Aslında, O’nun adından önce, “Beyin Cerrahı” ismini duymuştum.
Daha beş yaşında ilkokul birinci sınıf öğrencisi olduğum zamanlarda, sık sık baş ağrılarından şikayet eden, öğretmenim Baş Muallim Murat Özdemir’in beyninde bir ur olduğu ve onu ameliyat edecek “beyin cerrahı”nın Türkiye’de bulunmaması sebebi ile çok üzülüyor ve duygusal çoçukluğumun yansımasıyla gizli gizli ağlıyor ve şifa vermesi için Allah’a dua ediyordum. Eşi Melahat Hanımın kederli hali ise büsbütün uykularımı kaçırıyordu. Beyin Cerrahı olmak için, önce doktor olmanın gerekliliğini bile bilmediğim işte bu dönemde, beni yetiştiren, ismini-namını-şanını bana emanet edip aklımı, hafızamı ve zekamı elinde büyüten, rehberim, mürşidim, hocam ve Dedem H. H. İsmail Hakkı Efendiye, beyin cerrahı olmak istediğimi söyledim. Tebessümle birlikte, nerede ise tamamen beyazlaşmış sakallarını eli ile sıvazlayarak bana bakıp, “Oğlum Abdulkadir! (Dedem bana kendi ismi ile değil de, benim istikbalde doğacak olan ve yine kendisinin adını koyacağı oğlum Abdülkadir Cüneyt’in adı ile hitap ederdi) Sen Asrın İmam-ı Azamı olacaktın. Ama olsun, sen hele hayırlısı ile bir doktor ol bakalım, gerisi Allah Kerim!” diye cevap verdi.
Yıllar akıp gidiyor, ben büyüyordum, defter ve kitaplarımın üzerindeki etiketlere yada boş bulduğum münasip sayfalarına, hocalarım bazen müstehzi, bazen de teşvikkar bakmış olsalar da, kariyer sevdasının gözleri kör etmesi misali, “Prof. Dr. İsmail Hakkı AYDIN” yazıyordum, orta ve lise tahsilim derken kendimi Tıp fakültesi öğrencisi olarak buluyordum.
Genelde, daha birinci ve ikinci sınıflarda iken Fakülte arkadaşlarım ihtisas olarak dahiliye, genel cerrahi, kadın doğum gibi toplumca daha çok bilinen branşları tercih edeceklerini söylerken, benim gönlümdeki aslanın çok da bilinmeyen “Profesör Beyin Cerrahı olmak” olduğunu her fırsatta ifade ediyordum. Bu nedenledir ki, kendimi ağır hoca havalarına sokarak, üstüme vazife olmadığı halde, boynumdan büyük işlere giriyor, Üniversitenin Kütüphanesinde periyodikleri karıştırıyor ve yine o zaman, batı dillerinden sadece Fransızcayı bildiğimden EMC Ansiklopedilerini takip ediyor, beyin cerrahisi hususunda neler var diye malumat edinmeye çalışıyordum. İşte böyle bir amaçla kütüphanede dokümantasyon karıştırırken ilk olarak YASARGIL ismi ile gıyabi olarak müşerref oldum.
Yaşargil’in, Beyin Anjiyografisi yaptığını, Leyla Ekartör ismiyle beyin operasyonlarında kullanılan bir alet dizayn ettiğini, ölüm oranı çok yüksek olan anevrizmaların cerrahi tedavilerinde kullanılan “Klip” diye bir mandal icad ettiğini, ameliyatlarda mikroskopu kullanılır hale getirdiğini, velhasıl Nöroşirurjide bir devrim yarattığını dergilerden ve kitaplardan okuyordum ve git gide idolum olarak hayallerimi süslediğini fark ediyordum. Derken Fakülte bitti.
Diğer branşlar sınav açmasına karşın, Beyin Cerrahisi Asistanlık imtihanı açmamıştı. Nöroşirurji Kadroları ilan edilinceye kadar, sekiz ay müddetle sağlık ocağı hekimliği yaptım, imtihanı kazanır kazanmaz, Beyin Cerrahisi Kürsüsüne Asistan olarak göreve başladım.
Başladım ama, hep aklım, her yazdığının yanında hayat hikayesini de en ince detayına kadar öğrenmeye çaba sarf ettiğim Yaşargil’de idi. Onun Kliniğine gitmek, onun asistanı olmak, mikrönöroşirurjiyi ondan öğrenmek, onun mikroşirurji laboratuvarında araştırmalar yapmak, onunla ameliyata girmek hayallerimi süslüyor, bu sebeple de Klinikte zaman zaman hırçınlaşıyor, haliyle de Nöroşirurji Kürsümüz Yetkilisi, sorumlusu ve Hocası olan Rahmetli Dr. Yılmaz Muyan’dan fırça yiyordum.
Dr. Muyan’ın Kürsüden ayrılması ile, bana bir basamak olacak olan İstanbul Üniversitesi Çapa Beyin Cerrahisi Kürsüsünde ihtisasıma devam ettim. Bu Klinikte, Hocalarım merhum Prof. Dr. Bülend Tarcan, Prof. Dr. Hüsameddin Kerim Gökay, merhum Prof. Dr. Umur Kaya ve merhum Doç Dr. Beyhan Özden (Daha sonra Profesör oldu) bana, nöroşirürjikal tecrübe yanında çok geniş bir ufuk da kazandırdılar.
Daha sonraki sancılı dönemlerdeki uzun uğraşılar sonucu, dualarım kabul oldu ve bir kış günü kendimi İsviçre’de Prof. Dr. Mahmut Gazi Yaşargil’in Ameliyathanesinde buldum. Evet o abidevi anıtsal adam, karşımda duruyor, heyecandan kalp atışlarım biri birini kovalıyordu.
Mikronöroşirurji eğitimim, sıçanlar, köpekler derken araştırmalarıma başladım. Herşeyi bildiğim günlerden, hiç bir şeyi bilmediğim günler biri birini izler. Uykusuz gecelerin, korku ve heyecanların biri biri ile yarıştığı müthiş bir serüven!
