Eşyanın (varlığın) bilgisine ulaşmak niçin önemlidir? Çünkü varlığın bilgisi elde edildiğinde onunla sağlıklı ve doğru ilişki kurmak mümkün olacaktır. Filozofların tarih boyunca sıklıkla sordukları soru “hakikat nedir?” sorusudur. Bu soru insan zihninin varlığa dair göreliliğe düştüğünde ve dağınıklık yaşadığında tekrar baştan başlayabilmesine imkan vermektedir.
Edmund Husserl varlığın bilgisini elde etmek üzere fenomenolojik yaklaşımda “epoche” denilen bir kavram geliştirmişti. Paranteze almak anlamına gelen epoche, insanın varlıkla karşı karşıya geldiğinde onunla ilgili önyargılarını bir kenara bırakarak ya da paranteze alarak varlığa yaklaşmasını sağlamaktadır.
İnsanın bunu nasıl gerçekleştireceği sorusu bu konuda her zaman önemini ve değerini korumakla birlikte, metodolojik olarak Husserl’in fenomenojik yaklaşımından nasıl yararlanılacağı üzerine düşünmek gerekir. Burada önemli olan bu yöntemin mutlak olarak bize bir çıktı sağlayacağını düşünmemek gerekir. Fakat önerinin yöntem olarak varlıkla temas kurmada sağladığı bir fayda var mıdır buna bakmak gerekir.
Bu minvalde parantez içinde bir noktayı belirtmek gerekir. Müslümanlar Batı karşısında yenilmişlik psikolojisiyle, geçmişe ve onun birikimlerine mutlak bir güzelleme yaparlarken Batılı müktesebatı gereği gibi kritik edip değerlendirmediler. Söz gelimi; bir müslümanın en temel görevi “hakikat” arayışıdır ve onu elde ettiğini düşünüyorsa zaten bulamamış demektir. Çünkü insanın varlık (eşya) konusunda ürettikleri üzerinde sürekli düşünülmeyi ve tavzih edilmeyi gerektirmektedir.
İçinde yaşanılan hayatta müslümanlar kimi zaman mevcut “müslümanlık” profilini “hakikat”le eşitleyerek insanlar ve dünya ile yargılar üretirken, kimi zaman İslam olarak henüz ortada olmayan bir “Tanrı şehri”ne referansta bulunuyor gibiler. Bu iki tavır arasında gidip gelirken birincisine dayanarak herkesi çerçevesini çizdiği bir alana girmeye zorlamaktadır ki, bunun kimi zaman bir önyargı, tarihsellik ve sübjektif yargılar taşıdığını belirtmek lazımdır. İkincisi ise, “İslam en doğru dindir” argümanının altını sosyal gerçeklik olarak doldurmadan insanları henüz ortada olmayan “Tanrı Şehri”ne davet etmektedirler.
Müslümanlar son elli yılda “hakikat”i savunduklarında daha güçlü idiler; zira bu güçleri “hakikat”e olan referanslarından kaynaklanıyordu. Şimdi ise gücü hakikat diye savunuyorlar. Ya da “hakikat” dedikleri şey hegemonik güç enstrümanlarına dayanmaktadırlar. Tabii bu süreçte varlığın (eşyanın) hakikati ve bilgisini elde etme talebi yerine, “gücü” referans alan yeni tanımlamalar yapmaya başladılar. Bunu da ellerindekini kaybetmemek için yaptılar.
Tam da bu sebeple içinde bulunduğumuz mevcut koşullarda müslüman entelektüellerin varlık (eşya) ile yeniden bir temas kurmak ve onun bilgisini sahih bir şekilde elde etmek zarureti ortaya çıkmıştır. Bunu yaparken özellikle son dönemde biriktirdiği önyargıları kısa bir süre paranteze alarak varlığa dair yeniden bir tefekkür edilmesi zorunlu görünmektedir. Yani insan, evren, Tanrı, eşya, dünya ve bizi çevreleyen tüm varlıklara dair bir tefekkür. İşte bu tefekkürü önyargıları (yani mevcut bilgilerimizi) kenara bırakarak yapmaya çalışmak belki bir menfez açabilecektir.
Burada “din”in de bu epoche yöntemiyle kısa bir süre paranteze alınması da söz konusu mu diye sorulabilir. Aslında merak ettiğim acaba varlıkla saf bir şekilde karşı karşıya kalmaya çalışarak yaptığımız tefekkürün çıktılarıyla, “din”in bugünkü birikimleri karşılaştırıldığında nasıl bir durum ortaya çıkacaktır? Ben varlıkla ilgili tefekkürün, aslında bütün peygamberlerin insan ve dünyaya dair bize sunmaya çalıştıkları “saf din”le zıtlaşacağını düşünmüyorum. Tefekkürün ardından “din”e dair parantez açıldığında, aslında dinin bize neler vermek istediği de belki daha iyi kavranabilir.