneksel din anlayışının hangi yönleri milli güvenlik açısından endişe yaratmaktadır? Öncelikle, radikal eğilimlere zemin hazırlaması, farklı inanç grupları arasında mezhepsel gerilimleri körüklemesi ve devlet kurumları içine sızarak laik hukuk düzeniyle çatışması sayılabilir. Ünlü sosyolog Max Weber’e göre “geleneksel din” modern rasyonaliteyi engelleyerek toplumların ekonomik ve sosyal gelişimini sekteye uğratmıştır; örneğin Katolik Avrupa’nın tutucu dini zihniyetinin, Protestan Avrupa’nın rasyonel ve çalışkan etik anlayışı karşısında geri kaldığını belirtmiştir. Weber bu nedenle rasyonelleşmiş dinin (akla ve etik ilkelere dayalı dini yorumların) toplumsal ilerlemeyi destekleyebileceğini vurgulamıştır. Günümüzde de pek çok ülke, din kaynaklı aşırılıkçı ideolojileri ve dogmatik dayatmaları ulusal güvenliğe tehdit olarak değerlendirmektedir. Bu yazıda, geleneksel din anlayışının devlet ve toplum güvenliğine etkileri küresel ölçekte incelenecek; farklı ülke örnekleri ışığında sorun alanları ve çözüm önerileri ele alınacaktır.
Dinin devlet güvenlik politikalarındaki yeri ülkelere göre büyük farklılık gösterir. Teokratik rejimlerde din, doğrudan devletin ideolojik temeli olup güvenlik politikalarını belirleyen başlıca unsurdur. Örneğin İran, anayasasında resmi olarak Şii İslam’ı devlet dini ilan etmiş bir ülkedir. Bu durumda milli güvenlik kavramı, rejimin dini doktrinlerini korumakla eş anlamlı hale gelebilmektedir. Ne var ki katı dini kurallar nedeniyle İran’da 2022 yılında başörtüsü zorunluluğuna karşı patlak veren kitlesel protestolar, rejim tarafından sert şiddetle bastırılmış; güvenlik güçlerinin ölümcül müdahalesi toplumsal öfkeyi daha da artırmıştır. Bu örnek, devletin din eksenli güvenlik yaklaşımının toplum kesimleriyle çatışma potansiyeline işaret etmektedir.
Buna karşılık laik devletler, güvenlik politikalarında dinin etkisini en aza indirmeye çalışırlar. Fransa gibi ülkelerde katı laiklik anlayışı, dini simgelerin kamusal alanda kullanımını dahi sınırlayarak olası toplumsal gerginliklerin önüne geçmeyi amaçlar. Türkiye de kuruluşundan itibaren laiklik ilkesini benimseyerek, devlet kurumlarında geleneksel dinî yapılarının nüfuzunu milli güvenlik meselesi saymıştır. Örneğin 1997’deki Milli Güvenlik Kurulu kararlarında “irticai faaliyetlerin” engellenmesine yönelik yaptırımlar açıklanmış, bu süreç “postmodern darbe” olarak tarihe geçmiştir. Laik düzeni koruma refleksi, özünde hukuk devletinin evrensel ilkelerini savunmak ve devlet içi paralel dini yapılanmaları önlemek amaçlıdır.