Türkiye’ye dönerken, kitaplarını imzalayıp bana veren, birlikte çektirdiğimiz resmi adıma imzalayan, (o dönemlerde Hoca ile resim çektirmek hayal bile edilemezdi) kraniotomi ve spinal cerrahi setlerini mükemmel bir şekilde hazırlayıp Malis’in Bipolar Koter cihazı (Codman) dahil, mikroşirurjikal bir çok bayonet forseps ve anevrizma klipleri ile birlikte bana hediye eden bu büyük İnsan, bu anıtsal Hoca, Dünyayı peşinden koşturuyordu.
Evet, kimdi bu beni ve dünyayı cezbeden, peşinden koşturan adam, ve kim olacaktı!
Daha sonra Dünyada asrın bilim adamı 1950’li yıllara kadar Harvey Cushing 1950’li yıllardan 2000 yılına kadar ise Prof. Dr. Yaşargil seçilecekti. Bu Müthiş Türk , bildiğiniz gibi 1925 Lice doğumlu, babası Danıştayın kurucusu Asım Bey ve anne tarafından Balkanlardan gelen bir aile. Uzun bir hayat hikayesi vardı. Batı klasiklerini Türk okuyucularına kazandıran ve Türk eğitimine büyük katkısı olan Hasan Ali Yücel’in döneminde Almanya’ya gitmiş Avusturya ve İsviçre’de eğitimine devam etmişti. Nöroşirurji dünyası O’na çok değer veriyor, zira Yaşargil’de Cushing’in yaklaşım gücü vardı. Çünkü, hakikatten Cushing olaylara çok değişik yaklaşıyordu. Müthiş bir hayal gücü vardı. Ve diğer bir dev olan Dandy’nin müthiş bir cerrahi yeteneği vardı. Çok sabırla ameliyat yapıyordu. Ayrıca yine bildiğimiz büyük bir cerrah olan Krause’nin atılgan bir enerjisi vardı Onda. Dünya Yaşargil’de bu üç özelliğin toplandığını görecekti. Yani Cushing’in yaklaşım gücü, Krause’nin atılgan enerjisi, Dandy’nin sabrı ve cerrahi mahareti Yaşargil’de toplanmıştı.
Nöroşirurjiyi Yaşargil’den önce ve sonra diye ikiye ayırmaya başladılar. Anevrizma operasyonlarında mortalite çok yüksekti. Kortikal olmayan tümörlere tek yaklaşım hidrosefali varsa shunt takmak, kemoterapi veya radyoterapi yapmaktı. 3. Ventrikülde, hipotalamusta, mezencephalonda, beyin sapındaki lezyonlarda inoperabl kavramı mevcuttu. Tüm bu kavramlar Yaşargil’den sonra değişecekti.
Ayrıcalıklı ve farklı düşünme önemliydi. Onun Hocası Hugo Krayenbuhl’ün de bir nöroşirurji okulu vardı. Orada Hocası onun bir takım sıradışı fikirlerini görmüştü. Yaşargil daha o yıllarda farklı düşünmeye başladığını hissettirmişti. Fakat ona destek verecek herhangi bir kuruluş bir firma yoktu. Laboratuar çalışmalarına destek bulamıyordu. O zaman dünya mikroşirurjiye, mikroşirurji kavramına by pass kavramına yabancı ve bu gün dünyada çok büyük bir yeri olan John M.Tew 1967 yılında Boston’da Massacusset General Hospital’da üçüncü yıl asistanıdır. Gazi Bey orada köpeklerde mikroanostomoslar üzerine bir konferans verdi. Herkes konuya yabancı ve John Tew daha sonraki ifadelerinde kendisi için bunun bir dönüm noktası olduğunu kaydetmiştir.
Donaghi’nin dokulara tıpkı insanlara davranır gibi davranın nasihatı bir anlamda nöroşirurjinin altın kültü oldu. Donaghi’nin dokulara saygı eğitimini aldıktan sonra Gazi Hoca artık bir mikroşirurji misyoneri, ereni ve dervişi gibi çalışmaya başlamıştır. Lizbonda Egas Monis’in anjiografiyi bilim tarihine hediye etmesinden sonra damarlara karşı afinitesi oldu. Vaskuler yapı Yaşargil’e daha cazip gelmeye başladı. 1967 yılında mikrovasküler surgery, 1969 yılında “Microsurgery Apply to Surgery” adlı kitapçıkları Donaghi ve Krayenbühl’ün ilhamları sonucu Yaşargil tarfından yayınlandı. Daha sonra “Cerebral Angiography”i yazıyor ki, bu, dünyada bir çok dilde tecume edilen çok kıymetli ve ehemmiyetli eser idi. Bu üç kitabın yayınlanmasından sonra daha önceki yıllarda nöroşirurjinin Mekke’si olan yerler ortadan kalkıyor ve artık nöroşirurujinin Mekke’si İsviçre-Zürih oluyordu. Özellikle Harvey Cushing’in evine kıdemli nöroşirurjenler tecrübelerini almak için ziyarete giderledi. Nasıl ki A.B.D.’nin kuruluşunda California’da altına hücüm söz konusu idi, artık Zürih’e hücuma dönmüştü. Dünyadaki tüm nöroşirurjiyenler Zürih’e akın etmişlerdi. Çünkü Yaşargil kimsenin yaklaşmayı düşünemediği dönemlerde damarlarla bir sihirbaz edasıyla, oyuncak gibi oynuyor idi. Zaman zaman kara mizah yapıyordu, zeki bir insandı. Nitekim zekanın zekatı mizahtır ve aslında zeka, zekatı verilmesi gereken bir hazinedir. Yaşargil’de aklının ve bilgisinin zekatını veriyordu. Müthiş bir disiplin başladı. Çünkü tüm dünyada kendi kürsü ve kliniklerinin en üst seviyeye gelmiş profesör ve doçentleri Zürih’e akıyorlardı. İşte bunların en genç olanlarından biri de bendim.
