Üniversiteye gittiğim ilk yıldı. Evlerde Lig TV yoktu, haliyle. İnternet de bu kadar hayatımızda değildi henüz, link dönemlerinden çok önce…
Galatasaray, Ali Sami Yen Stadı’nda Kayserispor ile oynayacakken; Fenerbahçe, deplasmanda Denizlispor ile oynayacaktı. Fenerbahçe, galip olması durumunda şampiyonluk ipini göğüsleyecekti.
Sezon boyunca Galatasaray’ın tüm maçlarını kafelerde ve kahvehanelerde izlemiştim. Son maç için de aynı planım vardı; Lig TV’li tüm mekânlar aynı saatte başlayan Fenerbahçe maçını yayınlıyordu.
Haklıydılar… Zira herkes, ligin alt sıralarında yer alan Denizlispor karşısında Fenerbahçe’nin zorlanmadan galip geleceğini düşünüyordu. Hatta Galatasaraylılar bile o akşam Fenerbahçe maçını izliyordu. Çünkü kendi takımlarının maçının bir anlamı kalmamış gibiydi.
Ama ben öyle hissetmiyordum. İçimde neyle izah edeceğimi bilemediğim bir umut vardı. Belki de sadece mayıs ayının sihrindendi bu… Belki de Galatasaray’ın yıllar boyunca finalleri bir alışkanlık gibi kazanmasındandı. Beni içten içe heyecanlandıran bir şey vardı.
O gün kendi kendime şöyle diyordum: “Şampiyon olsa da olmasa da, Galatasaray’ın maçını izlemeliyim.”
(Yine olsa, yine yaparım.)
Ne olursa olsun, o gece benim için Galatasaray’ın sezon finaliydi.
Yıllarca kahvelerde beraber maç izlediğim fanatik kuzenim Abdülkerim ile birlikte Nusaybin çarşı merkezinde birçok mekân gezdik; çoğu Fenerbahçe maçı veriyordu. En sonunda kaçakçılar çarşısında, Hasip Kaplan Pasajının üstünde Galatasaray maçını veren bir mekân bulduk, çok şükür. Aynı zamanda radyodan Fenerbahçe maçını dinleme kararı aldık.
Finallerin takımı olan Galatasaray, Ali Sami Yen Stadı’nda Kayserispor karşısında maça çok iyi başlamıştı. Dakika 18’de Sasa İliç’in bulduğu golle 1-0 öne geçmiş ve ilk yarıyı üstün kapatmıştı.
İkinci yarının başında, 49. dakikada Sabri’nin attığı golle maçı domine etmiş, 85. dakikada ise Sabri’nin ikinci golüyle maçı 3-0 kazanmıştı.
Fenerbahçe için durum çok vahimdi. İlk yarı maç, golsüz bitmişti. İkinci yarının ortalarında radyo spikeri sık sık korner güncellemesi yapıyordu ve Fenerbahçe maçında hâlâ gol olmaması heyecan seviyemizi tavan yapmıştı iyiden iyiye. Düşme tehlikesiyle karşı karşıya olan Denizlispor futbolcuları, canlarını dişlerine takıp müthiş bir performans sergiliyorlardı. Dakikalar 83’ü gösterdiğinde, Denizlisporlu Yusuf Şimşek’in ara pasıyla soldan ceza alanına giren Mustafa Keçeli, çaprazdan sert vuruşla takımı 1-0 öne geçirmişti. 88. dakikada Ümit Özat’ın soldan ortasında Tuncay Şanlı, kafa vuruşuyla skora denge getirmiş ve 90. dakikada maç 1-1 sonuçlanmıştı. (Heyecandan maçın dakika 90’da beraber bittiğini sanmıştık.)
Denizli’de tribünlerin sahaya attığı kurdeleler yüzünden maçın hakem tarafından 16 dakika uzatıldığından habersiz, Cumhuriyet Meydanı’nda kutlamalara başladık. Meydanda biraz daha ilerlediğimizde, bir kahvede hala maç izleyen Fenerbahçe taraftarlarının olduğunu, maçın uzatmalara gittiğini öğrendik. Stresten ve heyecandan maça odaklanamıyorduk. Maçın 95’inci dakikasında Appiah’ın direğe çarpan kafa vuruşunda öldük öldük dirildik.
Maçın son düdüğüyle birlikte, şampiyonluk kutlamalarına kaldığımız yerden devam ettik. Ellerimizde Sarı-Kırmızılı bayraklarla ve coşkulu sloganlar eşliğinde Lozan Caddesi’ne doğru yürüdük. Karşılaştığımız bir kamyonetin kasasına atlayarak, motor sesleri ve sevinç çığlıkları arasında Nusaybin’in sokaklarını defalarca turladık. Bu anı, renktaşlarımızla birlikte paylaşmanın ve zaferi doya doya kutlamanın tadını çıkardık.
O gece, Ali Sami Yen Stadı’nda geçen 16 dakikalık süre boyunca Galatasaraylı futbolcuların neler yaşadığını eve gidince televizyondan öğrenmek ilginç bir duyguydu.
Tribünlerin coşkusunu, saha içindeki mücadeleyi ve oyuncuların duygularını tam olarak hissedemesek de, televizyon ekranından takımın yaşadıklarını izlemek bize o anın atmosferini bir şekilde aktardı. Belki orada olamamış olmamız üzücüydü ama kendi yolculuğumuzda yaşadığımız sevinci ve coşkuyu hiçbir şeyle değiştirmem.
Sık sık dile getirdiğim bir söz vardır: “Galatasaray’ı Galatasaray yapan, Fenerbahçe; Fenerbahçe’yi Fenerbahçe yapan ise Galatasaray’dır!” Çünkü sporda asıl olan sadece zafer değil, zaaflara rağmen sürdürülen zarafettir. Fair-play oldukça rekabet bir düşmanlığa değil, bir dengeye; mücadele bir kine değil, bir kıymete dönüşür.
Ezeli rakiplik, ebedi bir beraberliktir aslında: “Biri olmadan diğeri eksik kalır…“