Tarihin bir döneminde, Mısır’ın İskenderiye kentinde insanlığın en büyük hayallerinden biri şekillendi: tüm bilgiyi bir araya getirmek. İskenderiye Kütüphanesi’nde yüz binlerce el yazması toplanmıştı. Amaç, evreni anlamak, doğayı çözmek, geleceği öngörebilmekti. Benzer ideallerle Abbâsîler döneminde Bağdat’ta kurulan Beytü’l-Hikme, antik Yunan, Pers ve Hint metinlerinin Arapçaya çevrildiği bir çeviri merkezine ve aynı zamanda bir bilgi külliyatına dönüştü. Endülüs’te Kurtuba Kütüphanesi, Batı Avrupa’nın karanlıkta olduğu dönemlerde yüz binlerce cilt eseriyle bir ışık kaynağı olmuştu. Çin’de Tang Hanedanı dönemindeki İmparatorluk Kütüphanesi ve Hindistan’daki Nalanda Üniversitesi de bu hayalin birer yansımasıydı.
İnsanlık, yüzyıllar boyunca bilginin peşinden koştu. Kitaplar toplandı, çeviriler yapıldı, arşivler oluşturuldu. Bilgi bir güçtü; ancak bu gücün nasıl kullanılacağı, kimin elinde olduğu ve ne amaçla işlendiği hep bir soru işareti olarak kaldı. Bugünse, çok daha büyük bir veri denizinde yüzüyoruz. Terabaytlarca bilgi saniyeler içinde üretiliyor. Akıllı sistemler geliştiriyor, yapay zekâyla geleceği yeniden kurmaya çalışıyoruz. Ama çok önemli bir soru hep önümüzde duruyor: Çok veriye sahip olmak, bizi gerçekten daha bilge yapıyor mu?
Veri, en yalın haliyle gözlemlenebilir, ölçülebilir ve kaydedilebilir parçacıklardır. Sayılar, sinyaller, semboller, hareketler, sıcaklık, konum, ses ya da metin… Hepsi birer veridir. Ancak bu haliyle veriler anlamsızdır; sadece ham maddedir. Tıpkı bir kitabın içindeki harfler gibi. Harfler, ancak doğru bir sırayla dizilirse bir anlam taşır. Veri de, işlenmeden, bağlam kazanmadan, anlam taşımaz.
Bugün, insanlık tarihinde görülmemiş bir hızda veri üretiliyor. Sadece 2023 yılında dünyada toplam 118 zetabayt veri toplandı. Bu rakam, soyut bir büyüklük olarak algılandığında kulağa sadece devasa geliyor. Ama anlamlandırmak için şöyle düşünelim: Mısır’daki antik İskenderiye Kütüphanesi’nin yaklaşık 150 bin cilt el yazması içerdiği tahmin edilir. 118 zetabayt veri, 2023 yılındaki dünya nüfusuna oranlandığında, her bir insanın tek başına bir yılda yaklaşık 500 İskenderiye Kütüphanesi kadar veri ürettiği görülmektedir.
Bu muazzam büyüklük aslında bir paradoksu da beraberinde getiriyor. Hiçbir dönemde bu kadar çok bilgiye ulaşmak bu kadar kolay olmamıştı; ama aynı zamanda hiçbir dönemde bu kadar çok gürültü, kafa karışıklığı ve bilgi kirliliğiyle karşılaşılmamıştı. Çünkü veri miktarı artarken, onun içindeki anlamı seçebilme becerimiz aynı hızla gelişmiyor.
Veri çoğu zaman bağlamdan kopuk, dağınık, fazlalıkla yüklüdür. Her şey kayıt altına alınsa da, bu kayıtların hangisinin gerekli, hangisinin rastlantısal, hangisinin yanıltıcı olduğu çoğu zaman belirsizdir. Veriyi değerli yapan şey, yalnızca miktarı değil; onun nasıl işlendiği, neyle ilişkilendirildiği ve ne amaçla kullanıldığıdır.
Veri, doğru işlendiğinde ve bir bağlama yerleştirildiğinde bilgiye dönüşür. Bilgi, yalnızca gözlem değil, yorum içerir. İçinde örüntü vardır, ilişki vardır, karar destek kapasitesi vardır. Veriyi sadece toplamak değil, onu sınıflamak, karşılaştırmak ve anlamlandırmak gerekir. Bilgi, artık bize “ne oluyor?” sorusunun cevabını verir.
Örneğin, hava sıcaklığına dair bir sensörden her saat gelen değerler veridir. Ancak bu değerleri zamana göre sıralayıp analiz ettiğimizde ve örneğin “son üç gündür sıcaklık düzenli olarak artıyor” gibi bir çıkarıma ulaştığımızda artık bilgi üretmiş oluruz. Bu bilgi sayesinde ne giyeceğimize ya da dışarı çıkıp çıkmamaya karar veririz.
