İspanya’ya ilk kez 2016 yılında gitmiştim. 2016 yılında Madrid’de düzenlenen uluslararası konferansta Kant’ın ahlak felsefesi üzerine bildiri sunmuş ve bildiriden sonra Madrid’i ve ertesi günde Madrid’e yaklaşık 70 km uzaklıkta olan Toledo şehrini gezmiştim. Madrid aynı Ankara gibi, yarımadanın ortasında sıradan ulusal bir başkent görünümüne sahip olduğundan bana hiç ilginç gelmemiş, tarihten getirdiği birikimle tarihi ve kültürel zenginliklere sahip olan Toledo’ya ise hayran kalmıştım. Felsefeci olarak Orta Çağ’da yaklaşık 700 yıl boyunca hüküm süren Endülüs Emevi Devleti’nin şehirlerinin adlarını sayabilsem de İber Yarımadası’nın orta yerinde böyle bir şehir olduğunu bilmiyordum. Eskiden Endülüs denilince kafamda canlanan ilk imge, İber Yarımadası’nın güney yarısında yer alan dört şehri işaret eden dört özel sembolün (geometrik daire sembolü) bulunduğu Endülüs haritasıydı. Bu dört daire sembolünden sağdaki yani doğudaki Belensiye’yi (Valensiya), aşağıdaki (güneydeki) Gırnata’yı (Granada), Granada’yı gösteren sembolün kuzeybatısındaki daire sembolü ise İşbiliye’yi yani Sevilla’yı işaret ediyordu. Endülüsler ’in Tuleytula dedikleri Toledo şehrinin ise konuma ait bilgi dâhi kafamda yoktu. Oysa Endülüslü Müslümanların Tuleytula dedikleri şehir, Kordoba ve Sevilla kadar önemli olmasa da Endülüs Emevi Devleti’nin önemli bir merkeziydi.
Günümüzde Kastilya- La- Mancha özerk bölgesinin başkenti olan Toledo şehri, Tajo Nehri’nin büklümü içinde yer aldığından neredeyse bu nehir tarafından kuşatılan ve bir tepe üzerinde kurulan bir yerleşim yeri. Öte yandan üç büyük dinin mensuplarına ev sahipliği yaptığından küçük olmasına rağmen bu şehirde çok sayıda dini mimari yapı bulunmaktadır. Toledo’da Endülüs Emevileri’ne ait en önemli dini mimari yapı Babü’l Merdum (Bib Mardom) Cami’sidir. Resimde de görüldüğü gibi bu cami, alıştığımızın dışında farklı bir üslupla inşa edilmiştir. Osmanlı mimarisinden günümüze gelenlerin etkisiyle cami denilince bizim aklımıza kubbe ve kubbenin hemen bitişiğinde kalem gibi uzanmış ince yapılı minare veya minareler gelmektedir. Endülüs Emevîlerinin dini yapıları ise başlangıcından bu yana farklı bir üslupla inşa edilmiştir. Bunun en önemli iki büyük sebebi şöyle açıklanabilir: Birincisi, Endülüsler’in en önemli yabancı esin kaynağı Vizigotik kilise inşa geleneğidir. Endülüs Emevileri’nin inşa ettiği birçok cami, Vizigotik kilise inşa geleneğinin devamı niteliğinde kemerlere sahiptir. Osmanlılar’ın yabancı esin kaynağı ise Bizans kilise inşa geleneğidir. Vizigotik ve Bizans inşa geleneği arasında ise neredeyse hiçbir benzerlik yoktur. İkinci sebep ise şöyle açıklanabilir: Osmanlılar, yüzyıllar boyunca güçlü bir otoriteye sahip olduğundan camiler uzun bir dönemde inşa edilmiş ve cami inşa edilirken minareler aynı zamanda bir sembol olarak düşünülmüştür. Ancak Endülüs Emevileri sürekli tehdit altında yaşadıklarından camiler kısa sürede inşa edilmiş, işçiliğin detaylarına itina gösterilememiştir.
Ayrıca kuzeyden gelen tehditlere karşı minareler çok amaçlı inşa edilmiştir. Minareler aynı zamanda gözetleme kuleleri olarak kullanıldığından Osmanlı minarelerinden farklı bir biçimde kalın gövdelidir.

