“Zulüm”, hakkı yerinden etmek, bir şeyi yerli yerine koymamak, adaleti çiğnemek, sınırları aşmak, karanlığı hakim kılmaktır. Zulüm, üç türlüdür: Kişi ile Allah, kişi ile diğer insanlar ve çevresi, kişi ve kendi arasında meydana gelmektedir (Müfredât, 657). Allah ile kul arasındaki zulüm, küfür ve şirk yoluyla gerçekleşmketedir. Kur’an, zulmün en büyüğünü, “Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Ey Oğulcuğum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.” (Lokmân, 13) ifadesi ile; Zalimin en büyüğünü de “Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir…” (En’âm, 93) ve “Allah’a karşı yalan uyduran ve kendisine gelen gerçeği (vahyi bilgileri) yalan sayandan daha zalim kim olabilir….” (Zümer, 32) ayetleri ile dile getirmektedir. Kişinin, diğer insanlar ve çevresiyle arasındaki zulüm, haksız yere işlenen kötülükler ve taşkınlık çıkarma yolu gerçekleşmektedir. Bu durum, “Ceza, ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenler içindir. İşte onlar için elem dolu bir azap vardır.” (Şûrâ, 42) ayetinde belirtilmektedir. Kişinin nefsiyle arasındaki zulüm ise, kulluk gayesi dışında hareket etmesiyle (Allah’ı tanımaması, nimetlere karşı şükürsüzlük/ibadetsizlik ve günahların ağır basması) meydana gelmektedir. Bu durum ise, “Sonra o kitâbı, kullarımızdan seçtiğimiz kimselere (senin ümmetine) mîras verdik. Artık onlardan nefsine zulmeden de var, içlerinden muktesid (orta yolda giden) de var. Bir de onlardan Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçen var. İşte büyük lütûf budur!” (Fâtır, 32) ifadeleri vurgulanmaktadır.
Bu doğrultuda zulüm, Kur’an’ın en keskin çizgilerle tanımlayıp şiddetle yasakladığı bir durumdur. Diğer taraftan Kur’an, “Zulmedenler, hangi inkılaba uğrayıp devrileceklerini yakında bilecekler!” (Şu’arâ, 227) ayeti ile, zulmün temelsizliğini ve sonunu ilan eder. Sünnette ise Rasulullah (s.a.s), “Zulme şahit olan, onu eliyle düzeltsin; buna gücü yetmezse diliyle karşı çıksın; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu da imanın en zayıf halidir” (Müslim, Îmân, 78) buyurarak, her Müslümanın zulüm karşısında konum almasını imanın gereği sayar. Çevremizde veya dünyanın herhangi bir yerinde, kimden kime ve neye karşı olursa olsun meydana gelen zulme sessiz kalmak, kalpten bile buğz etmemek, zulme rıza göstermek veya dolaylı destek anlamına gelir. Zira Kur’an’ın, “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa ateş size de dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz.” (Hûd, 113) uyarısı, zalimle her türlü yakınlığın ve temasın tehlikesini gözler önüne sermektedir.
İnsanlığın Temel Ayrışma Noktası: Duruş ve Davranış
İnsanoğlu; devlet, millet, etnisite, din, mezhep, renk, kültür veya ideoloji farklılıklarıyla bin bir parçaya bölünmüş gibi görünse de, temelde iki asli noktada birbirinden ayrılır:
- Ahlaki Dünya Görüşü ve Duruş: Dünyaya, insana, hayata, değerlere bakış açısı kişiyi diğer insanlardan ayıran teorik/itikadî bir temeldir. Diğer taraftan adalet, merhamet, hakkaniyet, emanete riayet, zulme karşı duruş gibi evrensel ahlaki ilkelerin, bireyin zihniyet dünyasındaki yeri ve ağırlığı kişiyi bulunduğu konumu ve diğer bireylerden farkını ortaya koyar.
- Ortaya Konan Davranış: Sahip olunan inancın veya ideolojinin gündelik hayata, sosyal ilişkilere, başkalarına muameleye, özellikle de zulüm ve haksızlık karşısında sergilenen tepki ve eylemlere yansıma biçimi kişiyi diğerlerinden farklılaştıran en önemli pratik/ameli temel ve husustur.
Tam bu noktada Mü’min ve Müslüman birey için kritik bir sınav başlamaktadır. Müslüman İslam’ın yüce değerlerini (adalet, şefkat, doğruluk, emanete riayet, zulme karşı durmak) savunurken, pratik davranışlarıyla, kendinden olmayan; özellikle de “düşman” ve “inançsız” addettiği zalimlerin karakteristik özellikleri olan bencillik, adaletsizlik, merhametsizlik, ikiyüzlülük, haksız kazanç, güce tapınma gibi tavırları sergiliyorsa, burada derin ve yıkıcı bir çelişki vardır. Müslümanın, benzediği kişiyi ve beraber aynı davranış kalıplarını sergilediği insanları “beğenmemesi”, “eleştirmesi”, “onlara beddua okuması”, “lanet okuması” Allah katında bir değer ifade etmemelidir. İnançla amel, teori ile pratik arasındaki bu uçurum, Yüce Allah’ın vaat ettiği “Şüphesiz Allah (yardımı ile) mü’minlerle beraberdir.” (Enfâl, 19) sırrının ve “Yoksa zafer ancak Allah katındandır.” (Enfâl, 10) hükmünün tecelli etmemesinin en temel sebebidir. Çünkü biz, inandığımız değerleri yaşamak yerine, nefret ettiğimiz düşmanın değerlerini, hayata- insana bakış açısını ve yaşam metodlarını benimsemişiz.
