İnsanoğlu ruh ve bedenden müteşekkil bir varlıktır. Bilinenin aksine tüm bedeni kontrol eden merkez “beyin” değil, beyindeki “beşerî ruh”tur. Yani “beşerî ruh”, çalışma mekânı olarak beyni kullanmakta ve bir orkestra şefi gibi tüm vücudu buradan yönetmektedir. Dolayısıyla özgür iradesiyle düşünen, akıl eden, sorgulayan, eleştiren, analiz yapan, hayal kuran, üretim yapan, ürettiği aletlere ve tabiattaki varlıklara isimler veren organ “beyin” veya “kalp” değil insanın canlı olmasını sağlayan, bedene hayat veren “beşerî ruh”tur. Zira beşerî ruh bedenden ayrıldığında “beyin” de “kalp” hiçbir işe yaramamakta ve tüm vücut bozulmaya, çürümeye ve toprak olmaya başlamaktadır.
Konuyu açıklamaya geçmeden evvel daha önce “Ruh Nedir” başlıklı makalemizde belirttiğimiz bazı hususları tekrarlamakta fayda mülahaza ediyoruz.
Bilindiği üzere “beşerî ruh”, “insanın bedenine hayat veren ve canlı kalmasını sağlayan”, “irade, bilinç, akıl, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutları” olan, mekân olarak beyni kullanan, Yüce Allah tarafından anne rahminde sperm ve yumurtanın birleşmesinden hemen sonra insana üflenen nefhadır. Ruh nurânî, latif ve Rabbanî bir cevherdir, insanoğlunun “hakikî varlığı” ve varlığının en temel unsurudur.
Ruh, madde içinde ama maddeden ayrı bir varlıktır. Ruh, cisim olmadığı için bozulmayan, parçalanmayan, eksilmeyen ve hayata anlam katan “can”dır. Çünkü insan, ruh ve bedenden oluşmakta ve hiçbiri tek başına insanı tanımlayamamaktadır. Ruhun dünya hayatında imtihan edilebilmesi için bir bedene ihtiyacı olduğu gibi bedenin de ruha ihtiyacı vardır.
Ruh, sadece ölümle birlikte bedenden ayrılmakta, ölüm haricinde bedenden bağımsız hareket edebilme özelliği bulunmamaktadır. Yani; sadece ölüm gerçekleştiğinde “beşerî ruh” geldiği yere geri dönmekte, (el-Bakara 2/156; el-A’râf 7/125) bu durumda beden cesede dönüşmektedir.
Kanaatimizce rüya ve aşkın dinî tecrübeler/üstün metafizik duygular esnasında bile ruhun bedenden ayrılması söz konusu değildir. Eğer öyle olsaydı beden canlılığını kaybeder ve cesede dönüşürdü. Oysa rüya esnasında bile beşerî ruh, bedendeki varlığını sürdürmekte ve görülen rüyadan “insan bedeni” etkilenmektedir. Aksi halde hoşa giden bir rüya esnasında erkek veya kadının “ihtilam olması” veyahut kâbus gören bir insanın “boncuk boncuk terleyip titremesi/korkması” izah edilemezdi.
Bu itibarla dünyada imtihan olan her insanın ruhu bu dünyadaki zaman ve mekânla sınırlıdır. Ruhun birlikte var olduğu bedeni dünyada bırakması, zamanı ve mekânı aşarak “geçmişe ya da geleceğe gitmesi” ya da bedenden ayrılarak “sağda solda dolaşması” veya öldükten sonra başka bir bedene geçmesi (tenasüh/reenkarnasyon) kesinlikle imkânsızdır. Bu tür iddialar, batıl dinlerden ödünç alınan ve İslâm’a yamanmaya/sokulmaya çalışılan yanlış, sapkın ve batıl itikatlardan/tasavvurlardan başkası değildir.
Ancak müttakî ve salih bir kulun ruhu, bedeninden ayrılmadan da “tefekkür, dua ve ibadet” esnasında “zihnen/manen” aşkın haller, yüksek manevî duygular ve farklı dinî tecrübeler yaşayabilir. Lakin bütün bu yaşadığı manevî haller sadece kendisini bağlar; bu esnada yaşadığı coşkun duyguları “kutsal gerçekler/ilahî ilhamlar/vahiy” diye anlatıp satamaz/ dayatamaz/savunamaz. Bir kısım sefihin yaptığı gibi; “Bunları ancak havassu’l-havas anlar, avam anlayamaz!” diyemez; böbürlenerek samimi mü’minleri küçümseyemez; sadece manevî kulluk tecrübesi olarak nakledebilir; Rabbe yakın olmak isteyenlerin böyle ulvî derecelere ulaşmalarının mümkün olduğunu söyleyebilir.
İşte bu nedenledir ki biz, ölüm sonrası bedenden ayrılan ve ruhlar âlemine intikal eden bir ruhun tekrar “berzah duvarını/perdesini/engelini aşarak” dünyaya gelebilmesinin asla ve kat’a mümkün olmadığına, ancak ikinci surun üfürülmesiyle bulunduğu yerden “eski veya misli bedenine” iade edilmesinin söz konusu olacağına inanıyoruz.
Zira ölen kişinin ruhu artık Yüce Allah’ın kontrolündedir (ez-Zümer 39/42) ve dünyaya geri dönmesi kesinlikle imkânsızdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, kıyamet günü ikinci surun üfürülmesiyle birlikte ruhların bedenlerle birleşeceğini (et-Tekvir 81/7), herkesin teker teker Allah’ın huzuruna çıkıp hesap vereceğini (Enâm, 6/94), sonrasında sevapları ağır gelenlerin cenneti hak edeceğini, günahları ağır basanların ise cehennemi boylayacaklarını (el-Mü’minûn 23/101-111; el-A’râf 7/8-9; el-Zilzâl 99/7-8) haber vermektedir.