Ameliyathaneyi bir ibadethane niteliğinde gören Yaşargil kesin sessizlik isterdi. Öksuremez ve nefes alamazdık. Mutlak sessizlik istiyordu. Çünkü konsantrasyonu bozuluyordu. Eğer bu disipline uyamıyorsan arkadaşların huzurunda utandırılıyordun ya da aforoz ediliyordun. Yanında çalıştığım dönemde dünyaca ünlü birçok insanın aforoz edildiğini ve ilk uçakla memleketlerine gönderildiklerine şahit oldum. Kısa süre için gelenlere “Alp’lerde yeterince kar olmadığı için mi buradasınız” diyerek serzenişte bulunurdu. Ameliyathanede tek yardımcısı Eşi ve Baş Hemşiresi Dianna Hanım idi ve senfoni uyumu ile çalışırdı. Ameliyat televizyondan izlenirdi. En çok bipolar penset ve aspiratör kullanırdı. Baş kemancı nöroanestezist, şef kendisi idi. Yaşargil ile,Zürih’te kaldığım sürenin sonlarında operasyonlarına girdim, en büyük şeref cilt sütürlerini bağlayıp kesmekti.
Yaşargil’in nöroşirurjiye en büyük katkısı subaraknoid boşlukta yürütülen ayrıntılı çalışmalardır ( sulcal-sisternal anatomi ) . Hep “Subaraknoid sisternalar nöroşirurjienin trafik işaretleridir” derdi. O yıllarda Yaşargil’in düşünceleri standart değildi. Daha sonra yıllar bu düşüncelerin birer standart haline geldiğini görüyoruz. 1970’li yılların başında Yaşargil’e yapılan tenkitlere baktığımızda O’na yapılanların ne denli yanlış olduğunu görüyoruz. Çünkü dünya ile Yaşargil’in sonuçları çok farklı idi. Kıskançlık ve çekememezlikte eklenince kabul edilemezlik daha da artmıştı. Yaşargili’in öğrencisi olan Dr. Flamm, New York’ta Bellevue hastahanesinde bir Cuma toplantısında mikrosurgery konferansında alışık olmadığımız “anastomoz, by pass ve mikroşirurji” kelimelerini duyduk diyecekti. Hatta Ossame Al Mefti bile daha sonra Zürih’te çalışmıştır. Hoca 1967 yılında, nöroşirurjinin kısa tarihine mikroşirurujiyi miras bırakmış oldu.
Şaşkınlıkla izini takip etmeye gayret ettiğim ve her sözünü kaydetmeye, her ameliyatının safhalarını şekillendirmeye çalıştığım Hocam Prof. Yaşargil, cilt insizyonundan 45 dakika sonra anevrizmaya iniyordu. İnanılmaz bir olaydı bu, çünkü bu yıllarda 15-20 saat sürerdi. Zürih’te bu operasyonu mucidi yaparken izlemek şerefti. Kullandığı tüm aletleri kendi bulmuştu. 1985’te Japonya’da Profesör Tokia, Yaşargil’in asistanı olduğumu duyunca beni randevusuz kabul etmesi, hocanın ne denli büyük bir insan olduğunu gösteriyordu.
Farklı büyüklük ve boyutlardaki bipolar pensetleri hocanın kullandığı en önemli aletlerdi. İlk olarak bunları bir saatçiden almıştı. “Leyla” ekartörü kendisi geliştirmişti. Diğer birçok ekartör ve klip sistemi ise, sonraki senelerde emeğe saygısı olmayanlarca Yaşargil’den kopya edilecekti. Sık sık “Aspiratör ve bipolar penset nöroşirurjienin en iki önemli aletidir” diye teknolojiye serzenişte bulunurdu. “Önemli olan, az aletle iyi operasyon yapmaktır” derdi.
“Sir Victor Horsley nöroşirurjide ilk uçuşu gerçekleştirdi, Cushing uçak yaptı, galaksiye taşıyan ise Yaşargil’dir” sözü, dillerde dolaşıyordu.
Yaşargil nöroşirurji disiplini ve hasta bakımını bir hemşireden öğrenmişti. 1945’te Almanya’da Nietzche’nin (1844-1900) memleketi olan Naumburg an der Saal’da öğrenci iken hasta bakıcılık yapıyordu, savaş yıllarında hastalara sülfonamid banyosu yaptırılırdı ve lastik eldivenler kullanılırdı. O zaman çok güzel bir hemşire varmış ve elinde küçük bir yara varmış, o güzel hemşirenin lastik eldiveni delinmişti ve enfeksion kaparak aynı gün, saatler içinde anaflaksiden ölmüştü. Hoca “ bu hemşirenin o güzel vücudunu sevecen ruhundan yoksun biri olarak morga taşırken ağlıyordum” demişti. Çünkü hasta bakımını ondan öğrenmişti.
1945 yılında tıp talebesi iken Saal’da bir kurbağadan transpalatin yoldan hipofiz eksplore edip, orta lobu çıkartmıştı. Muhayyilesi çok geniş bir insandı. 20 Şubat 1960’da, T11-12 seviyesine özel olarak yaptırdığı teleskopik vidayı transtorakal yolla cerrahi girişim yaparak ilk olarak kendi kullanmıştır. Ve bu Swiss Medikal Journal’de yayınlamıştı. Daha Hurringtonların devreye girmediği bir dönem…
Bipolar koagülasyon Yaşargil için çok önemlidir. Bunu çantasına koyarak Amerika’da birçok yere ameliyata gitmiştir. Hatta birgün New York’ta bipolar koter hakkında bir konferans verirken ( bipoları ilk geliştiren kişi Leonard Melis, kendisi fizyoloji çalışmalarında bunu kullanıyordu, insanlarda ilk olarak Yaşargil kullandı. ) o kadar övüyor o kadar övüyordu ki, genç birisi parmak kaldırarak “Ben Leonard Malis, ben bipoları buldum ama nerede kullanılacağını bilmiyordum, senden öğrendim” diyordu.