Öte yandan, resmi olarak dinî kimliğe vurgu yapan ülkeler de bulunur. Pakistan İslam Cumhuriyeti olarak İslam’ı devlet dini kabul eder ve şeriattan esinlenen bazı yasaları vardır. Ancak bu durum, laik hukuk düzeni ve azınlık haklarıyla sık sık çatışmaktadır. Pakistan’ın katı dine dayalı kanunları –özellikle blasfemi (dine hakaret) yasaları– çoğunluk dinine mensup olmayanlar için baskı aracına dönüşmüştür. Nitekim Pakistan’daki gayrimüslimler ve Şii azınlıklar, bu tür yasalardan ve toplumsal linçlerden dolayı ciddi hak ihlalleri yaşamakta; hükümet bu kesimleri korumakta yetersiz kalmaktadır. Sonuç olarak, dine dayalı söylemler Pakistan’da hukuk devletinin tarafsızlığı ilkesini zayıflatmış, toplum içinde güvensizlik yaratmıştır. Benzer şekilde Hindistan, anayasasında laik bir cumhuriyet olmasına karşın son yıllarda Hindu milliyetçiliğinin (Hindutva) yükselişiyle bir kimlik dönüşümü yaşamaktadır. İktidardaki BJP hükümeti, Hindu inancını milli kimliğin temeli sayan bir politika izleyerek fiilen Hindu çoğunlukçu bir devlet görüntüsü vermektedir. Bu yaklaşım, ülkedeki Müslüman ve Hristiyan azınlıkların dışlandığı ve hatta şiddete maruz kaldığı bir güvenlik sorunu doğurmuştur. Örneğin 2024 seçimleri öncesinde Hintli liderlerin Müslümanları “infiltratör” ilan eden nefret söylemleri yaygınlaşmış, bunun neticesinde Hristiyanlara yönelik şiddet vakaları bir yılda 413’ten 601’e fırlamıştır. Bu veriler, geleneksel din merkezli milliyetçi politikaların laiklik ve hukukun üstünlüğü ilkeleriyle çatıştığında toplumsal düzeni nasıl tehdit edebileceğini göstermektedir.
Özetle, devlet-din-güvenlik üçgeninde iki uç örnek bulunmaktadır: Bir yanda İran gibi dini yönetimler, diğer yanda Fransa gibi katı laik rejimler. Aradaki spektrumda yer alan Türkiye, Hindistan, Pakistan, Nijerya gibi ülkelerde geleneksel din anlayışları ile laik ve çoğulcu devlet ilkeleri arasında gerilimler görülmektedir. Modern devletler, bir yandan inanç özgürlüğünü sağlarken diğer yandan din kaynaklı aşırılıkları kontrol altında tutmaya yönelik denge politikaları geliştirmek zorundadır.
Geleneksel dinî yapılar (cemaatler, tarikatlar, mezhebe dayalı topluluklar), üyelerine manevi bir aidiyet ve dayanışma sunsa da aşırılıkçı ideolojilerin filizlenmesine elverişli bir zemin oluşturabilir. Özellikle eğitimin dogmatik kalıplar içinde verildiği kapalı dini kurumlar, genç zihinlerin eleştirel düşünceden uzak yetişmesine neden olarak radikalleşmeye açık hale getirmektedir. Bunun çarpıcı bir örneği Pakistan’daki medreseler deneyiminde görülür. Yüzyıllardır İslami ilim öğreten bu geleneksel okullar, özellikle 1980’lerden itibaren sayıca hızla artmış ve bazıları radikal gruplarla yakın bağlar kurarak uluslararası cihatçı ağların parçası haline gelmiştir. Yapılan araştırmalar, Pakistan’daki medreselerin yaklaşık %10-15’inin eğitim misyonundan saparak öğrencilerine nefret ideolojisi aşıladığını, masumların öldürülmesini caiz gören çarpık bir cihat anlayışı telkin ettiğini ortaya koymaktadır. Nitekim Taliban hareketi ve Afganistan’daki El Kaide kampları, bu radikalleşmiş medreselerden yetişen gençlerle beslendiği gibi, yabancı ülkelerden gelen öğrenciler de burada radikalleşip ülkelerine şiddet tohumu ekmektedir. Görüldüğü üzere, geleneksel dini eğitim yapılarına sızan aşırı ideolojiler sadece bulundukları ülkeyi değil, küresel güvenliği de tehdit eden terör ağlarını besleyebilmektedir.
Benzer şekilde, cemaat ve tarikat yapılanmalarının devlet kurumlarını etkilemesi de ciddi bir güvenlik açığı yaratır.
Geleneksel din anlayışı, sadece radikal terör örgütlerince değil, siyasi aktörler tarafından da kitleleri yönlendirmek için istismar edilebilir. Bunun bir örneği, Hindistan’da seçim kampanyalarında gördüğümüz biçimde, halkın dini hassasiyetlerine seslenerek rakiplerin “dinsizlikle” veya “yabancı dinlere hizmetle” suçlanmasıdır. Pakistan’da da benzer şekilde radikal partiler seçim meydanlarında dine sarılarak şeriat düzeni vaadiyle oy toplamaya, rakiplerini “İslam düşmanı” diye yaftalamaya çalışmaktadır. Bu tür manipülasyonlar, dini duyguları siyasi amaçlarla körükleyerek kitleleri kutuplaştırmakta ve nihayetinde demokratik düzeni ve iç barışı tehdit etmektedir.