Dolayısıyla “ölmüş kişilerin ruhlarının” zaman zaman dünyaya geldiği; şehitlerin, enbiyanın, evliyanın ve asfiyanın ruhaniyetinden istifade edildiği; onların ruhlarından feyz ve ilham alındığı şeklindeki iddialar/söylemler veyahut ruh çağırma seanslarıyla ruhların dünyaya gelip gittikleri şeklindeki “lakırdılar” tamamen içi boş söylemlerdir, hayal mahsulü ürünlerdir ve tamamen ciddi delillerden yoksun palavralardır. Aklı kıt insanların/aptalların/dar kafalıların inandığı mitolojik muhtevalı saçma sapan haberlerdir.
Bir başka ifadeyle bütün bunlar Câhiliye dönemi halk inanışlarının ve batıl dinlerin zırvalarının “uydurma rivayetler aracılığıyla” İslâm’a sokulması, kussâs (hikayeci vaizler) tarafından yaygın hale getirilmesi ve araştırma nedir bilmeyen “cahil din adamları/yarım hocalar/imamlar/dedeler/babalar/mollalar” (el-Maide 5/44, 63; et-Tevbe 9/34) marifetiyle sahiplenilip savunulmasından başka bir şey değildir. Beşinci ve altıncı sınıf kitaplara doldurulmuş bu tür saçmalıklara “din” diye inananlar, neye inandıklarını araştırmadan inandıkları ve savundukları için masum değil tam aksine suçludurlar. Zira Yüce Allah, herkese “kullansınlar diye” akıl gibi bir nimet bahşetmiştir.
Dolayısıyla ölülere ait ruhların birbirleriyle veyahut uykudaki dirilerin ruhlarıyla buluşması ve birbirlerinden feyz ve ilham almaları kesinlikle söz konusu değildir. “Ölen kimselerin ruhlarının birbirleriyle buluşmaları ve diledikleri gibi dolaşmalarının Allah nezdindeki derecelerinin büyüklüğüne göre olduğu iddiaları” ise tam bir İsrâiliyattır. Tahrif edilmiş dinlerden aşırılarak/çalınarak İslâm’a sokuşturulmaya çalışılan “hadis görünümlü efsanevî” haberlerdir. Kur’ân ve sahih sünnetten hiçbir sağlam dayanağı yoktur. Dolayısıyla bu bilgilerin kökenini sorgulamadan alıp nakledenler, böylece milletin din algısını kirletenler, bunlara körü körüne inananlar/savunanlar kesinlikle mesul olduklarını bilmelidir.
Diğer taraftan kıyametin kopuşu esnasında ruhlar âleminde bulunan ruhların tamamen yok olması da söz konusu değildir. Zira böyle bir durum, Yüce Allah’ın hikmet ve adaletiyle bağdaştırılamaz. Çünkü ikinci surun üfürülmesiyle bedenlerle bulaşacak ruhları o zamana kadar bulundukları yerden alıp, ortada geçerli hiçbir neden yokken imha etmek ve tekrar yaratmak abesle iştigal olarak değerlendirilebilir ki bu, Yüce Allah’ın “Hakîm sıfatıyla” bağdaştırılamaz. Bu itibarla, “kıyametin kopuşu esnasında Allah’tan başka her şeyin helak edileceği”âyetini (el-Kasas 28/88; er-Rahmân, 55/26-27) siyak ve sibakı da dikkate alarak “o an dünyada yaşayan ve henüz ölmemiş bulunan mahlukâtın ölmesi ve ruhlarının da diğer ruhların bulunduğu yere nakledilmesi” şeklinde anlamak gerekir. Ayrıca şunu da bilmek gerekir ki, “Yüce Allah’ın sonsuzluğu” ile “insanın sonsuzluğu” bir ve eşit değildir. O’nun ebediliği kendi zatına mahsustur. Yüce Allah’ın yarattıklarıyla aynı kategoride olması zaten muhaldir. Zira O’nun “benzeri gibisi bile” yoktur. O biriciktir ve tek büyüktür. İnsan ve cinlerin sonsuzluğu ise Allah Teâlâ tarafından verilen bir sonsuzluktur. Bu itibarla her iki ebediliğin birbirine karıştırılmaması ve insanların kendilerini O’nunla aynı statüde görmemeleri gerekir. Nitekim Yüce Allah, Levh-i Mahfuz’da (ana yazılım, sünnetullah/adetullah/emrullahın ilke/prensip/kurallarının kaydedildiği, “evrendeki işleyişin nasıl olacağının planlanıp programlandığı” temel veri tabanında) belirlediği sünnetinde (kendisi için koyduğu kurallarda/ölçülerde, yaptığı işlerin derunî bir anlam ve amaç taşımasında ve faydalı bir gayesinin bulunmasında) hiçbir değişiklik yapmayacağını haber vermiştir. (el-İsrâ 17/77; el-Ahzâb 33/62; el-Fetih 48/23). Dolayısıyla herkesin “haddini ve yerini” iyi bilmesi gerekmektedir.
Öte yandan ruhun -önceden değil- “anne karnında bedenle birlikte yaratılması” ve ölüm anında görevli meleklerce çıkartılıp alınması “ruhun gaybî boyutunu” yeterince kanıtlar mahiyettedir. Dolayısıyla ruhun metafizik boyutunu görmezlikten gelerek bedenle irtibatı sebebiyle “sadece beden üzerinden tahliller yapmak, ruhu inceleme dışı bırakmak” hem doğru hem de ilmî değildir. Bu konuda ısrar edildikçe insanı tanımak mümkün olmayacaktır. Bu itibarla Pozitivizmi/Materyalizmi bir inanç sistemi olarak gören, “bilim” diyerek “manevî unsurları” devre dışı bırakan ve “bilim”in gücünün arkasına saklanarak insanları susturmaya/ kandırmaya/yanıltmaya çalışan yaklaşımlar (“bilimcilik dinini” dayatanlar) hiçbir zaman insanların manevî/psikolojik sorunlarını tam anlamıyla çözememiştir/tedavi edememiştir ve bundan sonra da tedavi etmesi kesinlikle mümkün olamayacaktır.