Zafer Nicelik ile Değil; Nitelik ile Gelir
Enfal Suresi’nin 65. ayeti müminlere çarpıcı bir gerçeği haykırır: “Eğer sizden sabırlı yirmi kişi olursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfirlerden bin kişiye galip gelirler…”. Bu ayet, sayısal çokluğun veya maddi gücün değil, takvanın, sabrın, metanetin, Allah’a tam güvenin (tevekkül) ve en önemlisi, inanç-amel bütünlüğünün getirdiği niteliksel üstünlüğün zaferin yolunu açtığını ilan etmektedir.
Peki, bugün yüz milyonlarca nüfusa, geniş coğrafyalara, muazzam doğal kaynaklara sahip Müslümanlar, neden sayıca ve kaynakça kendilerinden katbekat küçük bir İsrail devleti karşısında aciz kalıyor? Neden Filistin’deki mazlumlar için yükselen “Amin”ler, Gazze için dökülen gözyaşları, Siyonist zalimler için okunan beddualar, beklenen kurtuluşu ve cezayı bir türlü getirmiyor? Enfal 65’in gösterdiği acı gerçek şudur: Zaferin ön şartı, düşmandan niteliksel olarak farklı ve üstün olmaktır. Yani, onun zulmünü lanetlerken, kendi hayatımızda, mahallemizde, iş yerimizde, ailemizde, sosyal medyamızda:
- Komşumuza, işçimize, farklı düşünene karşı zalimane, bencil, adaletsiz davranıyorsak,
- Haset, gıybet, iftira, kalp kırma gibi zulümlerin küçüklerini işliyorsak,
- Haksız kazanç peşinde koşuyor, kul hakkı yiyor, emanete ihanet ediyorsak,
- Sözümüzle eylemimiz, camideki duruşumuzla çarşıdaki tavrımız arasında uçurumlar varsa,
- Gösteriş, riya ve ikiyüzlülük hayatımıza sirayet etmişse…
Bu durumda, düşmanla aynı davranış kalıplarını paylaşıyoruz demektir. Böyle bir ikiyüzlülük ve tutarsızlık içindeyken, ağzımızdan çıkan bedduaların arşa yükselmesi, dualarımızın kabul olması nasıl beklenebilir? Oysa, “sütten çıkmış ak kaşık misali”, Yüce Allah’a en iyi kul/toplum olduğumuz iddiasıyla yeryüzünde böbürlenerek hareket etmek gibi bir tutarsızlığa karşı Kur’an’da, “… o halde kendinizi saf ve temiz görmeyin; [çünkü] O, kimin Kendisine karşı sorumluluk bilinci taşıdığını en iyi bilendir.” (Necm, 32) buyrulmuyor mu?
Acı bir tablo bizi çarpıcı bir sorgulamaya davet ediyor:
- İsrail Devleti, kendinden olmayanı ötekileştirip katlederken, ahlaksız ve zalim ise… ki öyledir.
- Ben de, “zalim” dediğim bu devleti yönetenlerin karakter özelliklerini (bencillik, merhametsizlik, adaletsizlik, ikiyüzlülük, hırs, haset, güce tapma) kendi hayatımda, ilişkilerimde sergiliyorsam, davranış olarak onlara benziyorsam, ben de aynı ahlaksızlığın ve zulmün suç ortağıyım demektir.
- Peki, bir zalimin, başka bir zalimi protesto etmesinin neresi ahlakidir? Neresi samimidir? Neresi inandırıcıdır?
Din, özü itibarıyla samimiyettir (ihlas). Samimiyet ise ahlâkın ta kendisidir. Ahlâk, bu noktada sözle eylemin, inançla davranışın, teorik duruşla pratik hayatın tutarlılığıdır. Teoride adaleti savunup pratikte zulmeden, camide, sokakta, sosyal medayda “mazlum Filistin” diye haykırıp, arka sokakta yetimin hakkını yiyen, sosyal medyada İsrail mallarını boykot ederken aynı sistemin ürünü olan lüks tüketim çılgınlığı ve israf içinde yüzen, “ambargo” deyip düşmanın/zalimin malından rant devşiren (kendi ürününün daha çok satılmasını sağlamak gibi) bir tutarsızlık içindeyiz. Bu tutarsızlığın adı, ne yazık ki ahlâksızlıktır/zulümdür.
