“Kitap düşmanlarının ateş yerine, bilgisayar programları kullanacağı günler yakın; temiz ve yıkıcı bir yöntem.”
Fernando Baez’in kaleme aldığı Kitap Kıyımının Evrensel Tarihi başlıklı kitabında ifade ettiği bu öngörü, başlangıçta mantıklı ve gerçekleşmiş gibi görünse de yazarın muhtemelen “yakın gelecekte otoritelerin, kitapları yakmaya ihtiyacı olmayacak, elektronik olarak sansürleyecekler” düşüncesinden çok daha farklı bir şekilde tezahür ediyor günümüzde. Tam tersine, artık iktidara muhalif olan da bir şekilde kendini ifade edebilecek bir mecra bulabiliyor, eserlerini yayınlatabiliyor, sosyal medya aracılığıyla kendisiyle ideolojik vb. yakınlık içerisinde olduğu gruplardan destek alabiliyor, lobi yapabiliyor. Bu elbette, bizleri sosyal medyanın fikir ve ifade özgürlüğü başta olmak üzere özgür bir ortam oluşturduğu yanılgısına düşürmemeli. Bilhassa Arap Baharı eylemlerinde sosyal medyanın örgütleyici gücü oldukça ilgi çekmiş ve Innis’e rahmet okuturcasına sosyal medya güzellemeleri yapılmıştı. Hayır, günümüzde sansür sadece şekil değiştirdi. Artık fikir ve ifade özgürlüğünün karşısında iki önemli tehlike var. Birincisi fikirlerin bağlamından koparılarak magazinleştirilmesi, ikincisi ise linç. Her ikisi de aslında ceza kanunlarında öngörülen suçların işlenmesi durumunda verilen cezalardan daha caydırıcı. Hapis cezaları, sürgünler, tarih boyunca fikirlerin sadece gereğinden fazla taraftar bulmasını bir müddet erteledi ancak onları öldüremedi. Böyle olmaya da devam edecek. Buna karşılık yukarıda bahsettiğim iki tehlikenin birincisinin modern çağda bilhassa neoliberalizmin hükümranlığında karşılık bulduğunu görüyoruz. Popüler kültür dediğimiz alan zamanında nice sayısız mücadelelerle zemin bulmaya çalışmış fikirler, ideolojiler sanat eserleri vb. kullanılıp atıldığı bir çöplüğe dönüştü adeta. Sisteme muhalif olan sanatçıların yapıtları, ideolojiler hatta dinler bile bir müddet sonra kültür endüstrisinin çarkları içerisinde öğütüldü ve bağlamlarından koparak, içeriğinden, amacından uzaklaşarak birer popüler kültür ve tüketim nesnesine dönüştü. O nedenle artık fikir ve ifade özgürlüğünün önündeki en büyük engelden birisi sansür değil bağlamından kopma. İkincisi ise bu yazıda odaklanmak istediğim asıl sorun; sosyal linç.
Freud’a atfedilen şu meşhur sözle başlayalım. Bir gazeteciye verdiği röportajında “İnsanlık olarak epey bir ilerleme kaydettik. Ortaçağ’da yaşasaydık beni yakarlardı, şimdi kitaplarımı yakıyorlar” diyen Freud, bugün Twitter’da biraz gezinseydi, “evet, biz gelişmişiz gerçekten ve bizden sonra dünya daha da gerilemiş. Sanal dedikleri bu meydanlarda insanlar kolaylıkla yakılabiliyor ve kalabalıklar, yanan ateş karşısında çılgınca dans ediyorlar” derdi muhtemelen. Hatta, Türkiye’nin gündemine bir göz atsa “bu ne yahu, burada farklı farklı yerlerde meydanlar kurulmuş herkes birbirini asıyor, yakıyor, meydana birisi mi çıkarılmış, kim olduğuna ne yaptığına bakılmadan hakaretler, tehditler havada uçuyor. Yaşanır mı bu cehennemde?” derdi sanırım.