Ruhun nasıl bir varlık olduğunu daha iyi anlamak için şu misali verebiliriz: Nasıl makinaya enerji verilince makine harekete geçer, kendisi için belirlenen programa uygun çalışır, enerjisi kesilince çalışması durursa, ruhun bedene girmesiyle beden canlanır, ayrılmasıyla da ölüm gerçekleşir ve bedenin çalışması durur. Ruhtan başka canlılığı sağlayacak hiçbir unsur yoktur. Nitekim ruhun bedenden ayrılmasıyla ölümün gerçekleştiği herkesin malumudur.
Bununla birlikte o beşerî ruh, Yüce Allah’ın emirleri doğrultusunda hareket etmiş ve Hz. Peygamber’e ittiba etmiş bir mü’mine aitse yeniden diriliş gününde gireceği yeni veya misli bedeninde dünyada iken yaptıklarını hatırlar ve ödülünü/mükâfatını alır. Lakin o beşerî ruh, kendinde mündemiç söz konusu boyutları doğru, etkin ve yerinde kullanmamış, şeytan ve taraftarlarının izinden gitmiş, Yüce Allah’ın emir ve yasaklarını umursamamışsa yaptıklarının sorumlusu olur, yeniden diriliş gününde gireceği misli bedende dünyada iken yaptıklarını hatırlar ve bunların cezasını cehennemde çeker.
Öte yandan ruh bedene ait bir araz (varlığın özüne iliştirilen nitelik/cevhere iliştirilen sıfat) değildir. Çünkü araz sürekli yok olup yeniden yaratılır. Dolayısıyla beşerî ruh araz olsaydı insanın her an farklı bir ruha, kimlik ve kişiliğe sahip olması gerekirdi. Bu itibarla dünyada iken yaptıklarının bilincinde olan ve yapıp ettiklerinin sorumluluğunu taşıyan “beşerî ruh”tan başkası değildir. Bu beşerî ruh bakîdir, ölmesi veya yok olması söz konusu değildir. Kur’ân’da yer alan “kişinin elleri ve ayaklarının şahitlik edeceği ve yanan derilerin yenileriyle değiştirileceği şeklindeki ifadeler” (el-Fussilet 41/20-22; en-Nisâ 4/56) insanın dünyada iken yaptıklarından mutlaka sorumlu tutulacağını vurgulayan sembolik/metaforik anlatımlardır.
Bu nedenle insanoğlu ikinci sur üfürüldüğünde, yeni veya misli bedeniyle yeniden buluşturulduğunda “dünyada iken yaptıklarının farkında olan ve geçmişi hatırlayan, bu yeniden yaratılan “beden” değil, “tekrar bedenle buluşan o ölümsüz beşeri ruh”tur. Çünkü çocukluktan ölüme kadar insan bedeni sürekli değişime uğramakta ve beden yaşlanmaktadır. Ancak “benlik şuuru/bilinç” diye de adlandırılan “beşerî ruh” ise hiçbir değişikliğe uğramadan varlığını sürdürmeye devam etmekte ve tüm bilgileri boyutlarından sadece biri olan “hafızasında” depolamaktadır. Bu da insanın bedeninde “farklı bir unsurun” bulunduğunun apaçık bir delilidir ki, o da biyolojik canlılığı sağlayan ve “akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutları” olan “beşerî ruh”tan başkası değildir.
Dolayısıyla yeniden dirilme esnasında bedenlere iade edilen beşerî ruh -ister cenneti isterse de cehennemi hak etmiş olsun- yaptıklarını çok ama çok iyi hatırlayacaktır. Çünkü ölümsüz olan ve değişmeden kalan “beden/beyin/kalp” değil “ruh”tur; bu nedenle de geçmişte yaptıklarını hatırlayacak olan “beşerî ruh”tur. Nitekim insanoğluna hesap günü yaptığı ve yapması gerekirken yapmadığı şeyler haber verildiğinde bir sürü mazeretler öne sürse de kendi yaptıklarına bizzat kendisi şahitlik edecektir ki (el-Kıyâme 75/13-15), bu da ruhun “hafıza boyutunun” olduğunun ve yaptıklarını çok güzel hatırladığının en bariz delilidir.
Diğer taraftan varlıkları algılama, bilgi üretme, Allah’a inanıp itaat etme kabiliyetinin sadece insanoğlunda bulunması onu diğer canlılardan ayıran en temel özelliklerden biridir ki bu da “beşerî ruh” vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Nitekim tüm bu özellikler, insanoğluna imtihan edilmesi nedeniyle verilmiştir. Benzer şekilde kendileri için yaratılmış “paralel evrende” imtihan edilen “cinlerin de ruhları ve bedenleri vardır” ve onlar da aynı tür özelliklere sahiptir. Cinler, “bedensiz varlıklar” asla değillerdir. Yani; onların da ateşten yaratılmış bedenleriyle buluşan ruhları vardır ve bu ruh “akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutlar” içermektedir. Onlar da görevli ölüm melekleri geldiğinde ruhlarını teslim etmekte ve ateşten yaratılmış bedenleri kendi evrenlerinde kalakalmakta, ruhları ise ruhlar âlemine götürülmektedir. Bu bakımdan ikinci surun üfürülmesiyle onların da ruhları bedenleriyle birleşecek ve mahşer meydanında hak ettikleri yerde toplanacaktır. (Cinlerle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Emin Seyhan, “Envâru’l-Âşikîn’de Bulunan Bazı Hadislerin Müslümanların Dinî Anlayışlarına Etkileri Üzerine”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Erzurum, 2013, Sayı: 39, (s. 167-172).