Küresel perspektifte bakıldığında, geleneksel dinî yapılar kontrolsüz bırakıldığında radikal akımların beslendiği birer istasyon haline gelebilmektedir. Dini cemaatlerin kapalı devre eğitim ve propaganda ortamları, dış etkilere kapalı oldukları için özeleştiri mekanizması geliştiremeyebilir; bu da lider pozisyonundaki kişilerce yanlış yönlendirilmeye açık kitleler yaratır. Sonuçta, din perdesi altında işleyen şiddet yanlısı ideolojiler toplumun bir kesimini devlete veya diğer kesimlere düşman hale getirerek doğrudan milli güvenliğe meydan okur hale gelir.
Geleneksel dinî yapılar, kendi mensupları arasında güçlü bir dayanışma ve toplumsal bütünlük hissi doğurabilir; ancak bu bütünlük çoğu zaman sadece grup içiyle sınırlı kalır ve farklı inanç gruplarına karşı tahammülsüzlük şeklinde tezahür eder. Bir dini veya mezhebi “tek hakikat” olarak sunma eğilimi, diğer inanç mensupları üzerinde ciddi bir baskı ve dışlanma oluşturur. Bu durum, çok dinli veya çok mezhepli toplumlarda mezhepçilik ve kutuplaşmayı körükler. Tarihten bu yana defalarca görüldüğü gibi, din temelli kutuplaşma iç barışı zedeleyerek ülke güvenliğini tehdit eder. Örneğin Avrupa’da 16. yüzyılda yaşanan mezhep savaşları, farklı yorumlara tahammülsüzlüğün ne denli yıkıcı sonuçlar doğurabileceğinin klasik bir örneğidir. Bugün benzer bir mezhep kaynaklı gerilim coğrafyası, Ortadoğu ve Güney Asya başta olmak üzere geniş bir alana yayılmış durumdadır.
Nijerya, toplumsal uyum vs. ayrışma ikilemini çarpıcı biçimde gözler önüne seren ülkelerden biridir. Nüfusun kabaca yarısı Müslüman, yarısı Hristiyan olan bu ülke, yıllardır Hristiyan-Müslüman çatışmaları ve mezhep şiddeti ile boğuşmaktadır. 2000 yılında bazı kuzey eyaletlerinde Şeriat hukukunun uygulanmaya başlanması, güneydeki Hristiyan topluluklarca tepkiyle karşılanmış ve Kaduna gibi eyaletlerde çıkan ayaklanmalarda birkaç ay içinde 2.000 ila 5.000 arası sivil hayatını kaybetmiştir. Yine 2001 Jos ayaklanması ve 2004 Yelwa katliamı gibi olaylarda yüzlerce insan sadece farklı dinden olduğu için öldürülmüştür. Özellikle terör örgütü Boko Haram, “tek hakiki düzen şeriattır” ideolojisiyle hem devlete hem de gayrimüslimlere savaş açarak on yılı aşkın süredir ülkeyi istikrarsızlaştırmaktadır. “Batı tarzı eğitim günahtır” sloganını benimseyen Boko Haram, kiliselere, okullara, pazar yerlerine bombalı saldırılar düzenleyip binlerce can almış; yüzlerce kız çocuğunu okuldan kaçırıp köle olarak alıkoymuştur. Örgüt aynı zamanda Müslüman olup kendisine katılmayan sivilleri dahi katledecek kadar fanatik bir çizgi izlemektedir. Devletin bu teröre tepkisi ise zaman zaman orantısız şiddete dönüşmüş; güvenlik güçlerinin yüzlerce genci delil olmaksızın hapse atması gibi uygulamalar, toplumdaki Müslüman kesimde mağduriyet duygusunu besleyerek şiddet döngüsünü körüklemiştir. Sonuç olarak Nijerya deneyimi, din eksenli ayrışmaların bir ülkeyi etnik ve bölgesel hatlar boyunca paramparça edebileceğine işaret etmektedir. Binlerce insanın ölümü, on binlercesinin yer değiştirmesi, toplumda derin bir güvensizlik yaratarak milli birlik duygusunu zayıflatmıştır.