Toledo’da gezerken gördüğümde cami olduğunu anlamamıştım. Benim cami imgelemime o kadar uzak ki ne Selçuklu ne de Osmanlı camisine benziyor. Belki ezan okunsa ancak anlayabilirdim. Zamanla merakım daha da arttı ve derslerde hayranlık duyarak anlattığım İbn Rüşd, İbn Tufeyl, İbn Bacce gibi büyük Endülüs filozoflarının yaşadıkları şehirleri, içinde namaz kıldıkları camileri nasıl bilemem? diye kendi kendime sorular sordum. En azından İbn Rüşd’ün Kurtuba Camisi’nde oğluyla namaz kıldığını, namaz kılmak için bir defasında bağnaz Müslümanlar tarafından kafirlikle itham edilerek yaka- paça dışarı çıkarıldığını, bunun İbn Rüşd için büyük bir travma olduğunu anlatmıştım. İbn Rüşd’ün evrenin ezeli olduğunu düşünmesi bazılarının hoşuna gitmemişti. Ancak derste anlatırken hayalini kurduğum caminin iç mekânının aslına hiç uygun olmadığını bilmiyordum. Bu nedenle araştırma gereği duydum ve literatürden edindiğim kaynaklarla mesai arkadaşım Prof. Dr. Hamit COŞKUN ile “Andalusian and Classical Ottoman Mosque Architecture” başlıklı bir makale kaleme aldım. Bknz: Kalem Uluslararası Eğitim ve İnsan Bilimleri Dergisi. Makale yazmak için kaynakları okuduğumda Endülüslerin en önemli iki mimari yapısı ilgimi daha çok çekti: Granada’daki El- Hamra Sarayı ve Sevilla’daki Giralda Kulesi.
Bu eserler arasında kime bir tercih imkânı verilse hemen herkes Granada’yı tercih eder. Ben de Granada’yı tercih ettim ama yaptığım küçük araştırma sonucu Granada’ya Türkiye’den doğrudan uçuş bulmanın mümkün olmadığını öğrenince günümüzdeki Endülüs özerk bölgesinin başkenti Sevilla’ya yöneldim ve bilet alma işlemlerini kısa zamanda tamamladım.
İstanbul’dan sabah saat 10.30’ta havalanan uçakla yaklaşık 4 saat 50 dakika sonra yerel saat ile14.20’de Sevilla’ya ulaştım. Uçak Sevilla semalarında iniş için alçalmaya başladığında Sevilla’nın uçsuz bucaksız bir ova olduğunu ve bu ova üzerinde yüzlerce tarımsal sulama havuzları kurulduğunu görmüştüm. Kısa süren pasaport işlemlerinden sonra havalimanından çıktığımda tam taksi tutsam mı tutmasam mı? diye düşünürken daha önce internetten bilgisini aldığım, üzerinde EA yazan bir şehir otobüsüne bindim. Gelmeden önce şehir merkezine doğru hareket ettiğini öğrendiğim ve beynime “eşit ağırlık” olarak kodladığım otobüsü görünce taksiye binmeme gerek kalmadı. Tabi ki bu sırada Selanik’teki taksicinin yıllar önce bana şehir turu artırdığını da hatırlamadım değil. Özetle Selanik’te iki anlamda da dolandırılmıştım. Otobüse binip tam internet ile uğraşırken oralarda bir yerde inmem gerektiği aklıma geldi ve apar topar otobüsten indim ve indiğimde hiç bilmediğim bir şehrin ortasında derin bir yalnızlık hissettim. Yolda nereye gideceğimi bilmeden yürürken karşılaştığım insanlara daha önce rezervasyon yaptığım otelin yerini sormaya başladım. Ben İtalyanca konuşuyorum ama İspanyolca cevap veriyorlar. Onlar da İtalyanca bilenin İspanyolca anlayacağını düşünüyorlar. Ancak sizin ana diliniz İspanyolca olduğu için İtalyanca anlıyorsunuz, ben nasıl anlayayım İspanyolca’yı. Türkçe’yi sonradan öğrenmiş biri veya çok iyi bilmeyen biri Azerice anlar mı? Benim düştüğüm durum da böyle işte, ama yine de 40 derece sıcaklıkta (Dove si trova Hotel Cervantes?) diye sora sora bir şekilde 30- 40 dakikalık yürüyüşle buldum şirin otelimi. Bir süre sonra internetim devreye girdi çok şükür. Yürüyüşün yaklaşık son 2 kilometresinde navigasyon sayesinde sokaklara yöneldim ve aşağıdaki görselde görüldüğü gibi bu dar sokaklar arasında gezerken daracık sokağın ortasında bir konuma sahip olan otelime “Daracık daracık sokaklar Sevillalı kızlar misket yuvarlar” türküsünü mırıldanarak girdim. Otele girdiğimde beni ilk karşılayan tipik esmer İspanyol bir kadın oldu. Pasaportumu uzatıp rezervasyonum olduğunu söylediğimde önce “evet, tamam” diyerek bunu teyit etmiş oldu ama hemen sonra benden kredi kartı numarası istedi. Bunun üzerine ben yine rezervasyonum var dedim. Neden kredi kartı istiyorsunuz ki? Yoksa bu vergi mi? diye sordum. Hayır dedi İspanyol Hanım. Turizm vergisi değil dedi. Öyleyse ne? dedim. Havlu mu çalacağım? dedim. Ona da hayır dedi. Belki de söylemeye niyeti yoktu, söylemek zorunda hissetti kendini. Garanti için, yani bir nevi rehin için dedi. Ben de bunu yalnız Türklere mi yapıyorsunuz? diyerek sordum. Başını salladı İspanyol. Türk olduğuma değil de Türklere karşı olan bu güvensizliğe içerlendim.

