İnsanın varoluşu boyunca karşı karşıya kaldığı en büyük sınav, kendini neye teslim ettiğidir. Çünkü teslimiyetin yönü, yalnızca bir davranışı değil, aynı zamanda ontolojik kaderi belirler. Kur’ân, “Sakınanlar yalnızca Rablerine güvenir” (Tevbe 9:51) derken, güvenin adresini netleştirir: Güven Allah’adır. Ancak tarih boyunca insan, Allah’a duyduğu güveni Esmâ’dan türeyen kudret tezahürlerine, yani O’nun fiillerinden türetilen sembollere yönelterek Esmâ’ya tapınmanın çeşitli biçimlerini üretmiştir. Bu ayrım, hakikat ile temsil, mutlak ile gölge, tevhid ile şirk arasındaki en ince ama en ölümcül çizgidir.
Allah, Kur’an’da kendisini Esmâ’sıyla tanıtır. “En güzel isimler (Esmâu’l-hüsnâ) Allah’ındır, O’na onlarla dua edin.” (A’râf 7:180). Bu isimler, Allah’ın yaratılmışlarla ilişki kurma biçimidir; yani Esmâ, Allah’ın mutlak zatının dış dünyaya yansıyan ilişki kanallarıdır. Oysa Esmâ’yı zatın kendisiyle özdeşleştirmek, Allah’ın kudretine ulaşmak yerine, kudretin gölgesine tutunmak olur. Bu tutunuş, insanı Allah’a yaklaştırmaz; tersine, Allah’ın ardına saklanmış bir putperestliğe dönüşebilir. Allah’a güvenmek, Esmâ’nın ardındaki kaynağa yönelmektir; Esmâ’ya tapmak ise Esmâ’yı kaynak sanmaktır.
Bu fark, sadece metafizik bir ayrım değildir. Hayatın her alanına sızan, düşünce biçimlerini, ibadet anlayışlarını, hatta bilim ve siyaset tarzlarını belirleyen bir varlık tutumudur. İnsan, adalet isterken “el-Adl” ismini talep eder; fakat bu isme tapan biri, adaleti Allah’ın kendisinden değil, bir sistemin, bir ideolojinin, bir yöneticinin, bir topluluğun tekeline sokabilir. Aynı şekilde, “er-Razzâk” ismini bilir ama bu isme taparsa, rızkı Allah’tan değil, işverenden, devletten, patrondan, piyasa ekonomisinden bekler. Böylece, Esmâ Allah’a yönelten bir merdiven olmaktan çıkar; yerini alan bir sahte tanrıya dönüşür.
İşte burada felsefî düzlemde “güven” ve “tapma” kavramları keskinleşir. Güvenmek, bilinmezde bile sebat etmektir. Kaynağı görünmese bile kaynağın varlığına teslim olmaktır. Tapmak ise görünene anlam yükeleyerek onu ilahlaştırmaktır. Tapınan, kendini teslim ettiğini zannederken aslında kontrol etmeye çalışır. Çünkü tapınma, özünde güvensizliğin kurgusudur. İnsan görünene tapar çünkü görünmeyene güvenemez. Oysa Allah’a güvenen, görünene değil, görünmeyenin ardındaki mutlak ilkeye yönelir. Bu yöneliş, Esmâ’nın temsil ettiği nitelikleri Allah’a dayandırır ama asla onlarda sabitlenmez.
Burada Esmâ, hem yol hem tuzaktır. Yol olur çünkü Allah’ı tanımanın araçlarıdır. Tuzak olur çünkü temsil ettikleri kudret, zatla karıştırıldığında putlaşırlar. İblis’in Allah’ı inkâr etmemesi ama Esmâ’dan kaynaklanan “üstünlük” iddiasıyla Allah’ın emrine karşı gelmesi (A’râf 7:12), bu tapınmanın en dramatik örneğidir. O, yaratılış farklılığını (ateş/toprak) mutlaklaştırmış ve o farklılığın ardındaki emri (Allah’ın hükmünü) göz ardı etmiştir. Yani, Esmâ’dan doğan bir niteliğe (üstünlük) tapmış, Allah’a güvenmemiştir.
Bu nedenle Kur’an, sürekli “Allah’a yönelin, O’na tevekkül edin” (Âl-i İmrân 3:159, Şûrâ 42:36) der. Çünkü tevekkül, insanın Esmâsal kudretlere değil, o kudretlerin ardındaki mutlak iradeye yönelmesidir. Allah’a güvenmek, insanın kendi aklını, çabasını, planlarını iptal etmesi değil; tüm bunları Allah’a bağlayarak Esmâ’yı araç konumuna indirmesidir. Esmâ, bir geçiştir, bir rezonanstır, bir ayettir. Allah ise mutlak olandır, ezelî olandır, aşkın olandır. Güvenilecek ve yönelinecek olan yalnız O’dur.
Bugünün insanı, belki Esmâ’yı telaffuz eder ama fiiliyatta Esmâ’ya tapar. Bilgiye tapar (el-Alîm), güvenliğe tapar (el-Muheymin), sağlık sistemlerine tapar (eş-Şâfî), üretim-tüketim zincirlerine tapar (er-Razzâk), statüye tapar (el-Cebbâr). Oysa Allah’a güvenen insan, bu Esmâların hepsini geçici tecellîler olarak görür; kendisini onlara değil, onların sahibine bağlar. Esmâ’dan güç devşirmeye çalışmaz; gücünü Allah’a yönelmişliğinden alır. Tapınan, görünene sarılır. Güvenen, görünmeyeni dayanak kılar.
Bu yüzden gerçek tevhit, sadece “Allah birdir” demek değildir; sadece Allah’a güvenmektir. Esmâ’ya tapınmaktan kaçınmak, Allah’ın isimlerini mutlaklaştırmadan, onlara yaslanmadan, onların üzerinden Allah’a yönelmek demektir. O zaman insan ne ideolojiye, ne devlet gücüne, ne sistemlere, ne şahıslara kutsiyet yükler. Her birini birer geçici ayet, birer tecellî olarak görür ve yönünü asla onlara sabitlemez.
Ve nihayet bu ayrım, kaderin merkezinde yer alır: İnsan Allah’a mı güvendi, yoksa Esmâ’ya mı taptı?
Bu sorunun cevabı, insanın dünya hayatındaki istikameti kadar, ahiret yurdundaki konumunu da belirleyecek kadar belirleyicidir. Çünkü Allah’a güvenmek, O’na giden yolu açar. Esmâ’ya tapmak ise o yolu kendiliğinden örter. Ve işte hakikat ile şirk arasındaki çizgi, bu kadar ince ama bu kadar keskindir.
15