Oku’mak ve yaz’mak; görmekle yetinmeyip bakmak, duymakla yetinmeyip işitmektir. Derin insandır bunu yapan, güngörmüş, insan-ı kâmildir gözden ve kalpten okuyan ve anlayan. Okumak… Sözlüklerdeki tanımıyla “bir metni sesli ya da sessiz çözmek” olarak geçse de, hakikatte çok daha derin bir hâl, çok daha sessiz bir bağırıştır. Zira her göz göremez; her okuma da anlam doğurmaz. “Ağacın gölgesi uzun olsa da meyvesi yoksa serinlik vermez” der eskiler. Bilgi de böyledir: çokluk değil, hikmetle derinleşmiş azlık kıymetlidir. Bu yüzden okumak bir eylem değil, bir tavırdır. Gerçek okuma, “bakmak”tır; satırların gerisine geçebilmek, yazarın susarak söylediklerini işitebilmektir. Çünkü her metin, görünen kadar görünmeyeniyle de konuşur.
Ama yazmak… işte o, bilgiyi sıraya koymaktır. Yazmak, düşüncenin ete kemiğe bürünmesi, zihnin aynaya bakmasıdır. “Söz uçar, yazı kalır” der atalar. Kalıcılığıyla yazı, zamanın ötesine seslenen bir mirastır. Yazarken insan kendini okur, kendini tanır, kendiyle yüzleşir. Kalem, sadece mürekkep taşımaz; yüreğin yükünü de kâğıda döker. Yazmaksa, kendini başkası üzerinden yeniden kurma biçimidir. Ne sadece kitapla olur bu, ne de yalnızca kalemle. Asıl olan, “ne”yi değil, “nasıl”ı sormaktır. Çünkü yazmak da okumak da bir hakikati bulma arzusudur. Ve bu arzunun dili, klişeye sığmaz. Yazmak bir iddia değil, bir yolculuktur. Kâğıda dökülen her kelime, zihindeki girdapların izidir. “Kalem kılıçtan keskindir” derler; çünkü söz, görünmeyeni görünür kılabilir, dile gelmeyeni dillendirebilir. Ama bu, herkesin elinden gelen bir maharet değildir. Yazmak, önce susmayı bilmeyi, sonra o suskunluğu anlamlara dönüştürmeyi ister.
Bugün zihinler çok okuyor ama kalpler az işitiyor. Kulağı ezanda olmayanın gözü namazda olmaz, ya da gözü namazda olmayanın kulağı ezanda değildir. Çünkü okumak, sadece kelime avlamak değil; mânâyı aramak, susan satırları da duymaktır. “Okumak” dediğimiz şey, çoğu zaman bir murakabeyi hazmı gerektirir: yani insanın hem kendini hem metni gözetleyerek, hem kelimenin hem de kendinin derinliğini tefekkür etmesi. Her okuma bir aynaya bakıştır; ama kimi, aynada sadece yüzünü görür, kimi ise ardındaki ruhu…(amel sorunsalı)
Yazmak da zannedildiği gibi yalnızca kalemin kâğıda dokunuşu değil; iç dünyanın kendini dış dünyaya açma biçimidir. “Söz gümüşse, yazı derin kuyudur” der bir Anadolu atasözü. Kalemden çıkan her cümle, ya bir iç yangının izidir ya da bir suskunluğun yankısıdır. Yazmak, bir nevi tefekkür hâlidir; zihinle değil, hâlle yazılır. Hâli kime sorulsa.
Fakat yazmak da okumak da ancak tefakkuhla, tedebbürle, tezekkürle, taakkulla anlam kazanır. Tefekkuh, sadece bilgiyi toplamak değil, bilgiyi anlamla yoğurmak ve hikmeti idrak etmektir (basiret ve firaset). Bu ise kolay değildir; çünkü her bilen gerçekten “anlayan” değildir. “İnce bel bıçak kesmez” derler; gösterişli sözler, hakikatin yükünü her zaman taşıyamaz. Söz doğru ama hal tesir etmiyor.
İşte burada tasavvuf, okumayı ve yazmayı sadece fiil değil, bir hâl, bir yolculuk olarak tarif eder. Harf, şekil değil sırdır; satır, kelime değil duraktır. Her kelime, içinde hem yazanı hem okuyanı barındırır. “Söz yürekten çıkmayınca gönüle varmaz” derler; bu yüzden yazı da gönülden süzülmezse, gözde donar, kalpte yankı bulmaz. Herkes okur; ama her okuma, okumak değildir. Derin insan, metne sadece gözle değil, gönülle yaklaşır. Çünkü o bilir ki hakikat, çoğu zaman harflerin içinde değil, aralarında gizlidir. Gözü yaş görmüş, yüreği sınanmış bir insanın okuyuşu, bir çocuk masalına bile mana katabilir. Tasavvuf ehli, okumayı “seyri sülûk” gibi görür. Her kelime bir duraktır, her satır bir haldir. “Oku” emrinin ilk muhatabı olan nebi, okuma eylemini sadece zihinsel değil, ruhsal bir uyanış olarak yaşadı. Bu yüzden hakiki okuma, bir nevi içe doğru yolculuktur. Neyi okuduğundan çok, neyle okuduğun önemlidir. Kalp körse, gözün açık olması fazla bir şey değiştirmez.