İşte bu yüzden;
- Cuma hutbelerinde minbere çıkan hatip, ilk olarak kendi nefsini ve cemaatinin gafletini hedef almalıdır: “Ey cemaat! Önce kendi nefsimizi, bencilliğimizi, adaletsizliğimizi, merhametsizliğimizi, ikiyüzlülüğümüzü, kul haklarındaki lakaytlığımızı, gösteriş ve riyakarlığımızı protesto ediyoruz! Bunlar olmadan, Gazze için döktüğümüz gözyaşı samimi midir?”
- Sokaklarda ve meydanlarda toplanan kalabalıklar, İsrail ve Siyonizm sloganlarından önce, kendi içlerindeki Siyonist zihniyete, yani benmerkezci, işgalci, sömürücü, ayrıştırıcı nefislerine ve düzene karşı pankartlar açmalıdır: “zalim nefsini ve toplumu, içinde yaşadığı düzeni terbiye etmeyenin/etmeye çalışmayanın, başka zalimi protestosu riya ve ikiyüzlülüktür!”, “önce kendi kalbimizdeki işgali kaldıralım!”
- Sosyal medya paylaşımlarında, İsrail vahşetini gösteren görüntülerin yanı sıra, günlük hayattaki küçük/büyük zulümlerimizi, tutarsızlıklarımızı, bencilliklerimizi teşhir eden bir öz-eleştiri kültürü hakim olmalıdır.
Kendimizi, nefsimizdeki zalimi es geçip sadece dışarıdaki zalimi protesto etmek, en büyük ahlaki iflas ve tutarsızlıktır. Böylesi bir ikiyüzlülükle yapılan protestonun sesinin arşa yükselmesi, etkili olması, bedduanın tecelli etmesi mümkün müdür? Mazlumun duasının kabulü, zalime bedduanın isabeti, öncelikle bizim kendi içimizdeki zulüm tohumlarını söküp atışımıza, nefsimizi ıslah edişimize bağlıdır. Kur’an’ın değişmez sünneti bu yöndedir: “Şüphesiz ki, bir kavim (toplum/topluluk) kendi durumunu (nefsini/özünü) değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 11). Dışarıdaki zulmün değişmesi, içerideki ıslahın niteliğine bağlıdır.
Öyleyse, bugünkü hakiki protesto, kendimize olsun. Gazze için yüreklerimiz parçalanırken, yanı başımızdaki yetimin gözyaşını silmeyi unutmayalım. İsrail tanklarının görüntüsü öfkemizi kabartırken, kendi dilimizle fırlattığımız okların kalpleri nasıl parçaladığına dikkat edelim. “İsrail malı boykot” paylaşımları yaparken, kendi tüketim çılgınlığımızı, israfımızı, kapitalist sistemin dişlileri arasında nasıl öğütüldüğümüzü sorgulayalım. Mazlumun yalvarışı, ancak tutarlı, samimi, nefsindeki zalimle hesaplaşmış bir ümmetin omuzlarında semaya ulaşabilir. Zalime okunan beddua, ancak kendi davranışlarıyla ondan niteliksel olarak ayrılan, onun ahlaksızlığına bulaşmamış bir müminin dilinde kılıç kesilir. Zafer, içimizdeki zulmü yenmekle başlar. Gerisi, Allah’ın izniyle, tecelli edecektir. Değişim, en yakından, en zor olandan, nefisten başlar.
İncil’de geçen bir hikâyede, zina yaparken yakalanan bir kadın, Yahudi din bilginleri tarafından Hz. İsa’nın önüne getirilir ve Musa’nın yasasına göre bu kadının taşlanarak öldürülmesi gerektiği söylenir. Hz. İsa ise şu ünlü cevabı verir: “İçinizde kim günahsızsa, ilk taşı o atsın.” (Yuhanna 8:7).
Fiili olarak, Gazze başta olmak üzere çevremizde meydana gelen zulme engel olamadığımız ve sadece “zalime beddua; mazluma dua” ile yetindiğimiz bugünlerde, Erhamerrahimin’den af dileyerek işe başlamalıyız.
2 yorum
Kaleminize, yüreğinize sağlık Hocam.
Bugün herkesin dışarıda bir zalim aradığı bir çağda, siz cesurca en zor olanı yaptınız: İçimizdeki zalimi gösterdiniz…
Kur’anî ölçülerle, sünnet ışığında ve ahlâkî bir samimiyetle yazılmış bu yazı, sadece bir tespit değil, aynı zamanda bir öz-eleştiri aynası, bir ıslah çağrısı ve bir diriliş meşalesidir.
Tebrik ederim. Bu yazı, kalabalıklara değil, uyanmak isteyen vicdanlara sesleniyor. Rabbim böyle kalemleri daim eylesin.
Kaleminize sağlık.
Duaların kabulü helal lokmadan geçer.
Buna ilave dolapta kola cepte malbora varsa “kahrolsun İsrail Amerika” bağışları anlamsız kalıyor.