Yaratıcı, insan hayatını sürekli bir gelişim ve değişim üzerine kurgulamıştır. Bu da sosyal bir varlık olan insanın yaşamındaki hükümlerin/yasaların aynen devam etmesinin mümkün olmadığı anlamına gelmektedir. İnsanlık tarihine bakıldığında yasaların devamlı değiştiğine tanık olunmaktadır. Peygamberlerin şeriatlarındaki farklılaşmalar da bunun bir yansımasıdır.
Aslında insanın yaşamına egemen olan yasalar sabit ve değişken şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Sabit yasalar Yaratıcı tarafından beşeriyetin doğasına/fıtratına kodlanan gerçekliklerdir. Mesela Allah’ın insanı bir erkek ve bir dişiden yaratması ve sadece erkekle-dişinin birlikteliğini ön görmesi sabit yasa örneklerindendir. Binaenaleyh, insan doğanın çocuğu olması hasebiyle doğada egemen olan yasalar insanda da caridir. Nasıl mıknatısta artı kutupla eksi kutup birbirini çekiyor, buna mukabil aynı kutuplar birbirini itiyorsa insan için de aynı durum geçerlidir. Bundan dolayı farklı cinslerin birlikteliğine izin verilmiş, aynı cinslerin birlikteliği yasaklanmıştır. Değişken yasalar ise toplumun içinde bulunduğu şartlara göre şekillenenlerdir. Örneğin evlenme-boşanma biçimleri toplumların örflerine göre farklılaşmaktadır. Ataerkil toplumlarda erkek hâkimiyetli evlenme-boşanma biçimleri aktif iken anaerkil toplumlarda tam tersi geçerlidir. Ya da kadın-erkek muvazenesinin büyük oranda kurulduğu toplumlarda daha dengeli evlenme-boşanma yapıları hakimdir. Kur’an’ın nazil olduğu toplumda ise ataerkil yapının faal olmasından dolayı Kur’an’a yansıyan evlenme-boşanma biçimi de ataerkil özellikler taşımaktadır.
Yasaların konulması, toplumsal hayatın düzen içerisinde akışının sağlanmasına yöneliktir. Yalnız başına yaşayan insanların -hayatlarını devam ettirebilmek için bazı kurallara ihtiyaçları bulunsa da- mevzubahis anlamda yasalara ihtiyaçları söz konusu değildir. Toplum içerisinde yaşayan insanların ise yasalara olan ihtiyacı kaçınılmazdır.
Ancak insanların, belirlemiş olduğu yasalarla ila nihaye devam etmeleri de mümkün değildir. Hayat biçimleri ya da standartları değiştiğinde mevcut yasalarda da değişim yapmak hatta yeni yasalar oluşturmak zorunlu hale gelmektedir. Çünkü yasalar, kendilerini kuşatan şartlara göre şekillenmektedir. Bu durum önceki kutsal metinlere ve Kur’an’a bakıldığında gözlemlenebildiği gibi toplumların kuşaktan kuşağa devam eden hayatlarında da gözlemlenebilmektedir. Mesela 1920 Türkiyesi şartlarıyla 1960, 1980, 2000 ve 2025 Türkiyesi’nin şartları aynı değildir. Bundan dolayı söz konusu yıllarda yasa değişiklerinin yapıldığına tanık olunmaktadır. Hatta değişimin hızlı yaşandığı son dönemlerde sürekli yeni yasaların ihdas edildiği de görülmektedir.
Vahiy metinleri açısından üzerinde durulması gereken nokta ise nass olarak isimlendirilen hükümlerin/yasaların değişip değişmeyeceği meselesidir. Ulemanın çoğunluğu nassın bulunduğu yerde içtihad yapılamayacağına hükmetmiştir. Son dönem Osmanlı hukukunun daha çok borçlar, eşya ve yargılama bölümleriyle alakalı olan Mecelle’de de bu boyut “Mevrid-i nassta içtihada mesağ yoktur لا مساغ للإجتهاد في مورد النص /” kaidesiyle ifade edilmiştir.
Ancak sahabe dönemindeki bazı uygulamalar konunun esasında böyle olmadığını ortaya koymaktadır. Özellikle Hz. Ömer’in zekat verilecekler arasından muellefe-i kulûbu çıkartması, atlara zekat koyması, diyet ödemesini katilin yakın akrabası olan asabe yerine divana bırakması gibi uygulamaları bu anlamda dikkat çekicidir. Bu uygulamalarıyla Hz. Ömer Müslümanlara aslında nassların olduğu yerlerde içtihad yapılabileceğini göstermeye çalışmıştır. Diğer taraftan Hz. Ömer bu uygulamalarıyla nassların hükmünü de ila nihaye iptal etmemiş, sadece mali işlerden sorumlu olduğu Hz. Ebu Bekir dönemiyle halifelik yaptığı zamanın şartları muvacehesinde istinbatlarda bulunmuştur.