Bugün, fikir ve ifade özgürlüğünü başlangıç noktasında engelleyen en önemli unsur işte bu “sosyal linç” denilen olgudur. Süreç genellikle şöyle işler. Siz; fikir bile sayılmayacak, ideolojik olmayan, çalışma alanınızla ilgili herhangi bir gözlem, olay, anı, tespit, analiz vb. açıklarsınız. Burada ne söylediğinizden öte, kimliğiniz önemlidir. Örneğin profilinizde yazanlar, kimleri takip ettiğiniz, neler paylaştığınız, retweetleriniz vb. Eğer belirli bir siyasi duruşunuz var ve bu duruşun taraftarları sizi takip ediyorsa ve sayıları çoksa, isterseniz saçma sapan bir şey yazın, yalan olduğu aşikar bir şey söyleyin fark etmiyor. Bilişsel Uyum denilen davranış budur. İnsanlar, yalan olduklarını bilseler bile, buna inanırlar ve yayılması için gayret ederler. Yankı odaları’nda kendileri bağırırlar, kendileri gibi konuşanları işitirler. Yaşamları bu odada sürdükçe odanın dışındakilere karşı nefretleri de bilenir. Diğer yandan herhangi bir konu hakkında bir fikir beyan ettiğinizde, sosyal kimliğinize uzak olan grupların bireyleri tarafından hedef gösterilebilir, yakın olduğunuz grupların menfaatine yönelik bir eleştiride bulunabilirseniz hain olarak damgalanabilirsiniz. Hatta hiçbir şey açıklamaz, bir vahşi doğa belgeselinden alınmış bir kesiti izlediğinizde; videonun altına mutlaka kafayı siyasetle bozmuş bir nevrotik siyasi bir yorum yazar. Sonra ona karşıt cevaplar gelir, bir bakmışsınız bu doğa belgeseli birdenbire iki farklı cemaatin birbirine tehditler savurduğu bir arenaya dönüşmüştür. Dahası, ne bir şey söyleyin ne bir şey paylaşın. Kamuoyunda ses getiren bir mevzuyla alakalı isminiz arama motorlarında çok dolaylı bir şekilde görünüyorsa ve konunun tık alma, ses getirme, izleme saati üzerinden gelir getirme potansiyeli varsa, tamam geçmiş olsun. Ortaçağ Avrupası’nda kilisenin kışkırttığı avamın “büyücü bu yakın” çığlıkları veya yeniçerilerin kazan kaldırıp “istemezük” homurtularıyla etrafı kılıçtan geçirmesinin postmodern versiyonuna hoş geldiniz. Hukuk yoluyla tehdit ve hakaretlerin önüne geçme, manevi tazminat alma ve gerçekler ortaya çıkana kadar; reklam gelirleri elde edilmiş, takipçi sayısı arttırılmış ve muhataba sosyal ve psikolojik zeminde zarar verilmiş, istenilen sonuç alınmıştır.
Yalanın böyle pervasızca yayıldığı, her okuduğuna inanmaya hazır milyonların zamanlarının çoğunu böyle bir heyulanın peşinde geçirdiği bir ortamda hangi fikir ve ifade özgürlüğünden bahsedilebilir ki? Fikir ve ifade özgürlüğünün olmadığı bir ortamda da hangi kolektif bir başarıdan söz edilebilir? Bu şekilde kamplaşmış ve birbirine hayat hakkı tanımamaya yemin etmiş, öfkelerinden kudurmuş topluluklar içerisinde bırakın toplum yararına bir projeyi hayata geçirmeyi, yapmanız gereken bir işi standartlar doğrultusunda yapabilmek mümkün olabilir mi? Eğer, “ben bu ülke yararına bir şeyler yapmalıyım, filanca sorunu ortadan kaldırmalıyım vb.” bir düşünce içerisinde iseniz, şucu bucu diye damgalanmaları ciddiye almamanız ve kendinize ‘sosyal kimlik’ olarak biraz daha yakın insanlar bulmanız gerekiyor. Başka türlü ilerlemeniz mümkün olmuyor.
