Anadolu’nun koca çınarı hak aşığı, doğa dostu, Vatan-Millet sevdalısı, milli birlik ve dahası insanlık sevdalısı, Mustafa Kemal Atatürk’ü en güzel anlatan ADAM yani ADEMOĞLU “AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU” özetle derki “DAVA İNSANLIK DAVASI”.
Birey olmak da adam olmak da zor galiba. Aşık Mahzuni Şerif “Adam olmak dile kolay” der. Niyazi Berkes Türk Modernleşmesi kitabında Osmanlıda “yönetilenleri” sınıf bağlamında iki başlık altında inceler: ilki, toplum katındaki başlıca sınıflar olan köylü, esnaf ve tüccar; ikincisi devlet katındaki güç organları olan padişah, kullar ve beyler. Osmanlı’da toplumun ilk ve en önemli sınıfı köylü (reaya) sınıfıdır. Çünkü ekonomik sistemin temeli, devletin kontrolü altındaki toprakların ekimine bağlıdır. Osmanlı sisteminde köylünün toprağı kullanma hakkı bir özel mülkiyet hakkı değildir. Aynı zamanda bu hakkın siyasal bir güç de sağlama niteliği yoktur.
Osmanlı toplumunu feodal bir toplum olarak görenlerin yanıldığını vurgulayarak ne otokrat ne de teokrat bir rejim olmadığını söyler. Bu toplum yapısının “Doğu despotizmi” kavramıyla açıklanabileceğini savunur. Berkes’e göre kulluk sistemine dayalı despotik rejimlerde devlet ve toplum arasındaki bünye kopukluğu sebebiyle kaçınılmaz bir durgunluk doğar; bu durgunluk evrimleşmenin, ileriye doğru yol almanın tarihî bir engeli haline gelir. Berkes toplum ve kültür yapısına yeni bir hareketlilik kazandırmayı amaçlayan ve II Mahmud ile belirginleşen dönemin Batılılaşma gayretlerini anlamlı işaretler olarak kabul eder. Monarşi, meşrutiyet, cumhuriyet (tek ve sonrasında çok partili) yaşadığımız toplumsal değişim ve dönüşümlerin aynı vatanda yaşayan insanımız üzerine etkisini en iyi analiz edenlerde biri de Kemal Tahir dir. Köylüler Osmanlılıktan gelen sosyo-ekonomik alt yapının etkisiyle değişime direnç gösteren, geleneklere bağlı tipik Doğu insanlarıdır. Köylülerin bu özellikleri Doğu toplumunda birey olamama halinin de bir göstergesidir.
Hilmi Yavuz “Türk modernleşmesinin bir oryantalizm olduğunu ve bu sürecin birey-olma kimliğini değil, bencil-olma kimliğini ürettiğini söylemiştim: Gerçek modernlik bireyler; oryantalist modernlik ise benciller üretir. Türk insanı kendisini ‘birey’ olarak inşa edememiş, bu imkândan mahrum kalmış, dolayısıyla ‘birey’ olmayı, zihinsel bir kategori olarak ‘bencil olma’ şeklinde kurgulamıştır.” “İnsanımız, maddî anlamda kendi çıkarını her şeyin üzerinde görmeye öncelik veriyor. Bizi mânen inşâ eden nezaket, saygı, hoşgörü, yardımseverlik ve benzeri kavramların, hayatımızdan çekilmiş olmasını, ne yalan söyleyeyim, hüzünle seyrediyorum. Dünyayı somut ve maddî çıkarların dışında, entelektüel ve ahlakî bir obje olarak idrak edememe malûliyeti! Her şeyin maddiyat ile ölçüldüğü, bir başka deyişle, ‘paranın en yüce değer’ olduğu sözde ve sahte bir modernlikle malûl bu toplulukta, birey olmanın, bencil olma biçiminde idrak edilmiş olmasına da elbette şaşmamak gerekir. Bencilliklerin hâkim olduğu bir toplulukta, herkesin birbirini ‘ötekileştirme’si biçiminde gerçekleşen ilişkiler, Türk modernleşme sürecinin ürettiği modernitenin, bir tür Oryantalizm olduğunu, dahası, modern bir toplum inşa edemediğini gösterir.”
Büyük Ozan Veysel Baba ne der:
Ben giderim adım kalır
Dostlar beni hatırlasın
Düğün olur bayram gelir
Dostlar beni hatırlasın.
Hilmi Yavuz’un tarif ettiği bencillik ile “hayırla anılmak yada insan en büyük isteği olan ölümsüzlük anlamında kalıcı eser ve etki bırakmak ne mümkün. Kapitalizm ile bireycilik arasındaki ilişkileri mutlak bir yoldaşlık mevcut. Kapitalizmin en kolay benimsediği bireycilik türü de ekonomik bireycilikdir. Kapitalizm için ideal bireyler haline gelen bu kişiler, tüketerek kendilerini var etmeye çabalamaktadırlar. Bunun sonucunda ise kimseyi düşünmeden, başkalarını önemsemeden, yalnızca kendi ‘ihtiyaçlarına’ odaklanarak, bencilce tüketen, tüketerek de var olan bireyler ortaya çıkmaktadır.
Hayatın her alanında olduğu gibi akademide de gemisini yürüten kaptandır denildi. Hep birisi önde gidecek tepkiyi absorbe edecek, “dur bakalım ne olacak” dediğimiz, “aslansın kaplansın örneksin diyerek ve sonrasında yalnız bırakacağımız bir “kurban” aramaz mıyız. En kötüsü de “yapmasaydın, etmeseydin, söylemeyeydin be hocam” demeden de olmaz değil mi? Sonuçta kendimiz olaydan ayıralım ve temize çıkaralım dahası gerekirse onu kurban vermekten çekinmeyiz.
“Timur, ordusundaki fillerden birini, Nasreddin Hoca’nın memleketine gönderir. Fil o kadar büyük, o kadar oburdu ki, köyde ne kadar ot, saman varsa, hepsini silip süpürür. Bu duruma köylüler daha fazla dayanamazlar.
Nasreddin Hoca’yı da önlerine katarak, Timur’a şikayet için yola çıkarlar. Nasreddin Hoca’ya destek olacaklarına söz veren köylüler yolda birer ikişer sıvışırlar. Tek başına kalan Nasreddin Hoca, Timur’un huzuruna alınır.
Timur’un o gün çok sinirli olduğunu gören Hoca, şikâyeti bir tarafa bırakıp:
– Köyümüze gönderdiğin filden bütün köylüler çok memnun kaldılar. Yalnız, zavallı hayvan tek başına yaşıyor. Hayvancağız için bir de dişi fil gönderilmesini istiyoruz, işte bunu arz etmek için huzurunuza geldim, der.
Bu sözlere çok sevinen Timur, hemen yanındakilerine, Nasreddin Hoca’nın köyüne bir de dişi fil gönderilmesi için emir verir. Nasreddin Hoca, tek başına köye döner. Tüm köylüler sevinçli bir haber bekliyordur. Nasreddin Hoca’ya, Timur’un fili ne zaman geri alacağını, sorarlar.
Nasreddin Hoca gülümser:
– Ne geri alması, der. Timur hizmetinizden öyle memnun olmuş ki, yakında bu filin dişisini de göndermeye karar vermiş sizlere.”
Hocam Nasreddin mekanın cennet olsun. Bizi hala herşeye rağmen gülümsetiyorsun ya!