Hindistan ve Pakistan da toplumsal bütünlük yerine ayrışmanın bedelini ödeyen iki komşu ülkedir. Hindistan’da Hindu milliyetçiliğinin yükselişiyle Müslümanlar ve Hristiyanlar artan baskıyla karşı karşıyadır. Sığır eti yediği veya taşıdığı iddiasıyla linç edilen Müslümanlar, yakılan kiliseler, sosyal medyada yayılan nefret içerikleri ülkede toplum kesimleri arasındaki güveni sarsmaktadır. Resmî düzeyde sekülerlik devam etse de fiilen “Hindu olan ve olmayan” şeklinde bir ayrışma hissedilmektedir. Pakistan’da ise tam tersi bir dinamikle, İslam’ın Sünni yorumuna uymayanların ötekileştirilmesi söz konusudur. Şii camilerine bombalı saldırılar, Ahmedilere yönelik linçler, Hindu ve Hristiyan kızların zorla Müslümanlarla evlendirilmesi gibi vakalar yıllardır rapor edilmektedir. Medyada bile azınlıklara yönelik nefret söylemi yaygınlaşmış durumdadır. Bu da toplumdaki azınlık vatandaşların ikinci sınıf görülmesine ve toplumsal bütünlüğün ciddi biçimde zedelenmesine yol açmaktadır.
Toplum içinde din temelinde yaşanan bu ayrışmalar, sadece iç barışı değil milli birliği ve dayanışma ruhunu da yok eder. Herhangi bir ulusun uzun vadeli güvenliği, vatandaşlarının kendisini ortak bir kimliğin parçası hissetmesine bağlıdır. Eğer dini kimlikler milli kimliğin önüne geçer ve karşıt kamplar oluşursa, ülke içeriden zayıflar. Mezhepçilikle malul bir toplum, dış müdahalelere de açıktır – zira birlik ruhu olmadığından yabancı aktörler kolayca taraf tutup çatışmaları kızıştırabilir. Özetle, geleneksel din anlayışının “tek doğru bizde” iddiası, toplumsal uyumu desteklemek şöyle dursun, çoğulculuğu boğarak derin kamplaşmalara yol açmaktadır. Bu kamplaşmalar da milli güvenliği içeriden tehdit eden sürekli bir huzursuzluk hali yaratır.
Devletler, milli güvenlik stratejilerini geleneksel din anlayışıyla dengelemek için bütüncül ve stratejik bir yaklaşım benimsemelidir. Öncelikle, devletin ideolojik tarafsızlığı kesin olarak sağlanmalıdır. Hukuk düzeni, tüm inanç ve inançsızlıklara eşit mesafede duracak biçimde tesis edilmelidir. Bu, anayasada laiklik ilkesinin bulunması kadar, uygulamada da dinî referanslarla yasa yapmaktan kaçınılması demektir. Örneğin dine hakaret suçları gibi muğlak ve suistimale açık kanunlar yerine, her vatandaşı eşit koruyan seküler yasalar benimsenmelidir. Pakistan’a bu konuda tavsiyede bulunan uluslararası raporlar, blasfemi yasasının ya kaldırılmasını ya da reforme edilmesini önermekte; iftira ve yalan beyanlarla masumların suçlanmasının önüne geçilmesi için hukuk mekanizmalarının güçlendirilmesini salık vermektedir. Devlet kurumlarında liyakat ve tarafsızlık kriteri titizlikle uygulanarak, herhangi bir tarikat veya cemaatin örgütlenmesine müsamaha gösterilmemelidir. Türkiye örneğinde acı tecrübelerden sonra alınan önlemler, kritik kamu görevlerine alımlarda güvenlik soruşturmalarının sıkılaştırılması ve personele verilen mesleki eğitimlerde laik-hukuki değerlerin vurgulanması şeklinde olmuştur.