Diğer taraftan beşerî ruh ölümsüzdür. Çünkü en yüksek iyinin/adaletin gerçekleşmesi için bu dünya hayatının süre ve koşulları hiçbir şekilde yeterli olamayacağına göre “sonsuz bir hayatın varlığı ve ruhun bu hayatta yaşamını sonsuza dek sürdüreceği fikri” kabul edilmek zorundadır; zira bu aklın ve mantığın gereğidir. Nitekim Hz. Âdem ve eşini yasak meyveden yemeye sevk eden ve kandırılmalarında en etkili olan âmil/etken hiç kuşkusuz onların “melekler gibi olma (zaman ve mekân kısıtlaması olmaksızın hareket edebilme, çok güçlü ve kuvvetli olma, hızlı bir şekilde suret/şekil değiştirebilme, dünyadaki bütün dilleri konuşabilme vs.) ve sonsuza dek yaşama” arzusudur. (el-A’râf 7/20)
Ruhun nasıl bir varlık olduğunu bir başka misalle şöyle de açıklayabiliriz: Bir insanın “beyni” bilgisayarın donanımı yani; onun manyetik parçaları ise “beşerî ruh” da onun yazılımıdır. Yani beynin çalışmasını sağlayan program “beşerî ruh”tur. Nasıl bir bilgisayarın programı olmadığında o bilgisayar hiçbir işe yaramıyorsa “beyin” de tek başına bir işe yaramaz; çünkü “beşerî ruh” olmadan “beyin/kalp” hiçbir anlam ifade etmez. Ruh, insanî niteliklerin kaynağını teşkil eder. Beden ve duyu organları ise ruhun vasıtaları konumundadır.
Nitekim insandan insana beyin nakli olabilir ancak bu nakil gerçekleştiğinde değişen hiçbir şey olmaz. Yani zeki bir insanın beyni “aptal bir insana” nakledilse o insan aptal kalmaya devam eder. Çünkü beyin, onu kullanan beşerî ruha göre şekillenir. Dolayısıyla zeki olmak isteyenin yapması gereken şey “beyin nakli olmak değil ruhunu doğru yönetmesini ve onun vasıtasıyla beynini iyi çalıştırmasını ve öğrenme kapasitesini artırmasını” bilmektir. Yani; beyin aktiviteleri üzerinde fizik ve metafizik etki yapabilme gücüne sahip şey sadece “beşerî ruh”tur. Bu nedenledir ki psikolojik hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçların etkisi kalıcı değil geçici ve sınırlıdır; bu yüzden de psikolojik hastalığı olanlar tam anlamıyla tedavi edilememektedir; kaldı ki bu ilaçların bedene yan etkileri de oldukça fazladır.
Nasıl bir yazılım korunamadığı veya doğru işletilmediğinde bilgisayarın çalışması bozuluyor ve hiçbir işe yaramıyorsa, aynı şekilde beynin çalışmasını sağlayan ruh programına da şeytan virüsünün bulaşması veya şeytanlaşmış insanların etkilerine açık hâle getirilmesi durumunda doğru çalışamaz. Dolayısıyla böyle yapan bir insan, iradesini hayır değil şer yönünde kullanır, güzel kararlar alamaz ve kendi sonunu kendisi hazırlar.
Bu bakımdan nasıl virüslerden kurtulmak için bilgisayara “virüs koruma programı” kurmak veya format atmak gerekiyorsa, şeytan virüslerinin yanlış yönlendirmelerinden kurtulmak için de “Kur’ân ve sünnetin ilkeleri ışığında düşünmek, sağlam ve sarsılmaz bir imana sahip olmak, taklidî imanı tahkikî hale getirmek, bulaşmış virüsleri güvenilir dinî bilgilerle temizlemek, her gün imanını tazelemek/güncellemek ve bu imanı salih amellerle korumak/desteklemek” şarttır.
Beynin çalışmasını sağlayan ruh programı “tabir caizse fabrika ayarlarına uygun” işletilmezse ve kulaktan dolma yalan yanlış bilgilerle, ön yargılarla, mitolojilerle ve uydurma hadislerle vesvâsi’l-hannâs’ın (İblis) yönlendirmelerine açık hâle getirilirse böyle bir insanın Rahman olan Allah’tan uzaklaşması, sanal ve sahte varlıkların (tağut) peşine takılması, onları kendine dost edinmesi, ömrünü boşa harcayarak kendine zulmetmesi ve ahiretini kaybetmesi kaçınılmazdır.
Örneğin bir insan imanını tahkikî hâle getirmemiş ve Yüce Allah’a tam anlamıyla teslim olmamışsa böyle bir kulun bunalıma/strese/depresyona girmesi ve beynin sol ön bölgesinin deforme olması söz konusu olabilir. Her ne kadar mezkûr bölge ilaçla geçici olarak tedavi edilebilse de “sahih bilgiyle desteklenmeyen ve şeytanın ayartmalarına açık hâle getirilen ruh programı” doğru işletilemediği için insan gerçek anlamda sağlığına kavuşamayacak ve asla kalp huzurunu (itminanı) yakalayamayacaktır. Her ne kadar kullanılan ilaçlar kişide geçici rahatlama sağlasa, sanal mutluluklar verse de böyle birisi gerçek anlamda itminana kavuşamayacak, her iki dünyasını da kaybedeceği o yolda ilerlemeye devam edebilecektir. Yapılması gereken, “girilen o yanlış yoldan” bir an önce dönmektir. Aksi halde geçici rahatlamalar sağlayan o ilaçların intiharları, cinnetleri ve dengesizlikleri tetiklemesi kaçınılmazdır. Çünkü beşerî ruh, ancak Allah’ın ilkeleri (Zikr) ışığında çalıştırılırsa insanı gerçek anlamda huzur ve itminana kavuşturabilir (er-Ra’d 13/28).