1960 yılında Norman Dott anısına bir toplantı düzenleniyor Dortmund’ta. Toplantıyı düzenleyen Prof. Geoffrey Jefferson, parkinsonda stereotaktik talamotomi üzerine bir toplantı. Toplantıya Zürih deneyimlerini anlatmak üzere Krayembunl’ün gitmesi gerekirken Yaşargil’li gönderimişti. Ancak Yaşargil ingilizce bilmiyor ve şimdi profesör olan arkadaşı Green’e okuması için rica ediyordu. Arizona’da Green onun adına makaleyi okumuştu. Demek ki, zorluklar bir şekilde aşılabilecekti. Transsisternal navigasyonu da geliştiren Hocam Yaşargil, hiçbir makalesini kendisi bizzat kaleme almamıştı. Ne zaman ki Littl Rock’a gitti o zaman kendi makalesini kendi yazmıştır.
Her ne kadar, “Nonsurgical Neurosurgery” Kavramını ilk olarak ben kullanmış olsam da, ilhamını, bazı köşe tümörlerini, bazı GBM ve bazı menengiomları takip etmekten yana fikir beyan eden Hocam Yaşargil’den almışımdır.
Yıllar su gibi akıyor, yaptığım ameliyatları zaman zaman Türkiye’den kalkıp Zürih’e gidip Hocamla tartışıyor, fikrini alıyor, hatalarım varsa öğreniyordum. Yurtdışı Kongrelerde artık hep beraber oluyordum. Hak etmesem de, “Yaşargil’in Prensi’ olarak da anılmak müthiş bir haz veriyordu bana. Nadir de olsa fırçalarını tadına bakıyordum. Şiir yazmam konusunda da az azar işitmedim doğrusu kendisinden. 1990 yılında kendisine, “Endovasküler yolla, işaretli lenfositler aracılığı ile endotelizasyonu provoke ederek anevrizmaların içten tamiri” isimli bir projemden bahs ettiğimde, hiç hoşlanmamış, “Git ameliyatlarını yap!” diye cevap vermişti.
Hocam Mahmut Gazi Yaşargil Zürih’den emekli olduktan sonra, Amerika’ya Arkansas’a yerleşmesi serüveni hep tarafımdan yakinen izlendi. Yolumu aydınlattı, sıkıştığımda can simidim oldu, ilkeleri ilkelerimi, prensipleri ilmi araştırmalarımın temelini oluşturdu.
Nihayet 2014 de, Türkiye’ye yerleşme kararı aldı ve muhteşem bir törenle, İstanbul’da Yeditepe Üniversitesi Ailesine katıldı. Bu törende verdiği tarihsel konferansta, kendimi otuz yıl öncesinin Zürih’deki İsmail Hakkı’sı olarak hissettim. Velfecri okuyan bakışları ile beni süzdü, ve “Sen hala Başbakan olmadın mı?” diye serzenişte bulundu!
2014 yılında hocamın doksanıncı yaşı münasebeti ile yazdığım bir makaleye “Yaşargil Otobanı” adını verdim. ( http://medcraveonline.com/JNSK/JNSK-01-00011.pdf ). Daha sonra bu jestimden çok mütehassis olduğunu ifade ederek takdir ve teşekkürlerini bildirdi.
Türk Tabipler Birliği temsilcileri ile birlikte, 12.03.2016 günü Ustam, Işığım, Mürşidim ve Hocam Prof. Dr. Mahmut Gazi YAŞARGİL ile birlikte Yeditepe Üniversitesi Beyin Cerrahisi Anabilim Dalında, maziyi yâd, istikbali imara matuf, tadına doyulmayan uzun ve doyumsuz bir sohbet yaptık. Önsözünde kendisine ithafen teşekkür ettiğim “AH BU DOKTORLAR!” isimli kitabımı imzalayarak takdim ettim.

Hiç alışık olmadığım şekilde çok mutlu olduğunu ifade etti, ilk defa benden resim çektirmemizi istedi, hatta zamanın modası olduğu üzere “SELFİ ÇEKELİM!” dedi. Çektik.


8-12 Nisan 2016 tarihlerinde yapılacak olan 30. Türk Nöroşirurji Bilimsel Kongresine, “Pterional Cerrahide Estetik” isimli, kendi cerrahi tecrube ve düşüncelerimi konu alan özel bir konferans vermek üzere davet edilmiştim. Yaşargil de “Anılar, Katkılar, Öneriler” konulu Konferansı için toplantıya katılıyordu. Diğer bir deyişle, 92. yaşına hazırlanan Hoca ve 62 sindeki Talebesi Ayrıcalıklı Konferans vermek üzere aynı Kongreye davet edilmişlerdi. Bu benim için apayrı bir mana taşıyordu.

Akşam yemeğinde Hocamla birlikte iki saati aşkın bir sohbet yaptık. Bu sohbet sırasında, hücrelerin de ruhlarının olduğunu, ameliyatta anevrizmalara ve dokulara bir kadına davranır gibi nazik ve sevecen davranmak gerektiğini söyledi. Bunun üzerine, daha önceden slaytlarımı hazırlayıp sunu ofisine teslim etmeme rağmen, vereceğim isimlendirilmiş konferansımın içeriğini bu felsefe üzerine kurguladım ve beni pür dikkat dinleyen Hocamım huzurunda, yaptıklarım, yapacaklarım, yazdıklarım, yazacaklarım, anlattıklarım ve anlatacaklarımın, Dünyada Nöroşirurji Tarikatının Şeyhi ve Mürşidi(!) pozisyonundaki Hocam Yaşargil’in eseri olduğunu bütün Beyin Cerrahlarına anlatarak, konferansımı bitirdim. Beni ayakta alkışladı. Şahsıma takdim edilen Şükran Plaket ve Belgelerini, önünde eğilerek kendisine sundum. Akabinde birlikte yemeğe geçtik. Çok mutlu olduğunu, bu yaşında kendisini bu denli anlamamdan dolayı çalışma azmini sürdürdüğünü, hiç kimsenin kendisini bu şekilde anlatamadığını ifade etti. Gözleri ışıl ışıldı. Benden, 32 yıl evvel Zürih’te ilmi ve cerrahi notlarımı tuttuğum Yeşil Defterimin durup durmadığını sordu. Müzeye koyacağını söyleyerek onu benden istedi. “Emriniz olur Hocam!” dedim. Bana hak etmediğim ve hiç beklemediğim çok büyük iltifatlarda buludu. Eşi Dianna Hanımefendi de, Hocayı hiç bu kadar mutlu görmediğini beyan etti. Eski günleri yad ettik. Hep gülüyordu.