Sonra kapı kartını alıp içimi çeke çeke odaya çıktım. Odada yaklaşık yarım saat dinlendikten sonra kendimi dışarıya attım ve yön-bul sayesinde 15 dakikalık bir yürüyüşün ardından Sevilla’nın en büyük meydanlarından biri olan Plaza Nueva’ya ulaştım. Meydana ulaştığımda güneş halen yakıcıydı ve meydanda tam bir ölüm sessizliği vardı. Kilise çanlarının sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Meydanda az sayıda insanın görüşmek için değil, palmiye ve portakal ağaçlarının gölgesinde uyumak için buluştuğu belli oluyordu. Neredeyse saat 17.00’ye kadar dükkanlar bile kapalıydı. 17.00’den sonra kent yavaş yavaş uyanmaya başladı. Kafeler ve lokantalar dolmaya başladı. Portakalın ve limonun meşhur olduğu kentte masalarda en çok turuncu ve sarı bardaklar görülmeye başlandı. Ben de gezip dolaşıp yemek yedikten sonra saat 21.00 gibi otele döndüm ve otelde ertesi gün nereleri gezeceğimin planını yapmaya başladım.
Sevilla’da en çok görmek istediğim üç tarihi mekândan biri, Sevilla Katedrali’ydi. 18 Temmuz 2025 Cuma günü sabah saat 10.00 sıralarında otelden ayrıldım ve yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüşün ardından Sevilla Katedrali’ne ulaştım. Katedrale cuma günü gitmem manidar oldu ama bu bilinçle katedralin içinde dualarımı Müslümanca yaptım. Avrupa’nın en büyük katedrallerinden biri olan bu yapının kapısını görmeden önce bir insan kuyruğu ile karşılaştım. Her gün binlerce ziyaretçi ağırlayan bu katedralin Hristiyan dünyası için ne kadar önemli olduğunu ve burayı ziyaret eden Katoliklerin bir nevi hac yapmak için buraya geldiğini fark ettim. 14 Euro bilet ücreti ödedikten sonra katedrale girdim. Katedral gerçekten de hem çok büyük hem de iç mekânında bulunan resimler, heykeller ve ikonlar nedeniyle büyüleciydi. İspanyollar tarafından Catedral de Santa Maria de la Sede (Meryem Ana’nın Makamı Katedrali) adıyla anılan bu yapı, Emeviler döneminde cami olarak inşa edilmiş ve Kastilya Krallığı’nın Sevilla’yı ele geçirmesiyle gotik tarzda bir yapıya dönüştürülmüştür. İçinde onlarca şapelin bulunduğu bu katedralin tavanında altın kaplamalı sunak bulunmaktadır. Katedraldeki en etkileyici görsellerden biri de Kristof Kolomb’un mezarıdır.