Yapay zekâ sistemleri de tam olarak bu aşamada devreye girer. Ham verilerden örüntüler (desenler) çıkaran algoritmalar, öngörü, sınıflandırma veya öneri sunma gibi işlevler için bilgi üretir. Ancak buradaki “bilgi”, hâlâ tek başına yeterli değildir. Çünkü bilgi, çoğu zaman bağlam içinde değerlendirilmediğinde yanlışa da götürebilir.
Bilgi, ancak insanla birleştiğinde daha yüksek bir forma evrilir: özbilgi. Özbilgi, yalnızca bilgiye sahip olmak değil; o bilgiyi bağlam içinde değerlendirebilme, ilişkilendirme ve içselleştirme becerisidir. Bir insanın deneyimi, sezgisi ve kültürel birikimiyle harmanlandığında bilgi artık soyut olmaktan çıkar; karar alma gücüne, sezgiye ve hatta öngörüye dönüşür.
Bu seviyede insanlar; veriler arasında ilişki kurar, alakasız gibi görünen kavramları yan yana getirir, çok boyutlu düşünür. Özbilgi, sadece teknik bir analiz değil; kişinin dünyayı anlama biçiminin yansımasıdır. Bu yüzden eğitim, okuma, gözlem, insanlarla temas, hatta sanat ve edebiyat, özbilgiyi geliştiren unsurlardır.
Veriyi kum gibi bir hammadde olarak düşünürsek, bilgi ham maddeden oluşan tuğla, cam gibi malzemelerdir. Bu malzemeleri bir araya getirip bir ev inşa etmek bir ustanın işidir. Bu malzemeleri doğru bağlantılarla bir araya getirerek ev inşa etmek ise özbilgiyi anlatır. Ancak bu da son durak değildir. Çünkü her usta ev yapabilir ama o evi kimin için, nerede, hangi ruhla inşa edeceğini bilmek başka bir şeydir. Örneğin inşa edilen ev o bölgenin koşullarına uygun mu? Mesela ev aldığı güneşe ya da rüzgâra göre tasarlanmış mı? Bölgenin nem oranına ya da toprak yapısına göre daha dayanıklı inşa edilmiş mi? gibi farkındalıklarla ve sanatla evin inşa edilmesi ustalığın derecesini gösterir. Kısaca, bu noktada karşımıza çıkan şey bilgeliktir.
Bilgelik, yalnızca bilgiye sahip olmak değil; o bilgiyi anlamla, etikle, vizyonla buluşturabilme becerisidir. Bilgelik, yalnızca doğruyu bilmek değil, doğru zamanda, doğru yerde, doğru şekilde, doğru şeyi yapabilmektir. Bilgelik, geçmişi anlamak, şimdiyi fark etmek, geleceği sezmektir. Yaratıcılıkla, bütüncül düşünmeyle, iç görüyle karar alabilmektir.
Günümüzde bir yapay zekâ sistemi, veriden bilgi çıkarabilir. Belki özbilgi seviyesine yaklaşan çıkarımlar da yapabilir. Ama günün en büyük sorusu şudur: Yapay zekâ bilge olabilir mi? Ya da daha önemlisi: Biz, bu kadar veriye rağmen bilge olabiliyor muyuz?
Veri, tıpkı dağınık harfler gibidir. A, B, C… Belki binlercesi elimizin altında olabilir. Ama bu harfler, bir anlam taşımaz; rastgele bir araya gelmiş sembollerdir. İşte bu, veridir.
Bu harfleri belli kurallara göre yan yana getirip sözcüklere, cümlelere ve paragraflara dönüştürdüğümüzde bir kitap ortaya çıkar. Artık elimizde yalnızca harf yığını değil, bir anlam bütünü vardır. Bu, veriden bilgiye geçiştir.
Ancak her kitap yazarını anlatmaz. Aynı kelimelerle yazılmış binlerce kitap olabilir. Özbilgi, yazarın kendi birikimiyle, dünyaya bakışıyla, yaşadıklarıyla, hayal gücüyle şekillenen bir derinliktir. Yani bilgiyi kendine özgü şekilde işleyebilmek… İşte bu noktada sıradan bir kitaptan sıyrılıp bir yazara dönüşürsünüz. Herkes metin yazabilir ama herkes yazar değildir.