Resim çektirdik, elini öpmeme müsade etmedi. Vedalaştık.
25 Nisan 2016 günü, Zürih’deki Beyin Cerrahisi notlarımı ve ameliyat çizimlerimi ihtiva eden o meşhur “yeşil defterimi” kendisine vermek üzere, İstanbul’da Yeditepe Üniversitesi Hastanesindeki mütevazı ofisine ziyarete gittim. Gözleri ışıl ışı, mütebessim, babacan ve sevecen haliyle beni karşıladı. Tekrar tekrar defteri dikkatle inceledi, çok kıymetli olduğunu, memnuniyetini ve benim de çok becerikli olduğumu ifade etti. Kültür, sanat, musiki, tarih, din ve nöroşirurji üzerine doyumsuz bir sohbet yaptık. Çocuklarımı, torunlarımı sordu, anlattım, bu hususlarda da kendisinden “Aferin!” aldım. Vaktim olduğunda, birlikte ameliyatlara girmemizi istedi. Ailece görüşelim davetinde bulundu. Telefonumu sekreterine verdi. Müsaade isteyince de, doksan iki yaşındaki Hocam, yerinden kalktı ve asansöre kadar gelerek beni uğurladı. Asansörün kapısı kapanırken, öptüğüm eli havada, gülümseyen yüzü ve beyazlamış kaşlarının altındaki ışıltılı gözlerle bana bakıyordu.

Daha sonra, televizyon programlarımdan ve konferanslarımdan deşifre edilerek hazırlanan ve 2016 yılında neşr edilen “Neşterin İzinde Beyin Fırtınası” isimli, Nöroşirurji dışında yazdığım on birinci kitabımı, “Dünya durdukça, İnsanlığın kendisine ebediyen minnettar kalacağı, Nöroşirurji Mesleğimin Güneşi, Rehberim, Mürşidim, Ustam ve Hocam Muhterem Prof. Dr. Mahmut Gazi Yaşargil’e…” sözleri ile kendisine ithaf etmiştim.


32 yıl evvel ve 32 yıl sonra, çok şey ifade eden iki fotoğraf…
Meftuniyet derecesinde aşık olduğum ve bu aşkı doyasıya yaşadığım, bin kere dünyaya gelsem yine de tereddütsüz tercih edeceğim Mesleğim, Nikâhlı Eşim Nöroşirurji (Beyin, Omurilik ve Sinir Cerrahisi) haricinde, sevdâlarımın ve sevgililerimin teşkil ettiği paramedikal alanda yazdığım, on birinci kitabım olan ve Kasım 2016 da GİRDAP KİTAP tarafından yayınlanan “BEYİN FIRTINASI” isimli eserimi münhasıran, dokuzuncu sahifesindeki “Dünya durdukça, İnsanlığın ebediyen kendisine minnettar kalacağı, Nöroşirurji Mesleğimin Güneşi, Rehberim, Mürşidim, Ustam ve Hocam Muhterem Prof. Dr. Mahmut Gazi Yaşargil’e…” ibaresi ile, çocuklarımın gırtlağından geçen her lokmada hakkı olan, ustam ve hocam YAŞARGİL’e, ithaf etmiştim.
Daha önce yazdığım “Ah Bu Doktorlar!” isimli kitabımı kendisine verdiğimde, çok memnun olduğunu, titiz, ciddi ve biraz da sert mizacı sebebi ile, çok nadiren gözlerinden okunan sevincine şahit olmam ve o müstesna anı tekrar yaşayabilmek arzu ve heyecanıyla, 01 Aralık 2016 Perşembe günü, hastanedeki ofisine giderek, “Beyin Fırtınası”nı da bizzat, kendi masasında “Yaptıklarımın ve yazdıklarımın teminatı, ışığı ile yazdığım kitabını, Ustam ve Hocam Muhterem Prof. Dr. M. Gazi Yaşargil’e arz ederim” notu ile imzalayıp takdim ettim.

Hocamı çok iyi tanıdığımdan, sorularına hazırlıklıydım. Kitabın isminin nereden geldiğini sorunca, yaklaşık yirmi sene evvel, iki yıl müddetle periyodik olarak yayınlanan, yapımcılığını ve sunuculuğunu bizatihi kendimin yaptığı, “Brain Storming, Beyin Fırtınası” isimli televizyon programından aldığını ifade ettiğimde, muzip ve biraz da “velfecri” okuyan gözlerini bana dikerek, beni çok yakın takip ettiğini ve nefesinin ensemde olduğunu, “Nöroşirurji, Edebiyat, Musiki, Şiir, Hat ve Teoloji” sahalarında çok aktif ve başarılı bulduğunu, bütün bunlara nasıl vakit ayırabildiğimi ve becerebildiğimi ve bu nedenlerle de beni kıskandığını(!) söyledi. Lâyık olmadığım bu iltifatlar karşısında, mahcubiyetimi ifade edince, “Keşke, ben de senin gibi ârûz vezni ile rubâî yazabilseydim!” serzenişinde(!) bulundu. Bunun üzerine, otuz sene evvel Zürih’de şiir yazdığım için Hocanın beni fırçalamasının tesirinden sıyrılarak cesaretimi toplayıp, yanımda her ihtimale göre getirdiğim, ârûz ile yazdığım “Ya Hayy!, Rubâîler” isimli kitabımı imzalayarak Hocama takdim edince, bana “Bak, haklıymışım!” dedi.
