Aslında, hekimlik mesleğimin dışında, paramedikal sahada neşredilmiş sekizinci kitabım olan “AH BU DOKTORLAR!”, daha çok, çeşitli vesilelerle değişik yerlerde ve özellikle de 2008’den beri, Editör Sayın Dr. İbrahim Ersoy’un daveti üzerine, düzenli olarak yazmakta olduğum Medimagazin Nörofilozofi Köşemde yer alan ve daha önce okurlarımla buluşan “RABBİM BENİ DOKTORLARDAN KORU!” isimli kitabımdan sonra yayımlanan makalelerimi ihtiva etmektedir.
Kitabımıza ad olan, “AH BU DOKTORLAR!”, daha önce aynı isimle yayımlanan ve her zaman gurur duyduğum mesleğim olan “tıp doktorluğu”nu ironik olarak eleştiren bir makalemin, ileri derecede menfi-müspet anlamda tepki alması sebebi ile tercih edilmiştir.
Makalelerimin hemen hemen hepsinin temelini, hekimlik mesleği merkezli bilim, ahlak, sanat, gelenek, etik ve eleştirel aklın muvacehesindeki objektif düşüncelerim, fikir ve projelerim teşkil etmektedir. Akıldan geçenlerin aktarılmaması, paylaşılmaması veya aklın uykuya yatırılması, Aydınlanma Çağı’nın büyüleyici Filozof Ressamı Francisco de Goya y Lucientes’in ifadesi ile “Aklın uykusu canavarlar yaratır,” vecizesi hep kulağıma küpe olmuştur. Bilim adamı kimliğimden ve objektiviteden taviz vermeden, zaman zaman ironik ifadelerle de olsa, karilerimi gülümsetmeyi yeğledim. Nitekim kendisine İsrail Cumhurbaşkanlığı teklif edildiğinde, “Yapamam, çünkü objektif düşünmeye çok alıştım,” cevabını vererek bu görevi kabul etmeyen Einstein, sadece bana değil, aslında herkese kendi ufuklarınca bir ders vermişti.
Yazılarımın ilham kaynağı, özellikle doktorların ve üniversitelerin maruz kaldıkları tasvip etmediğim uygulamalar, güncel olaylar, okuduğum kitaplar, seyahatlerim ve akıl ve mantık süzgecinden geçirdiğim rüyalarımdır. Her alanda olduğu gibi, bu hususta da eşine ender rastlanan doğulu ve batılı âlim ve filozoflar, ışığım ve rehberim olmuştur.
Bazı okuyucularım tarafından eleştirilmiş olsam da, kullandığım dil hususunda kendimi asla zorlamadım. Yazılarımı yazarken aklıma, ister Osmanlı Türkçesi ister Cumhuriyet Türkçesi ve isterse ilmi bir ifade olsun, hangisi gelmiş ise o kelimeyi kullandım, asla kendimi bu dil ummanında zorlamadım, bir mecburiyet bir esaret altına sokmadım. Makalelerimde zaman zaman Osmanlı Türkçesi’nin temayüz etmesi, Hicran’ımın yanında, şimdiye kadar yayımlanmış altı Şiir-Rubai (SUZ-İ DİLARA, AŞK, VUSLAT, NEFES, HİCRAN, YA HAYY!) kitaplarımda kısmen kullanmaya ve yeniden diriltmeye çalıştığım Aruz Vezni kaideleri sebebi ile olması muhtemeldir.
Zaman zaman referans vermeyi de ihmal etmemiş olsam da, bu hususta ilmi kurallardan ziyade, okuyucularımın zihinlerinde yanlış bir algının oluşmaması için bazen kaynak göstermeyi uygun buldum. Ama genellikle de, yazılarımın sonunda mehazı belirtilerek, bir rubaimizi almayı ihmal etmedim.
Bu kitapta toplanan makalelerimin çoğu, diğer yayımlanan kitaplarımdakilerde olduğu gibi, bazı yayın organlarında, yazılarda, kitaplarda ve internet sitelerinde iktibas edilmiştir. Ancak bunların hepsine ulaşabilmem mümkün olmadığından, en azından bir liste hâlinde dahi verilememiştir.
Meftunu olduğum ve bir şeyler üretmeye çalıştığım, gerek uluslararası nöroşirürji (beyin, omurilik ve sinir cerrahisi) bilimi sahasında, gerek şiir, rubai, edebiyat, felsefe, ilahiyat-teoloji, kaligrafi, musiki alanlarında ve gerekse bu yazılarımdaki fikir ve cesur projelerimin bir kıymet-i harbiyesi varsa, bu benim çok nadir şanslı insanlardan biri olmamdan kaynaklanmaktadır. Zira, yaklaşık beş yüz yıllık bir ilmiye sınıfı geleneğine sahip ve ilmi, irfanı, kitabı, kalemi, öğrenmeyi ve öğretmeyi kendine şiar edinmiş, ömrünü ve nefesini bu hususta harcamış, başka hiçbir yola tevessül etmemiş bir soydan gelmiş olmam ve böyle fedakâr bir aile içinde yetişmem, bana da başka bir çıkar yol bırakmamıştı!
Bu çerçevede, sadece doğumumdan değil, annemin karnından itibaren, aklımı, fikrimi, san’atımı, iz’anımı, ilmimi, irfanımı, muhayyilemi ve murakabemi itina ile son nefesini verinceye kadar, elinde büyüten, ismini taşımaktan dolayı zaman zaman omuzlarımın çöktüğünü hissettiğim, bana özellikle “ELİF”i ve “VAV”ı öğreten, Dedem, Hocam, Hurşidim ve Mürşidim, Büyük Âlim, Müderris, Mutasavvıf ve Mütefekkir Merhum İsmail Hakkı Efendi’yi, Kaligrafi, Batı Klasikleri ve müsbet ilimlerde bana “CEMŞİT”lik yapan, “MİM”i ve “ELİF” gibi olmayı öğreten Müstesna Bilim Adamı, Azmin Sembolü ve Müftü, Rahmetli Babam Halit Aydın’ı ve ilerlemiş yaşına rağmen hâlâ muhakeme, zekâ ve hafızasına hayran kaldığım merhamet sembolü Annem Sabire Aydın Hanımefendi’yi zikretmek boynumun borcudur.
Şüphesiz her alanda yetişmemde emeği geçen bütün hocalarımı ve nöroşirürjide (beyin cerrahisinde) bana yepyeni bir ufuk açan, bana “Ben” olmayı öğreten, yaptıklarımın, yapacaklarımın, yazdıklarımın ve yazacaklarımın ilham kaynağı, parmak hareketlerimin hüner ve mahareti, Asrın Bilim Adamı, Ustam ve Hocam Prof. Dr. Mahmut Gazi YAŞARGİL’i, ayrıca bu mesleki tecrübe ve fırsatını bana veren tüm hastalarımı şükranla anmak, benim için mukaddes bir görevdir.
İşte, “YA HAYY!”dan “BEN”i anlatan Hicranî bir rubâi…
“BEN” DEĞİL!
(Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün)
Âh eden bülbül değil hiç Gül değil Gülşen değil.
Ben miyim bilmem ki Sen, Şems’u Kamer rûşen değil.
Her güzellik Sen’de bulmuş kendini, mağrûr, lâtîf,
Ben’de ben “BEN” görmedim, her gördüğüm “SEN”, “BEN” değil.