İkinci olarak, eğitim alanında uzun vadeli stratejiler hayati önem taşır. Dogmatizmle mücadelenin en etkili yolu, eleştirel düşünceyi ve çoğulculuğu besleyen bir eğitim sistemidir. Okullarda bilimsel metodun, analitik düşünmenin ve farklı inançlara saygının öğretilmesi gereklidir. Dini eğitim verilecekse dahi, bunun objektif ve tarihsel bir perspektifle, çağdaş değerlerle uyumlu bir içerikle sunulması önemlidir. Aksi takdirde genç nesiller ya tamamen seküler bilgiye ulaşamadan ezberci bir din eğitimiyle dünyaya hazırlanır (radikalleşme riski artar) ya da geleneksel-dogmatik anlayışa tepki olarak kültürel kopuş yaşayabilir. Her ikisi de toplumsal uyumu bozacaktır. Dolayısıyla millî eğitim müfredatı, bir yandan akıl ve bilimi merkeze koyarken diğer yandan öğrencileri din istismarcılarına karşı bilinçlendirmeli, dinin özündeki etik ve evrensel değerleri dogmalardan ayırt edebilmelerini sağlamalıdır. Bu kapsamda, bazı ülkelerin geliştirdiği karşı-radikalleşme eğitim programları incelenebilir. Örneğin Bangladeş ve Endonezya, okullarında ve camilerde ılımlı din eğitimi müfredatları uygulayarak gençleri aşırıcı propaganda tuzaklarından korumaya çalışmaktadır. Suudi Arabistan dahi son yıllarda ders kitaplarından cihat ve tekfir gibi kavramları ayıklayarak daha barışçıl yorumları öne çıkarmaya başlamıştır.
Üçüncü olarak, dini rehberlik ve sivil toplum girişimleri stratejinin bir parçası olmalıdır. Devlet, tüm inanç topluluklarını dışlamak yerine onlarla diyalog kanalları kurarak iş birliği yapabilir. Burada kritik olan, dini kurumların çağdaş bağlamda akılcı yorumları teşvik etmesini sağlamaktır. Örneğin Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı veya Malezya İslam Anlayışını Teşvik Kurumu gibi yapılar, din adamlarını modern dünyaya ilişkin konularda bilinçlendiren, şiddete varmayan yorumları destekleyen programlar uygulayabilir. Mezhepler arası ve dinler arası diyalog platformları oluşturmak da toplumsal kutuplaşmayı yumuşatacaktır. Devletin kolaylaştırıcı rolüyle, âlimler, imamlar, rahipler, dinî liderler bir araya gelerek ortak bildiriler yayımlayabilir; özellikle şiddet olayları sonrasında birlikte barış çağrıları yapmak, halka birliktelik mesajı vermek önemlidir. Nijerya’da Hristiyan ve Müslüman liderlerin ortak barış komiteleri kurması, keza Hindistan’da bazı eyaletlerde farklı din mensuplarının mahalle düzeyinde kaynaşma programları bu tür çabalara örnek verilebilir. Ayrıca medya ve sivil toplum kuruluşları da hoşgörü ve çoğulculuk iklimini güçlendirecek kampanyalar yürütmelidir. Televizyon programları, belgeseller, atölyeler ve yerel inisiyatiflerle farklı inanç gruplarının birbirini tanıması sağlanmalıdır. Toplum içinde yaygın diyalog ortamı, fanatik grupların izole kitleler bulmasını zorlaştıracaktır.
Dördüncü olarak, güvenlik ve istihbarat boyutunda dikkat edilecek hususlar vardır. Devlet, şiddete meyilli radikal grupları erken aşamada tespit edip etkisizleştirmelidir; ancak bunu yaparken geniş inanç kitlelerini hedef alıyormuş izlenimi vermekten kaçınmalıdır. Aşırı güç kullanımı veya keyfi tutuklamalar, terörle mücadeleyi zayıflatacak şekilde mağduriyet anlatılarını besleyebilir. Bunun yerine, cerrahi hassasiyetle sadece suç işleyen veya şiddete teşvik eden unsurlara odaklanmak gerekir. Güvenlik birimlerinde personelin mezhepçi yaklaşımlardan arındırılması da şarttır. Örneğin Irak ve Suriye’de orduya aşırı mezhepçi milislerin dahil edilmesinin, bu ülkelerin iç savaşlarında nasıl yıkıcı rol oynadığı görülmüştür. Profesyonel ve tarafsız güvenlik sektörü inşa etmek, uzun vadede din kaynaklı çatışmaları engellemenin temel taşlarındandır.