Gerek dünya ve gerekse Türkiye eksenli problemler üzerinde konuştuk. Nöroşirurji’nin geçmişi, bugünü ve geleceği hususunda görüşlerini beyan etti, benim fikirlerimi sordu, anlattım.
Bana, yetiştirdiği öğrencileri arasında, hep yanında duran, sadakatinden şüphe etmediği, saygı ve sevgisinde asla kusur etmeyen, kendisini devamlı arayıp soran, ziyaret eden, Dünya’daki iftihar ettiği birkaç Beyin Cerrahından biri olduğumu söyledi. Mahcup oldum, duygulandım, donakaldım, dilim tutuldu… Yerinden kalktı, kütüphanesinden, “M. GAZİ YAŞARGİL, Bir Beyin Cerrahının Meslek Yaşamı, Düşünceleri ve Anıları” isimli kitabını aldı ve “Sen hep iki dolmakalem kullanırsın, biri mavi, diğeri siyah mürekkepli. Mavi mürekkepli olanı ver bakalım!” dedi. İstediği kalemi cebimden çıkartıp verdim. O kalemle kitabına, “Şâir Beyin Cerrahımız İsmail Hakkı Aydın’a en iyi dileklerimle. Gazi Yaşargil, 01.12.2016” notunu düşerek imzaladı. Sekreterini çağırdı, birlikte fotoğraf çektirdik, benim için çok değerli, anlamlı ve unutulmaz olan bu müstesna anı ölümsüzleştirdik.

Sohbetimiz devam ederken, ameliyattan çıkıp gelen Prof. Dr. Uğur Türe de müsade alarak, bize katıldı, güncel konular hakkında fikir alışverişinde bulunduk. Türkiye’de yapılacak olan “2017 Dünya Beyin Cerrahisi Kongresi” hakkında düşüncelerimizi paylaştık.
Müsaade isteyince, en kısa zamanda ziyaretime gelmek istediğini söyledi, kapıya kadar gelerek beni uğurladı. Doksanıncı yaşını çoktan aşan Gazi Hocamı, hiç bu kadar mutlu görmemiştim…
Anıların Kanatları Altında Konferanslar
Otuz üç yıl sonra tekrar, uykusuz gecelerin, sökmeyen şafakların, sonucu merakla beklenen araştırmaların, sonu gelmeyen ameliyatların, tükenmeyen korkuların, ok gibi delici ikaz eden bakışların ve kime isabet edeceği belli olmayan havalarda uçuşan kurşundan ağır sözlerin ve ardı arkası kesilmeyen fırçaların birbirini kovaladığı Ramistrasse 100 adresinde, Zürih Üniversitesi Hastanesinde, mikronörovasküler araştırmalarımı ve beyin cerrahisi ihtisas tezimi tamamladığım Krayenbuhl’ün ve Yaşargil’in nöroşirürji kliniğindeyim.
Her şey yerli yerinde bana bakıyor. Zaman durmuş ve içine düşmüşüm gibi. Anılar zihnimde, heyecan, hasret, gurur ve onurdan müteşekkil müthiş bir metamorfoz yaşatıyor.
25 Mart 2017 Cumartesi günü, “Sanat Olarak Nöroşirürji (Neurosurgery as Art)” isimli bir konferans vermek için özel olarak davet edildiğim Zürih Üniversitesi Hastanesi Konferans Salonu’ndayım.
Salon tıklım tıklım… Ama bir gariplik var. Her dinleyici koltuğunda Hocam Gazi Yaşargil oturuyor ve “velfecri okuyan” gözlerini dikmiş, bana bakıyor! Başka kimsecikler yok gibi koskocaman amfide. Bereket versin, seyahatimde bana eşlik eden Avrupa-İsviçre Türk Hekimleri Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesi ve Türkiye Temsilcisi, Sevgili Kardeşim Dr. Metin Gürsan Beyefendi’nin beni uyarması ile kendime geliyor ve soruların ileri derecede fazla ve ilginç olması sebebi ile normal süresini bir hayli aşan konferansımı veriyorum. Konferansım ve konferans sonrası benimle yapılan röportaj, İsviçre-Türk televizyonundan naklen yayımlanıyor.
Gala gecesinde, beni sahneye davetle, ısrarla, biraz da cebren(!) bir şarkı söyletiyorlar. Bir uşşak eser mırıldanıyorum. Anladıklarından mı, anlamadıklarından mı, yoksa moralimi bozmamak için bana saygılarından mı bilmiyorum, çok büyük alkış alıyorum!
Ama Gazi Yaşargil Hocam hep beni takip ediyor gibi bir his, hiç yakamı bırakmıyor…
Bu arada, Avrupa-İsviçre Türk Hekimleri Federasyonunun projesi olan, “Zürih Üniversitesine Yaşargil’in büstünün dikilmesi” fikri ile İsviçreli yetkililerce, Zürih Üniversitesi Nöroşirürji Kliniğinin kuruluşunun 80. yılında, Prof. Dr. Hugo Krayenbühl ve Prof. Dr. Mahmut Gazi Yaşargil’in büstlerinin birlikte dikilmesi hususu gündeme geldi ve mutabık kaldık. Bu da bizi ileri derecede mutlu etti.
Bu yurt dışı konferans gezimin İtalya ve Avusturya ayağından sonra Türkiye’ye, İstanbul’a dönüyorum. Nefeslenmeye fırsat yok…
Hemen akabinde, 28 Mart-2 Nisan 2017 tarihleri arasında yapılacak olan Türk Nöroşirürji Bilimsel Kongresi için Antalya’nın yolunu tutuyorum. Tutuyorum, tutuyorum da orada da yine beni Hocam Mahmut Gazi Yaşargil ve eşi Dianne ile karşılıyor!