Hz. Ömer’in bu çıkarımları Kur’an’daki hükümleri nasıl algılamamız gerektiğine dair bizlere önemli ipuçları sunmaktadır. Fukahanın îmân-ibâdât, muâmelât, ukûbât şeklindeki tasnifinden îmân-ibâdât kısmı hariç tutulmak üzere muâmelât ve ukûbât alanlarındaki ahkamın şartlara göre farklılaşabileceğini göstermektedir. Bu ise Kur’an’daki ahkâmın, iptal edilmesi değil şartlara göre farklılaşabilmesi anlamına gelmektedir. Bu durumda Kur’an’daki ahkamın nüzul dönemi şartları çerçevesinde şekillendiği de anlaşılmaktadır.
Bir başka örnekle konuyu şöyle detaylandırabiliriz: Kur’an’ın nazil olduğu dönemde Arap Yarımadası ve civarı toplumlarında hırsızlığa verilen cezalardan en yaygın olanı elin kesilmesiydi. Bu yöntem sadece Araplar tarafından değil diğer milletler tarafından da icra ediliyordu. Başka bir ifade ile hırsızın elinin kesilmesi cezası Allah tarafından vahiy yoluyla icad edilmiş bir yöntem değildi. Eski İran’da, Sümerler’de ve Hammurabi kanunlarında hırsızlığa karşı, çalınan malın birkaç katının ödenmesinden hırsızın öldürülmesine kadar çeşitli cezalar uygulanıyordu. Tevrat’ta hırsızlara verilen cezanın çalınan malın misliyle ya da kat kat fazlasıyla ödetilmesi olduğu görülmektedir (Çıkış, 22/1-5). Eğer çalan kişinin malı yoksa köle olarak satılmasına da hükmedilirdi (Çıkış, 22/3). Aynı şekilde daha önceki dönemlerde Mısır-Firavun iktidarlarının itaatsizlik suçlarına karşı uyguladığı el-ayak kesme ve idam cezaları da Kur’an’da Allah tarafından paylaşılmıştır. Hz. Musa’ya mağlup olan sihirbazların Musa’nın Rabbine iman ettiklerini söylemelerinin ardından Firavun’un onlara yönelik olarak “Sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim sonra da hepinizi asacağım/لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ ثُمَّ لَاُصَلِّبَنَّكُمْ اَجْمَع۪ينَ” şeklindeki yaklaşımı dikkatlerden kaçmamaktadır.
Günümüzde ise hırsızlık cezasının en yaygın karşılığı hapistir. Aslında sadece hırsızlığın değil pekçok suçun cezası hapis olarak uygulanmaktadır. Buna mukabil dünyanın muhtelif toplumlarında farklı ceza yöntemlerinin de icra edildiği bilinmektedir. Bütün bunlar, hakikatte ahkamın/yasaların şartlara göre farklılaşmasının bir sonucudur. Burada belki dikkatlerden kaçırılmaması gereken en önemli gerçek, hiçbir toplumun hırsızlığı cezasız bırakmamış olmasıdır.
Diğer taraftan ahkamın, nazil olduğu dönemin şartları muvacehesinde şekillenmesinin bir başka yansıması da sahip olunan imkanları ve durumları konu edinmesidir. Mesela nüzul dönemi toplumsal yapısında sadece kara ve deniz vasıtaları olduğu için Kur’an’da hava taşıtları mevzubahis edilmemiştir. Âyetlerde “Sizi karada ve denizde taşıyan O’dur…” denilmekle iktifa edilmiştir. Yine elektrikten, petrolden bahsedilmemiş, buna mukabil kullanımda olan demir ve altına temas edilmiştir. Hatta Kur’an’da adı “demir/hadîd” olan bir sûre bile vardır.
Bunlar bize şartların değişmesiyle ahkamın/yasaların değişmesinin son derece makul olduğunu hatta yeni şartlara göre yeni ahkamın da ihdas edilmesi gerektiğini göstermektedir.
1 yorum
Sayın hocam şartların değişmesiyle hükümlerin değişmesi doğaldır. Mecelle kaidesi hepimizce malumdur. “Ezmanın teğayyürü ile ahkâmın teğayyürü inkâr olunamaz.”Fakat bunun nasıl yapılacağı ve sınırları ne şekilde belirlenecek.?