Son olarak, ekonomik ve sosyal politikalarla desteklenmeyen hiçbir strateji kalıcı başarıya ulaşamaz. Geleneksel din anlayışı, bazen toplumsal eşitsizliklerin ve devletin boş bıraktığı alanların doldurulmasıyla güç kazanır. Yoksul veya dışlanmış kesimler, kendilerine okul, hastane, yardımlaşma ağı sağlayan cemaatlere bağlanmaya yatkındır. Bu nedenle devlet, sosyal adaleti ve kapsayıcılığı artırarak vatandaşların temel ihtiyaçlarını karşılamalı, kimsenin radikal cemaatlere muhtaç kalmamasını sağlamalıdır. Bir bölgede devlet okulu yoksa orayı bir tarikat okulu doldurur; kamu yardımı ulaşmıyorsa bir cemaat aşevi orada nüfuz kurar. Kapsayıcı kalkınma politikaları, istismarcı yapıların zeminini daraltacaktır. Aynı şekilde adalet sistemine güven arttıkça insanlar hak aramak için gayrimeşru yollara başvurmayacaktır.
Sonuç olarak, Küresel ölçekte barış ve güvenlik, din ile devlet arasındaki ilişkinin sağlıklı biçimde düzenlenmesine yakından bağlıdır. Geleneksel din anlayışının milli güvenlik açısından yarattığı riskler, onu bütünüyle dışlayarak değil akılcı ve kapsayıcı politikalarla yönetilerek azaltılabilir. Unutulmamalıdır ki din, doğru anlaşılıp dogmatik katılıklardan arındırıldığında toplumsal bütünlüğe katkı sunabilecek bir ortak değer kaynağıdır. Nitekim Weber’in işaret ettiği gibi, rasyonel ve etik temelli bir dindarlık, toplumda çalışkanlığı, dürüstlüğü ve dayanışmayı teşvik ederek ilerlemeyi destekleyebilir. Dolayısıyla burada kritik nokta, devletin tüm inanç gruplarına eşit mesafede durup hiçbirinin ayrıcalık ya da düşmanlık görmediği bir düzen kurmasıdır. Bu düzen içinde eğitimden güvenliğe, hukuktan sosyal politikaya kadar her alanda eleştirel aklı ve hoşgörüyü besleyen adımlar atılmalıdır. Türkiye gibi laiklik deneyimine sahip ülkeler, dinin kamu hayatındaki yerini dengeleme konusunda kazanımlarını korumalı; Hindistan ve Pakistan gibi toplumlar çoğulculuk geleneklerini canlandırarak “birlik içinde çeşitlilik” ilkesine sarılmalıdır.
Son tahlilde, milli güvenlik ile dinî değerler çatışmak zorunda değildir; yeter ki devlet aklı, inancı siyasal emellere alet edenlerle samimi dindar kitleleri ayırt edebilsin ve vatandaşlarına farklı inançlarla bir arada yaşama kültürünü aşılayabilsin. Akılcı politikalar, kararlı ama adil güvenlik önlemleri ve toplumun her kesimini kucaklayan bir yönetim anlayışı sayesinde, geleneksel din anlayışının yol açtığı sorunlar minimize edilebilir. Sonuç olarak yeni yaklaşımlar, din ile devlet işlerini sağlıklı bir dengeye oturtarak ne dinin toplumu bölmesine ne de devletin dine savaş açmasına mahal vermeyen bir orta yol tesis etmeyi hedeflemelidir. Böylece inançlar, milli güvenliği tehdit eden değil; bilakis toplumsal barışı ve dayanışmayı pekiştiren yapıcı bir unsur haline gelebilecektir.
Kaynakça:
- akademikakil.com
- tr.wikipedia.org
- akademikakil.com
- en.wikipedia.org
- hrw.org
- tr.wikipedia.org
- uscirf.gov
- cato.org
- brookings.edu
- en.wikipedia.org