Ertesi sabah saat 07.00’da, bazı önemli konuları görüşmek üzere randevulaşıyoruz. Yine bitmeyen uykusuz ve heyecanlı bir gecenin sabahında, sözleştiğimiz yerde, saat 06.00’da hazır bir vaziyette beklemeye başlıyorum ki, yarım saat sonra Hocam, eşi Dianne ile arz-ı endam ediyor. Muzip bir şekilde bana bakarak, beni ters köşe yapmak istercesine, randevuya erken geldiğini, ancak tecrübem sayesinde, “gol yemediğimi!” hissettiriyor.
İki saati aşkın bir süre, baş başa istikbale matuf, gerek benim ve gerekse Yaşargil hakkında, ulusal ve uluslararası boyutta çok önemli konuları tartışıyor, anlaşıyor ve İstanbul’a döndüğümüzde görüşmelerimize ve projelerimize devam etmeyi karara bağlıyoruz. Ancak, kendisi ile ilgili bazı geçmişe ait özel hususları, şimdilik yazmamam şartı ile bana aktarıyor ve bilmem gerektiğini, zamanı geldiğinde kullanabileceğimi ifade ediyor. Bu arada, heyecanım ve çok soru sormam sebebi ile geleneksel fırçalarından nasibimi de aldığımı hatırlatmak istiyorum. Tabii ki kendisinin haberdar olmadığı, “Zürih Üniversitesine Büstünün Dikilmesi” haberini verince de bir başka keyifleniyor ve “Siz benim büstümü buraya, Türkiye’ye dikin!” diyor.
Kongre boyunca, gençlere taş çıkartırcasına, doksan üçüncü yaşını sürdüren Gazi Hocanın enerjisi hiç tükenmiyordu. Her yerde her oturumda, başköşede yerini alıyordu…
BİR PAZAR GÜNÜNE SAKLI ÖMÜR BOYU MUTLULUK!
Hocam Prof. Dr. Mahmut Gazi Yaşargil, son zamanlarda, hep benim çocuklarımı ve torunlarımı görmek istediğini söyler dururdu. Ben de, çocukların ve torunların farklı farklı vilayetlerde bulunması ve hepsini bir araya toplayıp, Hocanın müsait zamanına denk getirememe endişesi ile, üzerinde duramıyordum. Lakin, 2017 Yılı Nöroşirurji (Beyin Cerrahisi) Kongresinde, Hoca beni biraz da sert bir şekilde tekrar ikaz edince, çocukları bir araya toplamak farz oldu.
29 Temmuz 2017 günü, Oğlum Abdulkadir Cüneyt, Gelinim Fatma, Kızlarım Suz-i Dilara Canan, Fatma Merve ve Torunlarım; Ahmed Bircis, Emine Rayyan, Nazmiye Efnan, Vuslat Betül, Fatma Nur ve Saliha Dilara’yı, Erzurum, Trabzon ve Antalya’dan İstanbul’a toplama imkanını yakaladım. Fırsat bu fırsat diyerek, Hocamın Eşi Dianne’ı arayarak, çocuklarımın ve torunlarımın hepsinin benim yanımda, İstanbul’da, Tepekent’deki evimde olduklarını söyledim ve ertesi gün için davetimi yaptım. Bir kaç saat sonra bana dönerek, davetime memnuniyetle icabet edeceklerini bildirince, müthiş bir sevinç ve haz ile birlikte, endişe ve heyecan da duymaya başladım. Otuz küsür yıl evvel, Zürih’e ilk gittiğim dönemlerde yaşadığım endişe ve heyecanı, tekrar hissederek sabahı zor ettim. Gözüme uyku girmedi. Ama, randevu, 30 Temmuz 2017 Pazar günü, sabah saat 08:00 de olmasına rağmen, ben bir saat evvelinden kapısında hazır içtima, bekliyordum.
Başta Eşim Emine Hanım olmak üzere, çocuklarımın ve torunlarımın hepsi, bahçe kapısının önünde, bir tören mangası ciddiyetinde ve nizamında dizilmiş, hikayelerini dinleyerek büyüdükleri bu Asrın Bilim Adamını karşılamaya hazır vaziyette, müthiş bir heyecanla bekliyorlardı.
Kendisinin elinde ilk defa bir baston görüyordum. Lacivert bir pantolon, sarı, siyah, kırmızı ve mavi çizgileri olan beyaz bir tişört ve kalın tabanlı siyah spor bir pabuç giyinmiş olarak, yanında Sevgili Eşi ve Can Yoldaşı Dianne Hanımefendi ile birlikte bahçe kapısından giriyordu. Kıdem sırasına göre(!) herkes elini öpüyor ve böyle bir hadisenin gerçekleştiğine inanamıyorlardı. Çok sık görmeye alışık olmadığımız, mutlu, sevecen ve güleç yüzü ile, yeşil çimlerin üzerinde yürürken, gözlerinden mutluluk fışkırıyordu.


Eve girmeden önce, önce bahçeyi, fındık ve meyve ağaçlarını görmek istedi. Çok titiz bir şekilde ve konunun uzmanı gibi, domatesleri, biberleri, patlıcanları, salatalıkları, mısırları, fasulyeleri, patatesleri, fındık ve meyveleri inceledi, fikirlerini ve eksikliklerimizi söyledi.

Pergolada hazırlanan kahvaltı masasında, kendisi için ayrılan baş köşeye oturduğunda, hepimizin gözlerinden sevinç parıltıları saçılıyordu. Sağ yanına beni, sol yanına Dianne’ı ve diğer sandalyeleri de yine arzusu çerçevesinde sahiplerine tevdi edilerek, oturma düzeni sağlandı. Kendisi resimler çekti, bizlerin de fotoğraf çekmemize müsaade etti.
