Son yıllarda üniversitelerin mezuniyet törenlerinde içerisinde farklı sözlerin aforizmatik biçimde yer aldığı pankartlarla geçişler oldukça çoğaldı. Üniversite mezuniyet törenleri bu bağlamda farklı düşünceye sahip öğrencilerin birbirleri üzerindeki egemenlik yarışına dönüşüyor görüntüsü vermektedir.
Bu pankartlardaki sözler kimi zaman kamuoyundaki olaylar ve siyasi konuşmalara bir gönderme içerirken, kimi zaman tarihsel önemli şahsiyetlerin sözlerini kimi zaman da âyetleri içermektedir. Anlaşıldığı kadarıyla bu paylaşımlar gençlerin kendi aidiyetlerini belirleme işlevi gördüğü kadar “biz buradayız” gibi bir egemenlik talebine de atıfta bulunmaktadır. Fakat bu pankartlar ve geçişlerden ziyade bunların yansımalarını ve değerlendirmelerini ele alan sosyal medya ortamları, egemenlik yarışını daha da belirgin kılan ifade ve üsluplara sahiptir. Zaten sosyal medya retoriğe boğulmuş aforizmalar geçici haline gelmiştir.
Birkaç yıldır takip ettiğim üniversite mezuniyetlerindeki bu pankart yazılarını (ve esasen kamuoyunda farklı kesimler arasındaki aforizmatik egemenlik kurma girişimleri) gördüğümden bu yana zihnimde hala felsefi düzlemde cevabını aradığım soru; “benden farklı olanla (düşünenle) hangi felsefi düzlemde ilişki geliştirmeliyim?” şeklinde düzenlenebilir. Bu soruya cevap bulunamadığı ölçüde “hak”kın değil, gücün hakimiyetinden bahsedilmeye devam edileceği açıktır.
Sosyal medyada yaklaşımları birkaç kategoride ele alabiliriz. İlk iki kategoriyi İslami tandanslı yaklaşımlara ayırabiliriz. İlkin, islami söylemin güçlenmesine paralel olarak meseleyi daha çok bir egemenlik zihni arkaplanıyla ele alanlar kendileri gibi düşünmeyenlere “lütuf”lu davrandıklarını ima etmektedirler. İkincisi, özellikle Türkiye’nin yakın geçmişinde ve bilhassa 28 Şubat sürecinde islami olana negatif tavır gösterme dönemlerinin bittiği ve kamusal hakimiyetin artık değiştiği belirtilerek “seküler” zihniyet ve eylemlerin değişerek baskın olanı kabul etmek zorundalığını ifade etmektedir. Üçüncüsü ise, herkesin farklı düşünme hakkına sahip olduğunu deklare eden islami bir tavır bulunmaktadır. Bunun tersine “seküler” olana atıflı referans ve yaşam tarzına sahip olanların da buna benzer bir kategorizasyonu yapılabilir.
Fakat tüm bu yaklaşımlarda yukarıda sormuş olduğum soru cevabını beklemeye devam etmekte ve ek olarak başka soruları da gündeme getirmektedir. Acaba tüm bu tartışmaların bir “kamusal alan” tanımı ve felsefesi bulunmakta mıdır? Farklı düşünen ile onun haklarını koruyarak bir kamusallık inşası konusunda tarafların bir felsefesi var mıdır?
Sosyal medya araçları bugün güç kazanmıştır. Bunun bir anlamı; sosyal medya ortamlarında “aforizma”lar üzerinden söz söyleme yarışının derinleşmesidir. Böylece günün sonunda retorikle galip gelme hırsının popülerliği doruk noktasına çıkmaktadır. Herkes “nasıl laf söyledik” sloganları atmakta, fakat günün sonunda hiçbir sorun halledilemeden kalındığı yerden devam edilmektedir. Aslında bir bakıma Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul”da belirttiği üzere herkes kendisindeki kusuru bir başkasında eleştirmektedir. Son elli altmış yıla bakıldığında bu bağlamda belirtilen yapısal sorunların niçin halledilemediği de anlaşılacaktır. Dolayısıyla bu mentalite ile kimse kendi dini ya da ideolojisini galip getiremeyeceğini bilmelidir.
Aynı ülke içerisinde yaşayan hem de hayatının baharında olan bu genç arkadaşlarımızın yapmaları gereken şey; birlikte insanca yaşamanın yollarını aramaktır. “Müslümanların İran’a”, koministlerin Moskova’ya” gönderilmeye çalışıldığı dilin çoktan geçmiş yüzyılda kalması gerekirken, büyük resimde hala aynı yerde patinaj yapılmaya devam edildiği ortaya çıkmaktadır.
Bu bağlamda İsmet Özel’in tabiriyle sözlerin birer “tehdit değil teklif” olarak ortaya konulması gerekmektedir. Genç arkadaşlarımız da üniversiteliliklerini daha derinden hissetmek istiyorlarsa, onlara önerim yukarıdaki soruları cevaplandırmaya çalışmalarıdır.