İnsanlık, varoluşuyla birlikte anlam üretmeye başlamıştır. Bu anlam üretiminin temel yollarından biri okumak, diğeri ise yazmaktır. Ancak bu iki sözcüğün sıradan yazımı, onları sıradanlaştırma riskini taşır. Bu nedenle “oku’mak” ve “yaz’mak” biçiminde ayrılarak yazılan kelimeler, salt bir yazım oyunu değil, dilin imkânlarıyla düşünsel derinliği vurgulayan bir tercihtir. Bu ayrım, her iki eylemin de yalnızca mekanik değil, varoluşsal ve düşünsel bir boyuta sahip olduğunu gösterir.
Geleneksel anlamda okumak, alfabe aracılığıyla yazıya dökülmüş simgeleri seslendirme ve anlama sürecidir. Okuryazarlık, çağdaş toplumların temel becerileri arasında yer alır. Ancak bu temel tanım, oku’mak eyleminin yüzeysel bir boyutunu temsil eder. Gerçekte ise oku’mak; anlam kurmak, düşünceyi takip etmek, satır aralarını sezmek ve metinler arasında bağ kurmak gibi çok katmanlı bir süreçtir. Oku’mak, aslında sadece yazılı olanı değil, hayatı, insanı, zamanı ve evreni okumaktır. Her okuma çabası, varlığı anlamaya yönelmiş bir arayıştır. Bu bağlamda oku’mak, bir tür ontolojik eyleme dönüşür: varlığı anlamaya çalışmak, görünenin ötesine geçmek ve hakikati sorgulamak.
Yazı, insanlık tarihinde devrim niteliğinde bir buluştur. İlk çivi yazılarından dijital çağın algoritmalarına kadar yazı, bilginin, inancın, sanatın ve gücün taşıyıcısı olmuştur. Ancak yazı sadece dış dünyayı ifade etmenin bir aracı değil, aynı zamanda iç dünyanın da yansımasıdır. Yaz’mak, insanın kendi düşüncelerini, duygularını ve sezgilerini dışa vurma biçimidir. Bu bağlamda yazı, yalnızca bir ifade değil, aynı zamanda bir keşif aracıdır. Yazmak, sabit bir benliğin dışa vurumu değil, dönüşen, sorgulayan ve yeniden inşa edilen bir özdür. Yaz’mak, sadece bir estetik uğraş değil, aynı zamanda etik bir sorumluluktur. Yazılan her şey, okuyanda bir etki bırakır; bu nedenle yazının hem biçimi hem de içeriği, taşıdığı sorumlulukla birlikte düşünülmelidir. Sartre’ın da dediği gibi, “Yazar, kendi özgürlüğünü, başkalarının özgürlüğü için kullanmalıdır.”
Oku’mak ve yaz’mak eylemleri birbirinden koparılamaz. Okumadan yazmak mümkün değildir; yazmadan da okumanın derinliği tam anlamıyla yaşanmaz. Bu döngü, insan zihninin hem alıcı hem üretici yönünü temsil eder. Bir metni okumak, aynı zamanda bir yeniden yazma sürecidir. Okur, metni anlamakla kalmaz, ona kendi düşünce dünyasını da katar. Bu noktada her okuma, bir yeniden yaratmadır. Aynı şekilde yazmak da bir okumanın sonucudur: dünyayı, insanı, dili ve kendini okumanın sonucu olarak yazılır. Dijital çağ, okuma ve yazma pratiklerini radikal biçimde dönüştürmüştür. Sosyal medya, dijital platformlar ve hızlı içerik tüketimi, hem oku’mayı yüzeyselleştirmekte hem de yaz’mayı ticarileştirmektedir. Bu ortamda oku’mak ve yaz’mak, artık birer bilgi üretimi değil, çoğu zaman dikkat çekme aracına indirgenmektedir. Ancak bu ortamda bile gerçek oku’mak ve yaz’mak eylemleri mümkündür. Derinlikli düşünce, anlam arayışı ve samimi ifade, dijital kalabalıkların içinde de kendine yer bulabilir. Bunun için ise bireyin bilinçli bir tercih yapması, oku’mayı ve yaz’mayı bir yaşam pratiği hâline getirmesi gerekir.
Oku’mak ve yaz’mak, sadece dilsel eylemler değil, aynı zamanda düşünsel ve varoluşsal faaliyetlerdir. Her iki eylem de bireyin dünyayla, toplumla ve kendisiyle kurduğu ilişkinin yansımasıdır. Gerçek oku’mak, bir bilincin uyanışıdır. Gerçek yaz’mak ise bu bilincin dile gelişidir. Her satır, bir izdir. Her iz, bir bilinçtir. Bu bilinçle okumak ve yazmak ise insanı hem kendi hakikatine hem de ortak insanlık mirasına bağlar.