Diğer taraftan insanın canlı kalmasını sağlayan o beşerî ruhu “insanoğluna şah damarından daha yakın olan Yüce Allah’tan” uzaklaştırmak ve kendi yanına çekmek için uğraşan vesvâsi’l-hannâs (çok sinsi ayartıcı) vardır. Bu vesvâsi’l-hannâs iki türlüdür. Bunlardan birisiinsanın içinde, görmediği lakin sesini (savt) işittiği, bütün gücüyle ve sahte vaatlerle onu aldatmaya çalışan “şeytan/İblis” iken (el-İsra 17/64), diğeri ise insanlardan olan ve Yüce Allah’tan başka varlıklara ilahlık yakıştıran “müşrik, kâfir, atesit, deist, teist, nihilist, agnostik, satanist, münâfık, fasık, mücrim, zalim vs” kimselerdir. Nitekim imtihan maksadıyla yaratılan insanoğlu, ömrü boyunca sağlam mücadeleyle bu sinsi ayartıcıları yenmeyi ve Yüce Allah’a yakın olmayı başardığı an O’nun rızasını kazanabilir ve cenneti elde edebilir.
Çünkü dünya hayatında insanların sinsi şeytanlara kanarak kötülük yapma imkânları olmasaydı, Kur’ân’a ve Peygamber’e ittiba ederek iyilik yaptıklarında mükâfatlandırılmayı istemeye hakları olmazdı.
Dolayısıyla burada belirleyici olan kişinin kendi tercihleridir. Bu bakımdan beşerî ruhun boyutları olan “akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi” doğru bilinir ve işletilirse, bunlara virüs bulaştırılmazsa, bulaşan virüsler güvenilir ve sağlam dinî bilgilerle temizlenirse insanın güzel kararlar verebilmesi ve “düşmanları olan şeytanları” alt edebilmesi söz konusu olabilir. Zira mezkur boyutların tamamını doğru tanımak, tanımlamak, anlamak, anlamlandırmak ve hepsini yerli yerinde kullanmak gerekir.
Mesela “akıl”, “öğrenme yeteneği olan zekâ” ve “doğru düşünme melekesi olan mantık” içerir. Hem öğrenme yeteneği olan zekâsını hem de doğru düşünme melekesi olan mantığını yerinde kullanmayarak bozan/körelten/karbonlaştıran/mühürlettiren sonra hakikate karşı “kör, sağır ve dilsiz kesilen insanoğlu” (el-Bakara 2/18, 171) kendisine yazık eder. Çünkü “zekâ” ve “mantık” vahyin ışığında doğru bilgiyle ve güzel eğitimle geliştirilmezse ve sağlıklı bir şekilde çalıştırılmazsa “aklın” doğru analizler yapabilmesi ve doğru sonuçlara ulaşabilmesi imkânsız hâle gelir.
Zira insana bahşedilen akıl nimeti, farklılıklara ve benzerliklere bakarak, parçaları birleştirip ayırarak bir sonuca varır. Eğer akıl, tüm verileri sağlıklı bir şekilde toplamaz, gereği şekilde analiz etmez, konuyu tüm yönleriyle incelemez, “doğru teraziyle” tartmaz ve meseleye odaklanmazsa böyle bir akıl sahibi hiçbir zaman doğru neticelere ulaşamaz ve doğru hükümler ortaya koyamaz. Bu durumda onu sahte vaatlerle aldatmak isteyen şeytanın/şeytanlaşmış insanların oyuncağı olmaktan da kurtulamaz. Çünkü akıl bir paraşüt gibidir, açılırsa ve doğru çalıştırılırsa bir işe yarar. Nasıl paraşütü açılmayanın yere çakılıp ölmesi mukadderse aklını doğru kullanmayanın da (sağlıklı tefekkürün hakkını vermeyenin) mânen ölmesi, birileri tarafından kandırılması/kullanılması ve onların elinde oyun ve eğlence aracı olması kaçınılmazdır.
Nitekim Kur’ân, aklını kullanmayanların, köreltenlerin ve uyuşturanların üzerlerine rics’in (pisliklerin, adı duyulmamış salgın hastalıkların, acıların, streslerin, depresyonların, felaketlerin, musibetlerin vs.)yağacağını ifade etmektedir (Yûnus 10/100). Ayrıca Mahşer günü bunların; “Keşke söz dinlemiş veya aklımızı kullanmış olsaydık” (el-Mülk 67/10) mazeretlerinin/bahanelerinin onlara hiçbir faydasının olmayacağını haber vermektedir.
Aynı şekilde “şuur düzeyini artırmayan, vicdanının sesini dinlemeyip onu bastıran/kapkara hâle getiren, Yüce Allah’ın kendisine bahşettiği duygu ve sezgi gibi özelliklerini yerli yerinde kullanmayan” kimse de kendine zarar verecektir.
Bu nedenle her insanın kendi ruhunda olan bu “psikonları” (madde olmayan zihinleri, foton özellikli kütlesiz enerjileri, ışık hızından daha hızlı enerji parçacıklarını) geliştirmesi, iyi yolda kullanması ve sağlam bir iradeyle doğru kararlar alması şarttır. Aksi halde yaratılış gayesinden uzaklaşması ve şeytanların elinde oyuncak olması kaçınılmaz bir son olarak kendisini beklemektedir.