Felsefe, okumayı varlık üzerine düşünmenin ilk adımı sayar. Anlam, sadece tanımda değil; soruda, çelişkide ve belirsizlikte de aranır. Okuyanın zihni duru değilse, metin de berrak kalmaz. Anlam, ancak kendi üzerine düşünen bir bilinçte açılır.
Psikoloji, okuma ve yazma eylemini, insanın iç dünyasıyla temas kurma biçimi olarak görür. Kimi zaman okuduğumuz bir cümle, bastırılmış bir hatırayı, unutulmuş bir duyguyu harekete geçirir. Yazı ise çoğu zaman bir ruhsal aynalanmadır; kişi yazarak hem kendini çözer, hem de kendini yeniden kurar. Psikolojide buna “anlamlandırma katmanı” denir. Herkes aynı kitabı okur ama herkes farklı bir dünya bulur içinde. Çünkü kişi, karşısındaki metne yalnızca bilgisiyle değil, geçmişiyle, acısıyla, sevinciyle, hayal kırıklıklarıyla yaklaşır. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” derken bile bazen aslolan dumanın değil, yürekteki yangının ne olduğudur.
Sosyolojiye göre ise yazmak, sadece bireysel bir eylem değil; topluma yazılmış bir mektuptur. Her metin, ait olduğu zamanın şahitliğini yapar. Yazmak, bir nevi hafıza inşasıdır. Fakat unutmamak gerekir: “Her kalem iz bırakmaz, her iz yola çıkmaz.” Yazmak da sorumluluk ister; çünkü söz, toplumu ya inşa eder ya da ifsat.
Güngörmüş insan, okuduğunda sadece kelimeleri değil, kelimelerin suskunluğunu da duyar. Bilir ki hakikat, bağırarak değil fısıldayarak konuşur. Her yazıya “bilgi” ile değil, “hâl” ile yaklaşır. “Kırk yılda gelen söz, bir anda söylenmez” demiştir Anadolu bilgeliği. Bu yüzden okumak, sadece fiil değil bir seyirdir; yazmak, sadece anlatmak değil bir inşadır; anlamak ise tüm bunların arasında kurulan hâlî bir köprüdür. Güngörmüş insan bilir: Okumak aceleyle değil, sabırla olur. Kırk yıllık dost gibi yaklaşır her metne. Satır aralarındaki suskunlukları bile duyar. “Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir” diyen halkın dilini iyi bilir; çünkü bu söz, yazılmamış kitapların özetidir.
Velhasıl, derin insan için okumak, bilmek değil olmak meselesidir. Yazılanı anlamak kadar, yazılmayanı da duymak gerekir. Ve bu duyma, sadece kulağın değil, kalbin işidir. Ve unutulmamalı: “Söz dinlenir, yazı okunur; hikmet yaşanır.” Okuduklarımız bizi dönüştürmüyorsa, yazdıklarımız başkasının kalbine değmiyorsa, anladığımız şey aslında hiç var olmamış olabilir. Okumak kendine, yazmak başkasına yolculuktur. Ama anlamak… her ikisinden de öte, hakikate giden bir köprüdür.
1 yorum
Kalbinize sağlık hocam. Yazınız o kadar akıcı aynı zamanda o kadar anlam katmanlı ki iki defa okudum. Her cümlesinde farklı bir yolculuğa ve yazı yazarken ve okurken yaşadığım her bir halime götürdü teşekkür ederim.
Bende bu çağda hep şuna inandım. Somut olan okuma-yazmanın ötesi var. Soyut okuma; Asıl okumak bir insanın gözlerinden yola çıkarak kalbinde yaşadığı acıyı görebilmek ve neden bu acıyı taşıdığını, nasıl o yükü yüklendiğini kavrayabilmektir.
Asıl yazmak ise karşımızdaki insanın acısını ya da sadece acı da değil sevincini doğru okuyup ona göre tavır sergilemektir.
Somut okuma ve yazmayı herkes yapabilir ama soyut okuma ve yazmayı herkes başaramaz…
İnsandım insanı okudum…
İnsandım insanı yazdım…
Galiba bunu yapabildiğimiz sürece insanız….