Özellikle daha çok Trabzon’un yöresel yemek kültürü ağırlıklı, kuymak dahil, bir kahvaltıdan oluşan menu, sohbet eşliğinde sürdü. Zaten Hocanın yemek alışkanlıklarını bildiğim için soframızda, bahçemizden topladığımız sade ve natürel sebzeler hakimdi.
Torunlarla ve çocuklarla teker teker sohbet etti, sorular sordu, bilgi seviyelerini ölçtü. Daha önceden Hocanın geleceğini bilen, kendisini ona göre hazırlayan ve istikbale yönelik bilimsel projeleri hakkında kafasına takılan soruları sormak için sabırsızlanan Torunum Ahmed Bircis, oturma nizamını bozup, Hocaya daha yakın bir pozisyona yerleşti ve her fırsatta sorular sormaya başladı. Bu Hocanın çok hoşuna gitti ve ilgisini çekti. Benim de çok iyi bilmediğim, ancak ilgimi çeken ve müdahil olduğum, beyin gücü, connectom, genom ve uzay hakkındaki Bircis’in fikirlerini Hoca çok ilginç buldu ve birkaç saat süren kahvaltı boyunca derinlemesine konuşmaları devam etti. Bu arada oğluma neden kendisinin çok fazla konuşmadığını sorunca, Cüneyt de, “Bizim ailede baba ile oğul arasında bir bariyer var, lakin dede ile torun arasında bütün kapılar açıktır!” diye cevap verince, Hoca, “İlginç… Bu müthiş ve hiç duymadığım bir cevap!” diyerek memnuniyetini ifade etti. Benim de yararlandığım sıradışı bir sohbet oldu.
Kahvaltı sonrası torunlara hediyelerini verdi. Yalnız çok takdir ettiği ve çok zeki bulduğu, mutlaka çığır açacak kabiliyette bir bilim adamı olacağından şüphe etmediği Ahmet Bircis’e, daha sonra hediye olarak, bir matematik-zeka kitabı imzalayarak gönderdi. Fen bilimlerine yönlenmesini tavsiye etti.
Hayatın çok acımasız ve de insanların vefasız olduklarından bahisle, Ülkemizdeki ve Dünyadaki Bilim Politikaları üzerine uzun uzun sohbet yaptık. Bizim insanımızın yeterince çalışkan olmadığını vurgulayarak, kendi hayatından çok ilginç kesitler aktardı. Ancak, sadece bende kalması şartı ile bu anılarını ifade ettiği için burada, onlara yer vermeyeceğim.
Çocukların havuzda yüzmelerini keyifle seyrettikten sonra, evi gezmek isteyen Hoca, Dianne ile beraber, başta benim çalışma odam olmak üzere, her yeri ilgi ile dolaştı. Sorular sordu. Evi ve bahçeyi çok beğendiğini belirten Hoca, Eşime takdir ve tebriklerini ifade etti. Kendine has uslübuyla iyi temennilerde bulundu, dualar etti.


Sonra çalışma masama yerleşerek, kıtaplarımı inceledi, masa düzenimi övdü, dergilere göz gezdirdi, fotoğraf çekti. Masamın üzerinde gördüğü bir dergiyi ilgi ile inceledi, bir yerinde kendisinden bahs ediyordu. Yüzünden gülümseme hiç eksik olmadı. Masamda duran benim bir fotoğrafımı çok beğendi ve kendisine onu vermemi istedi. Hemen paket ederek Dianne’nın koltuğunun altına yerleştirdi. Bu hiç beklemediğim ve hiç kimseye nasip olmayan bir şans, bir gurur ve bir ayrıcalıktı.
Doksanı aşan yaşına rağmen, dinçliğinden pek bir şey kaybetmeyen Hocamı ve Eşi Hanımefendiyi, yaklaşık dokuz saati aşan, benim, eşim, çocuklarım ve torunlarım için dolu dolu, ömür boyu sürecek bir mutluluğun gizlendiği Pazar günündeki bu hatıralarımızla bezenmiş beraberliğimizin ardından, alıp ikamet ettikleri modern bir rezidansın 26. katındaki hane-i saadetlerine götürdüğümde, aynı heyecanla evini, kütüphanesini ve çalışma odasını bana gezdirdi. Dianne Hanımefendinin özel bir spesiyalitesi olan ikramı ile sürdürdüğümüz sohbetimizde, kitaplarını yerleştireceği ve bir müze olarak kuracağı mekanın eksikliğinden şikayet ediyordu.
Kapıya kadar gelerek beni uğurlarken, Dianne ve Hocam Prof. Dr. Mahmut Gazi Yaşargil’in gözlerinden mutluluk, gurur ve güven duyguları saçılıyordu.
Sen, İnsanlığa, Tıbba, Nöroşirürjiye ve Dünyaya büyük hizmetler verdin, katkıda bulundun, çığır açtın.
Dâr-ı Bekâya ufûlünle ye’se boğuldum.
Hocamdın.
Ustamdın.
Babamdın.
Mürşidimdin.
Makamın Firdevs Cenneti olsun.
Rabbim rahmet eylesin.
Tüm Dünya Beyin Cerrahisinin başı sağ olsun!

3 yorum
Hocam, Ben Alper Çelikdemir ben Profesör Dr Mahmut Gazi Yaşargil’i göremedim. İnşallah sizi görmek nasip olur.
Çok Değerli Prof. Dr. İsmail Hakkı AYDIN HOCAM… Yazınızı büyük bir dikkât ve ilgiyle okudum. Sonunda “Ne mutlu İ H AYDIN HOCAMA!..” dedim… Dünyada çok az insana nasip olacak olan böylesi bir anılar rüzgarını bizlere de yaşattığınız için size sonsuz teşekkürler ediyorum muhterem Hocam… Kalbî saygı, sevgi ve selamlarımla…
Başınız sağ olsun hocam Rabbim Gazi hocamıza rahmet eylesin merhametiyle muamele eylesin inşallah