Görüldüğü üzere herkes “özgür iradesiyle aldığı kararlar ve yaptığı tercihler” sonucu geleceğini/kaderini/âkıbetini kendisi belirlemektedir. Dolayısıyla beşerî ruh, şeytan, cin, nefis, akıl, mantık, muhakeme, şuur, vicdan ve sezgi gibi kavramların ne manaya geldiğini öğrenmeyen, bu konudaki kafa karışıklıklarını gidermek için beyin fırtınası yapmayan, işin doğrusunu öğrenmek için zaman/çaba/emek harcamayan, bu dünyada niçin bulunduğunu/ hayatın anlamını sorgulamayan, hazlarının peşinde koşan, hayvanlar gibi yiyip, içen, çiftleşen ve uyuyan bir insanın Hakk’ı tanıması ve O’na yakın/vasıl olması hiçbir şekilde söz konusu değildir. Böyle birisinin gideceği yer, şeytanın ve şeytanlaşmış insanların yanıdır. Onların da taraftarlarını götürecekleri yer Kur’ân-ı Kerîm’de şimdiden haber verildiği üzere cehennemdir. (el-Bakara 2/257; en-Nisâ 4/76; İbrahim 14/22; el-Fâtır 35/6; Cin, 72/23).
Sonuç olarak, Kur’ân ve sahih sünnetin ilkeleri ışığında “ruhunda mündemiç” öğrenme kapasitelerini (zekâlarını) geliştirmeyen, doğru düşünme melekelerini (mantık kurallarını) göz ardı eden, bilinçlerini (şuurlarını) körelten, vicdanlarının sesini (rahmânî ve melekânî ses) bastıran, hafızasını lehve’l-hadisle (boş ve anlamsız malumatla) dolduran, duygularını ve sezgileriniyerinde kullanmayarak heder eden kimseler kendilerine bahşedilen tüm bu potansiyelleri verimli kullanmadıkları için başta kendilerine, daha sonra da diğer insanlara büyük zararlar verecek, ömürlerini boş şeylerle tüketecek ve ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaklardır.”
Ruhla ilgili daha önce verdiğimiz bu bilgilere ilave olarak şimdi şunları söyleyebiliriz: Düşünen, akleden, sorgulayan, eleştiren, analiz yapan, hayal kuran, üretim yapan, ürettiği aletlere ve tabiattaki tüm varlıklara/eşyaya isim koyma kabiliyetine sahip olan “beyin” veya “kalp” değil insanoğluna Allah tarafından üflenen “beşerî ruh”tur. Zira bunlar (beyin ve kalp) bilgisayarın parçaları gibidir. Yazılım programı olmadan parçalar bir anlam ifade etmez. (Bu arada günümüzde “yapay zeka” adı verilen robotlar/makinalar yazılım programları vasıtasıyla öğrense, düşünse, üretse, yarışsa veya savaşsa da bunlar neticede birer robottur ve yazılım programları değiştirildiğinde bu işleri yapamaz hâle gelirler. Kaldı ki onların ruhu olmadığı için bu dünyada imtihan edilmeleri, cennetle ödüllendirilmeleri veya cehennemle cezalandırılmaları da söz konusu değildir. Ancak insanların bu tür robotlarla da imtihan edilmeleri mümkündür. Dolayısıyla böyle bir durumda önceden gerekli tedbirleri alması ve bunlarla savaşması gereken insanoğludur.
Aksi halde bu yapay insansı robotların (android) zalimler tarafından ele geçirilmeleri durumunda hadlerini aşarak insanlara saldırmaları/zarar vermeleri kaçınılmaz olabilir.)
Tekrar ifade edecek olursak “beyin” ve “kalp” vücudun iki organıdır. Tıpkı onlar da diğer tüm organlar gibi “beşerî ruhun vasıtaları” konumundadır. Yani; “beşerî ruh”un çalışma odası “beyin”dir. Burada alınan kararları uygulayanlar ise bedenin diğer tüm organlarıdır.
Örneğin göz, beynin uzantısı ve dış dünyaya açılan bir penceresidir. Kulak, dil, burun ve el gibi diğer duyu organları da “beynin” değil “beşerî ruhun” talimatlarına göre hareket eden, veri toplayan, ruhun karar almasına veya aldığı kararları uygulamasına yardımcı olan aletlerdir/cihazlardır/enstrümanlardır.
Mesela “beşerî ruh”, göz sayesinde/vasıtasıyla korku, acı, üzüntü, öfke, heyecan veya sevinç uyandıran bir durumla karşılaştığında derhal “beyni” harekete geçirir, beyin “kalbe” talimat gönderir, “kalp” de birtakım hormonlar salgılatarak vücudun içinde bulunduğu hâle uygun çalışmasını (örneğin ağlamasını, gülmesini, kendisini korumasını, daha iyi savunmasını, daha iyi koşmasını, kendisini daha iyi ifade etmesini vs.) sağlar.
Görüldüğü üzere burada kararı veren ahirette sorguya çekilecek olan “beşerî ruh”tan başkası değildir; kararı uygulayanlar ise başta “beyin” olmak üzere “kalp” ve “vücudun diğer tüm organları”dır. Dolayısıyla bu işleyiş çok iyi bilinirse birçok problemin çözüm kavuşması söz konusu olabilir.
Diğer taraftan tüm dünyada insanlar, ruhun ve beynin bu çalışma düzenini tam olarak bilmedikleri için “kalpleriyle düşündüklerini” zannetmekte, konulan bu yanlış teşhis tedaviyi güçleştirmekte, insanlar bazı psikolojik problemlere duçar olmakta ve toplumsal sıkıntılar katlanarak artmaktadır. Bu itibarla insanın vücudunda karar alıcı mekanizmanın “kalp” veya “beyin” olmadığı tam aksine “beşerî ruh” olduğu bilinir, böyle kabul edilir, doğru yöntemler geliştirilir ve uygulanırsa birçok problem rahatlıkla çözüme kavuşturulur.
Nitekim “beşerî ruh” bir şeyler düşünmeye, seyretmeye, dinlemeye veya hayal etmeye başladığında bunun etkileri günümüz teknolojisiyle insanın beyninde görüntülenebilmektedir. Ruhun çalışma odası olan “beyin” söz konusu hayale, düşünceye, dokunuşa, arzulara veya seyredilenlere uygun olarak hareketlenmeye başlamakta, kalbe birtakım sinyaller/talimatlar göndermekte, kalp da ona göre hızlanmakta/yavaşlamakta, ayrıca vücudun değişik bölgelerine gönderilen sinyaller/enzimler hormanları harekete geçirmekte, organlar uyarılmakta ve söz konusu uzuvlar da vazifelerini yapacak hâle gelmektedir.