Mozole şeklinde bulunan bu mezar, lahit şeklindedir. Mezar yerinde en kudretli İspanya Krallarının temsili niteliğindeki heykeller, Kolomb’un lahitini taşıyor gibi görünmektedir. Katedraldeki bu mezar, Avrupalılar için keşif çağının başlangıcını temsil etmektedir. Katedraldeki yaklaşık bir saatlik gezintimi tamamladıktan sonra arka taraftan çıktığımda ön taraftan göremediğim devasa bir kuleyle karşılaştım. İspanyolların Giralda la torre adını verdikleri bu kule, Sevilla Katedralini’nin kuzeyinde bulunmaktadır.
Sevilla Ulu Camisi’nin minaresi olarak Emeviler döneminde inşa edilen bu kule, kentte bulunan en yüksek yapıdır. Yüksekliği yaklaşık 104 metre olan bu kule, iki farklı inançtan izler taşımaktadır.

Tuğla ile örülmüş olan bu kulede süslemeli mazgallar bulunmaktadır. Öğlen ve ikindi vakitlerinde iki farklı görünüşe sahip olan bu kule, bu niteliğiyle gündüz vakitlerinde bile farklı tonlarda ışıklandırılmış gibi görünmektedir. Görselde yer verilen ilk kule fotoğrafı, aynı gün 20.33’te kendi telefonumdan çekilmiştir.
Eğer bir süre kule çevresinde kalırsanız bu yapı, size harika fırsatlar sunar. Bu fırsattan yararlanmak için ben de kulenin uydusu gibi hareket ettim. Ne zaman ayrılmak için eyleme geçtiğimde kule beni mıknatıs gibi kendine çekiyor, adetâ bana “Benim için buraya geldin. Farklı elbiselerle kendimi takdim etmeye devam edeceğim. Bekle!” diyordu. Bu yüzden yaklaşık bir saat kulenin yörüngesinden çıkamadım. Çevredeki yakıcı güneşten ötürü kulenin önüne dikilip uzun süre bekleyemesem de çevredeki kafe ve dondurmacılarda dakikalar geçirdim. Beklediğime değdi. Kule ikindi vaktinin son saatinde altın kaplamalı bir elbise giymiş gibi büyüleciydi. Görselde yer verilen bu kule fotoğrafını, henüz güneş batmadan önce 21.29’da çektim.

Kulenin, temmuzun bu saatlerinde güneş ışığının etkisinin azalması ve eğik düşmesiyle altın sarısı gibi ışıldadığını gördüm. Çok sayıda yaptığım fotoğraf çekimleri sayesinde kulenin, temmuz ayı günleri prime- time saatlerinin 21.00- 21.30 saatleri arasında olduğunu söyleyebilirim.

Seyahatimin son gününde başlangıçta Müslümanlar tarafından inşa edilmeye başlanan Endülüs sarayı Real Alcazar olarak bilinen yapıyı ziyaret etmeye çalıştım ancak bu yapının yalnızca dış mekânlarını görme fırsatı bulabildim. Yukardaki görsel, Real Alcazar’ın giriş kapısı olan Puerta del León (Aslan Kapısı)‘nın dış cephesine aittir. Giriş ücretinin ucuz olması bilet sırasını uzatmış, bilet almayı zorlaştırmıştı. Daha önceden internetten de bilet alabilirdim ancak bu kadar yoğunluk olacağını tahmin edemedim. Öte yandan henüz İspanya’ya gelmeden bu sarayın üst katlarının kraliyet ailesi tarafından hâlen kullanılmakta olduğunu ve bu nedenle ziyaretçilere bir bölümünün kapalı olduğunu öğrenmiştim. Bu motivasyonumu olumsuz etkiledi. Değerli dakikalarımın bu kısmını sarayın bahçesinde geçirdim. Portakal ve limon ağaçlarıyla dolu olan saray bahçesi labirent gibi bir görünüme sahipti. İspanyollar tarafından bahçe bu nedenle El Laberinto olarak adlandırılıyor. Bu son gezintiyle seyahatimi tamamlamış oldum. Elveda Sevilla!

Kısa seyahatimde diğer yerleri görsem de Sevilla’nın tarihi merkezine odaklandım ve en çok burada vakit geçirdim. Özetle tarihi merkezde La Giralda, Real Alcazar ve Sevilla Katedrali üçlü yapı grubunu oluşturması yönüyle insanlar için bir çekim merkezidir. Bu yapıların hepsi Müslümanlar tarafından inşa edilmiş, daha sonraki dönemde üzerinde yapılan değişikliklerle Hristiyanlar tarafından kullanılmaya başlanmıştır.