Geleneksel olanı dinleştirenlere, dini de gelenekle karıştıranlara birkaç çift söz.
Birilerine “Bu yaptığınızın dinle bir ilgisi yok,” dediğinizde alınan suratlar, kabaran damarlar, yükselen sesler. Hemen ardından gelen “Ama biz böyle gördük,” cümlesi. İşte tam da bu “böyle gördük” meselesi, dinle geleneğin birbirine karıştığı, hatta geleneğin galip gelip dini gölgede bıraktığı o tuhaf alanın özeti aslında.
Soruyorum size, ne kadarını gerçekten din diye yapıyoruz, ne kadarını sırf gelenek diye? ve daha önemlisi bunu gerçekten ayırt edebiliyor muyuz? Maalesef cevabımız çok net. Hayır edemiyoruz. Çünkü bizde gelenek öyle kuvvetli öyle kutsanmış bir şey ki dinin üstüne çıkmış, onu şekillendirmiş, bazen de onun yerine geçmiş durumda. Hatta daha vahimi Geleneği sorgulamak dine karşı çıkmak gibi görülüyor artık.
Bir türbeye gitmediniz diye hakkınızda “imanı eksik,” “dinsiz” gibi laflar edilmesi neyin göstergesidir? Ya da mevlit okutmadınız, yedinci gün, kırkıncı gün helva dağıtmadınız diye “dini görevini yerine getirmedi” denilmesi? Bunların hangisi Kur’an’da yazıyor? Hangisi Hz. Peygamber’in sünnetinde var? Ama yok efendim, “bizde böyledir” deniliyor, “atadan böyle gördük,” deniliyor. E peki atanın hatasını tekrar etmekle dini mi yaşatmış oluyorsun yoksa sadece adet mi yerine getiriyorsun?
Şimdi birileri çıkıp da “Ama insanlara huzur veriyor, birliğimizi arttırıyor” diyecek. Huzur veriyor olabilir peki ama hangi bedelle? Dinin yerine gelenek geçtiğinde insanlar artık Allah için değil el âlem ne der diye davranmaya başlıyor. Bir geleneği yapmadı diye dışlanan, yargılanan, hatta dinden çıkmakla itham edilen nice insan var. Din huzur versin diye indirilmişken gelenek adına dinle korkutulan bir halk haline gelmişiz.
Daha da tehlikelisi geleneksel pratiklerin bir kısmının şirk sınırına dayanması ama buna rağmen “kalpten inanmadık ya, şeklen yapıyoruz” diye hafife alınması. Oysa teoride şirk olarak nitelenen şeylerin pratikte “manevi atmosfer” adı altında içselleştirilmesi neyle açıklanır? İşin trajik tarafı bu tür davranışlar çoğu zaman ilahî buyruklar gibi sunuluyor. Eleştirenler ise “modernist”, “dinsiz”, “batılılaşmış” diye yaftalanıyor.
Buradan şu ayrımı yapmadan yürüyemeyiz. Halkın inandığı din ile İslam’ın özündeki din, başka başka şeyler haline gelmiş durumda. Biri duyguya, adete ve alışkanlığa dayanıyor. Diğeri akla, vahye ve ilkeye ve maalesef ilkini savunanlar ikincisini hatırlatanlara tahammül edemiyor.
Peki ya dini fayda-zarar hesabına göre uygulayanlara ne demeli? “İnsanlar toplanıyor, komşuluk artıyor, birlik beraberlik sağlanıyor” diye sünnette yeri olmayan uygulamaları dine mal edenler. Bu ne biçim anlayıştır? Dini bir tür “sosyal fayda aracına” dönüştürmek onu araçsallaştırmak değil midir? Dini yaşamak değil onu kullanmak değil midir bu? Bir şeyin faydası olduğu için din haline getirilmesi kapital bir zihniyetin din anlayışına sızması değil de nedir? Ve elbette en büyük tehlike kendini dinin bekçisi sananlar. “Sen onu yapmazsan kafirsin”, “Ona inanmazsan cehennemliksin” diyenler. Kim verdi size bu yetkiyi? Ne zamandan beri cennetin anahtarı sizin cebinizde? İnsanları dini ritüelleri yerine getirmedi diye suçlamak, onları tekfir etmek hangi ayette var? Bu tavır Tanrı’dan rol çalmaktır. Hem de pervasızca.
Sonuç olarak şunu açıkça söylemek gerekiyor: Gelenek önemlidir ama din değildir. Gelenek yaşatılır ama dine dönüştürülmez. Din ise geleneğin çizdiği dar alana hapsedilemez. Dinle geleneği birbirine karıştırdığımız sürece aslında her ikisine de zarar veriyoruz. Ne gerçek dini anlayabiliyoruz ne de sağlıklı bir gelenek inşa edebiliyoruz.