Örneğin âşık olan birisi sevdiği kişiyi görünce “beşerî ruh”, “beyne” talimat göndermekte, “beyin” “kalbe” durumu bildirmekte ve “kalp” de daha hızlı çalışmaya başlamakta, o duygu yoğunluğuna ve heyecana paralel/uygun olarak güm güm atmaktadır. İşte insanlar böyle bir durumla karşılaştıklarında kalpte olup bitenleri hissetmekte, duyguların merkezinin “kalp” olduğunu zannetmekte ve bütün bunları “kalbin” yaptığını düşünmektedir.
Oysa öncelikle bu duyguların yaşandığı ve kararın alındığı merkez “beyin” veya “kalp” değil beyindeki “beşerî ruh”tur; bunların “hissedildiği yer kalp”tir. Yani; beşerî ruhun özgür iradesiyle aldığı kararların yansıması kalpte ve diğer tüm organlarda olmaktadır. Dolayısıyla bu gerçek göz ardı edilirse beşerî ruhu tanımak/anlamak mümkün olmayacaktır, her şeyin beyin veya kalp tarafından yapıldığı zannedilecektir.
Tekrar ifade edecek olursak,kanı pompalama veya değişik hormonları harekete geçirme görevi “kalpte” olduğu için insanlar duygularının veya düşüncelerinin merkezinin “kalp” olduğunu zannetmektedir. Oysa duygu ve düşüncenin merkezi “beşerî ruh”tur; beyin, kalp, bağırsaklar veya başka organlar değildir. “Beyin” ve “kalp” diğer organlar gibi iki mucizevi organdır. “Beşerî ruh” özellikle bu iki organı ve vücudun diğer tüm uzuvlarını kullanan ve insanın canlı kalmasını sağlayan ilahî nefhadır.
Örneğin çok korkan birinin kalbinin güm güm atması, tüylerinin diken diken, gözlerinin yerinden fırlayacak gibi olması, el ve ayaklarının tir tir titremesi, utanan birinin yüzünün kızarması, suçlu birisinin yakalanacağını anladığı an bacaklarının birbirine dolanması da böyledir. Benzer şekilde cinsel münasebet yapmak isteyen kadın ve erkeğin vücutlarının değişik hormonlar salgılaması ve bazı organların değişimler geçirmesi de aynı işleyişin tabiî bir sonucudur. İşte bu bariz fark anlaşılamadığında insanların ekserisi “beşerî ruhu”, “beyni” ve “kalbi” birbirine karıştırmakta, tüm bu faaliyetleri “beynin” veya “kalbin” gerçekleştirdiğini zannetmektedir. Oysa her insanın bilmesi gereken temel gerçek şudur:
İnsana hayat veren ve onun canlı kalmasını sağlayan “beşerî ruh” ortada olmadığı zaman beyin, kalp veya vücudun diğer tüm organlarının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü beden, “beşerî ruhu” taşıyamayacak ve talimatları yerine getiremeyecek noktaya geldiğinde (örneğin feci bir kaza sonrası ağır yaralandığında, aşırı kan kaybettiğinde, suda boğulduğunda, beyin ölümü gerçekleştiğinde, ağır hastalıklar sonucu organlar çalışmadığında vs.) hasta bilincini kaybetmekte, “beşerî ruh” bedenden ayrılmakta ve ölüm gerçekleşmektedir.
Öte yandan âyette Yüce Allah’a gönülden boyun eğenler/alçak gönüllü olanlar tanıtılırken Allah anıldığı zaman onların vücutlarında yaşanan değişime dikkat çekilmekte ve “beşerî ruhun” içinde bulunduğu “aşkın hal/duygu yoğunluğu/derin muhabbet” nedeniyle onların kalplerinin ürperdiği anlatılmaktadır (el-Enfâl 8/2; el-Hac 22/35. Ayrıca bk. el-Enbiyâ 21/28, 49). Yani; “beşerî ruh”, o aşkın duyguları yaşarken kalbe gönderdiği sinyaller sonucu kalp ürpermektedir. Bu âyette tıpkı âşık olan birisinin ruhunun kalbe gönderdiği sinyallerde olduğu gibi Yüce Allah’ı gönülden seven birisinin de Yüce Allah anıldığında aynı tepkiyi verdiği/vereceği anlatılmaktadır.
Benzer şekilde Kur’ân’ı okuyan veya dinleyenlerin âyetler arası bağlantılar kurarak onun manasına nüfuz etmeye çalıştıklarında “derilerinin ürpereceği” ifade edilirken de “beşerî ruh”un içinde bulunduğu “aşkın/müteal/ulvî hâle” dikkat çekilmektedir. (Zümer, 39/23).
Diğer taraftan Müslümanların çoğunluğu âyetlerde geçen “Öyleyse, onlar bu Kur’ân üzerinde hiç düşünmezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed 47/24) veya “…Kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen…” (el-A’râf 7/179) şeklindeki ifadelere bakarak “düşünme faaliyetinin yapıldığı merkezin “kalp” olduğunu zannetmektedir.
Oysa bu âyetlerde geçen “akleden/düşünen kalp” ifadesiyle kast edilen “kanı pompalayan kalp” değil, tam aksine her türlü kararı alan ve beyni çalışma odası olarak kullanan “beşeri ruh”tur. Nitekim İmam Azam Ebû Hanîfe, “akleden/düşünen kalbin” merkezinin/yerinin “kalp” değil -eliyle göstererek- “kafa” olduğunu söylemiştir.