Peki bu durum sadece bizde mi böyle? Hayır. Örneğini merak edenler, social lynch sözcükleriyle arama motorlarında gezindiğinde binlerce makale ve örnek olayı inceleyebilir. Hatta bu terim, mob lynch kavramıyla eşgüdümlü. Türkçesi ayaktakımının linçi. Tam olarak da öyle. Tek fark, ortaçağın ayaktakımının ‘meydanda biri asılsa da izlesek’ beklentisi, tahsilli bireylerden oluşan kalabalıkların, ‘haydi birini bulsak da linçlesek’ beklentisine dönüşmesidir. Günümüzün fikir ve ifade özgürlüğünün ulaştığı durum budur. Burada bir soru daha sorabiliriz. Bu yeni bir şey midir? Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla mı başlamıştır? Yaşı kırkın üzerinde olanlar buna hemen hayır diyeceklerdir. Mahallelerde cephelerin kurulduğu, insanların cepheyi elinde tutanlardan izin alabildiği ve arada da kaza kurşununa kurban gitmediği ölçüde evinden işine gidip dönebildiği yıllar yaşandı bu ülkede. Ancak bunun çok daha eskilere uzandığını da unutmamak gerek. Burada Ahmet Hamdi Tanpınar’a kulak verelim.
Zeynep Kerman ve İnci Enginün’ün yayına hazırladıkları Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa adlı kitapta, edebiyatımızın kıymetli yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1962’de kaleme aldığı şu satırlar dikkat çekiyor (2013, 331-332):
“…11. Kânun-ı sâni 1962. Yeni sene başlayalı on bir gün oluyor. Dün paltosuz çıkmanın verdiği bir rahatsızlık, bununla beraber fena ders vermedim. Fakat talebe alâkasız. Politika insanı abruti eder mi? Bunu bilmiyorum. Fakat dikkati dağıttığı yahut başka yollara çektiği, içinden bir şeyleri yıktığı muhakkak. Bazılarını muayyen fikirlerin adamı yapıyor, bir kısmına ihtiraslar aşılıyor ve hayatını orada denemeğe, oradan erişmek fikrine götürüyor, bir kısmını da kendi içinde belki getirdiği ümitsizlik yüzünden dağıtıyor, avare kılıyor. Hiç olmazsa bizdeki, daha doğrusu talebedeki tesiri bu olsa gerek. Tam dâhili bir harbin içindeyiz. Hakiki bir kanaat sahibi olmayan, kendilerini vatanperver zanneden veya öyle gösteren –hiç olmazsa bir kısmı böyle- sınıf veya zümre gayretiyle her şeyi göze almış bir sol tâifesi ve sol fikirlerin istismarcısı olanlar, onların karşısında ırkçılar ve dinciler, en hakiki aşırı nasyonalistler ve nihayet iktisadi istismarcıların emri altında hareket edenler. Ve ortalarında bizler, iş ve güçlerinde olanlar, olmak isteyenler, biçareler. Ben sadece hakem vaziyetindeyim. Tabii sollar bana salaud diyorlar, sağcılar Necip Fazıl’ın iddia ettiği gibi dostluklarımın tesirinde görüyorlar…”
Görüldüğü gibi o günden bugüne değişen pek bir şey yok. Tanpınar’ın deyimiyle ‘iş ve güçlerinde olanlar, olmak isteyenler’in, hakem rolünü üstlenenlerin biçareliği devam ediyor. Fikir ve ifade hürriyetini; karşısındakini susturma anlamına gelmediğini, tetikçilik ve haysiyet cellatlığı olmadığını, bireyler olarak inanç ve yaşam biçimlerimiz farklı olsa da hepimizin yaşamdan beklentilerinin aynı olduğunu ve huzurlu bir hayat için birbirimize ihtiyacımız olduğunu hatırladığımız an, fikir ve ifade özgürlüğünün de gerçek anlamda karşılık bulacağını söyleyebiliriz.
2 yorum
Mükemel tespitler. Yüreğinize sağlık hocam…
çok teşekkür ederim