Ve bazen bir yazar çıkar; sadece kelimelerle değil, fikirleriyle çağları aşar. Hayal ettiği şeyler yüzyıllar sonra gerçeğe dönüşür. Jules Verne gibi… 19. yüzyılda okyanusların altına inen denizaltıları, uzaya fırlatılan roketleri, yerin merkezine yolculukları hayal etmiş, öngörmüştür. Bugün bile onun kurduğu dünyalar, hem bilim insanlarına hem de sanatçılara ilham vermeye devam etmektedir. İşte bu, bilgeliktir. Verne, yalnızca yazan değil; yön gösteren, geleceği şekillendirebilen, çağının ötesini görebilen bir bilge yazardır.
Verne’nin bilgeliğini anlatan çarpıcı örneklerden birini hatırlayalım: 1865’te yayımlanan Ay’a Yolculuk adlı kitabı. O yıllarda henüz uçak bile icat edilmemişken, Verne bırakın yatay uçuşu, dikey fırlatmayla Ay’a yapılan bir yolculuğu, roket bilimiyle açıklayarak kaleme almıştı. Kitabında, fırlatma mekaniği, iniş kapsülü ve astronotların fiziksel koşulları gibi teknik ayrıntıları şaşırtıcı bir doğrulukla kurgulamıştı. Bugünün mühendislik bilgisiyle karşılaştırıldığında, verdiği detayların modern roket bilimine çarpıcı ölçüde yakın olduğu görülür. Öyle ki Ay’a Yolculuk’un yayımlanmasından tam 104 yıl sonra insanlık gerçekten Ay’a ayakbastı. Ve bu tarihi görevi planlayan birçok bilim insanı, ilham kaynakları arasında açıkça Jules Verne’in adını söyledi. Yani Verne, yüz yıl önce yazdıklarıyla yalnızca geleceği hayal etmedi; onu şekillendirdi.
Bu nedenle, bu yazıda anlatmaya çalıştığım süreç basittir ama oldukça derindir. Harflerden Jules Verne gibi bir dehaya uzanan bu yol şöyle gösterilebilir:
Harfler → Kitap → Yazar → Jules Verne
Veri → Bilgi → Özbilgi → Bilgelik
Bu süreç sadece şirketlerin, bilim insanlarının değil; hepimizin hayatının merkezine alması gereken bir anlayışı temsil eder. Bu yüzden, veri okuryazarlığı yalnızca teknolojik bir gereklilik değil; aynı zamanda kültürel bir aydınlanma yolculuğudur.
Yapay zekâ sistemlerinde de nihai hedef, bu zinciri kurabilmektir. Ama asıl soru hâlâ geçerlidir: Tüm bu harfleri bir araya getirmek, bizi Jules Verne yapar mı?
Bugün elimizde sayısız harf var. Günde milyarlarca veri üretiyoruz. Akıllı algoritmalar bu verileri kitaplara, yani bilgiye dönüştürüyor. Ancak bu kitapları anlamlı kılacak yazarlar hâlâ bizleriz. Ve o yazarlardan Jules Verne gibi bilgelik taşıyanlar, yalnızca veriye değil; sezgiye, bağlama, hayal gücüne ve vicdana da sahip olanlardır.
Yapay zekâ, belki bilgiyi çok hızlı işleyebilir. Ama bilgeliği anlamak ve ona ulaşmak hâlâ insan olmanın en büyük ayrıcalığıdır. Çünkü bilgelik, sessiz bir içgörüdür. Gürültüde değil; anlamda saklıdır.
Veri çağında yaşıyoruz. Ama sorumluluğumuz sadece daha çok veri toplamak değil; onu dönüştürmek… anlamlandırmak… içselleştirmek… ve sonunda insanlığın yararına, bilgelikle karar verebilmektir.
Peki, bilgeliğe giden bu yol nerede bitmektedir?
Aslında birçok yolculukta olduğu gibi, bu yolculuğun da kesin bir varış noktası yoktur. Çünkü bilgelik, durağan bir hedef değil; sürekli gelişen, derinleşen bir arayıştır. Albert Einstein bu durumu şu sözüyle çok güzel özetler: “Bilgelik, eğitimle ulaşabileceğiniz bir şey değildir. Bilgelik, ona ulaşmaya çalışırken farkında olmadan vardığınız bir seviyedir.”
Yani yön bellidir, ama varış noktası tam olarak çizilemez. Çünkü öğrenmenin sonu yoktur. Bu yüzden yolculuğun kendisinin farkında olmak gerekir ki anlamlı duraklara ulaşabilelim. Bu, sadece bireysel bir yürüyüş değil; insanlık macerasında birlikte yürüdüğümüz bir yoldur. Her birimizin katkısıyla şekillenen, zamanla derinleşen, değişen bir yolculuk… Ve belki de bu yüzden bilgeliğin tanımı, tıpkı insanlık gibi, ilerledikçe değişir.