Kanaatimizce Ebû Hanîfe burada “kafa” derken beyinde bulunan ve boyutlarından biri de “akıl” olan “beşerî ruhu” kast etmiştir. Nitekim Arapçada “düşünmeyi” ifade etmek üzere kullanılan “kalp” ile kast edilen, insanların ruhlarında mündemiç olan “aklı” etkin kullanmaları ve sağlıklı tefekkürün hakkını vermeleridir.
Kaldı ki dünyadaki her bir insana “düşünme merkezinin neresi olduğu” ve “aklın vücudun neresinde bulunduğu” şeklinde bir soru sorulsa, insanların çoğunluğunun hiç tereddüt etmeden gösterecekleri yer “kafaları” olacaktır. Dolayısıyla tefekkürü yapan kafatasının içindeki beyni kullanan “beşeri ruh”tur. Su, yağ, protein ve şekerden oluşan 1400/ 1300 gr ağırlığındaki “beyin”, “beşerî ruh” olmadan tek başına hiçbir anlam ifade etmez, edemez. Beyni değerli kılan orada “mukîm/oturan beşerî ruh”tur. Nitekim bir mekânın şerefi, kendinden değil orada oturan kişiden kaynaklanır. Bu bakımdan özenle yaratılmış insan beynini şerefli ve önemli kılan unsur orada “beşerî ruhun” bulunuyor olmasıdır. Aradaki bu fark doğru anlaşıldığında birçok problem çözülecek, taşlar yerli yerine oturacak, insanlar asırlardır merak ettiği birçok sorunun cevabını bulacaktır. (Biz de kırk yılı aşkın süredir bu konuda kafa yoran, dünyada ilk defa “bu özgün ve orijinal tespitleri” yapıp kayda geçiren birisi olarak “insanların duasını” ve “Rabbimizin rızasını” talep ederiz.)
Sonuç olarak, insanoğlu ruh ve bedenden müteşekkil bir varlıktır; tüm bedeni kontrol eden merkez “beyin” değil beyindeki “beşerî ruh”tur. Yani; “beşerî ruh”, çalışma mekânı olarak “beyni” kullanmakta ve bir orkestra şefi gibi bütün vücudu buradan yönetmektedir. Dolayısıyla özgür iradesiyle düşünen, akıl eden, sorgulayan, eleştiren, analiz yapan, hayal kuran, üretim yapan, ürettiği aletlere ve tabiattaki varlıklara isimler veren organ “beyin” veya “kalp” değil insanın canlı olmasını sağlayan, bedene hayat veren, Yüce Allah’ın üflediği ilahi nefha olan “beşerî ruh”tan başkası değildir.
7 yorum
Uzun yazınızı sabırla okudum, bilgilendim, teşekkür ederim, alanımdan bir katkıda bulunayım;
Hoşa giden bir rüya ihtilam nedeni değildir, ihtilam hoşa giden rüyanın nedenidir.
Bülent hocam,
Katkınız için teşekkür ederim.
Rüya veya aşkın dinî tecrübeler/üstün metafizik duygular yaşandığı esnada “beşeri ruh” bedenden ayrılmaz. Eğer öyle olsaydı beden canlılığını kaybeder ve cesede dönüşürdü. Rüya esnasında beşerî ruh, bedendeki varlığını sürdürür ve görülen rüyadan “insan bedeni” etkilenir. Bu itibarla hoşa giden rüya esnasında erkek veya kadın “ihtilam” olur. Çünkü ruh bedendedir ve hiçbir yere gitmemiştir. Kabus gören bir insan da “boncuk boncuk terler, titrer ve korkar.” Çünkü ruh bedendedir ve hiçbir yere gitmemiştir.
Dolayısıyla görülen rüyanın “mahiyetine/içeriğine” göre bir insan ihtilam olabilir veya kabus görebilir. Hoşa giden (cinsel içerikli) bir rüya ihtilam nedenidir. İhtilam (boşalma), hoşa giden rüyanın sonucudur. Korkulan bir rüya kabus nedenidir. Kabus, korkulan rüyanın sonucudur. Her ikisinin görülmesinde de etkili olan kişinin gidişatıdır/ şakilesidir/ karekteridir/ kişiliğidir.
Saygılarımla…
Allah razı olsun hocam kafamdaki birçok soruya makalenizde yanıt buldum
Allah razı olsun, emeğinize sağlık
Teşekkür ederim okuyup yorum yaptığınız için… Saygılarımla…
Ruhlarınız bedenleriniz bedenleriniz ruhlarınız dır der tasavvuf büyükleri burada beyni 6 kez saran korteks tabası bilincin yeridir 5 iç duyu ve 5 dış duyunun alış verişini korteks tabakası sağlar hipetolamus, hipofiz, epifiz bezinin bedeni yönetmelerini unutmamak lazım akıl ceberrut bedendedir determinizm olduğu yerdir cebir vardır Cebrail’in yeridir
“İnsan beden ve ruhtan oluşur” derseniz eksik bir düşünce ortaya koymuş olursunuz. Beşeri ruh akl, irade, bilinç taşıyor ve beden o olmadan canlılık gösteremiyorsa, hayvanlarda beşeri ruh olmadan canlılık gösteremez. Beşeri ruh’u bir cevher kabul edersek, “değişmez özellikler” gösterdiğini de kabul etmiş oluruz. İnsan da “plus” beşeri ruh varken, hayvanda “özellikleri”(normal) kısıtlanmış beşeri ruh olmaz. Asıl konu şu ki; insanı oluşturan yapı, beden, NEFS ve ruh’tur. Beden ve nefs’i bir arada tutan ise ruhtur. Ruh (emr’i) geri çekersen, nefs o bedende barınamaz. Ruh Tek bir yapı, O Tek yapının müdahale ettiği yapı ise çoktur. Yani nefsler çoktur. Dolayısı ile bedenler de çoktur. Uzun yazınıza karşı kısa yazmış olduk. Emeğiniz için ayrıca teşekkürler.